4 Şubat 2010 Perşembe

NE MUTLU İNSANIM DİYENE

İnsanlar genelde en fazla kendi ömürleri kadar bir süreyi düşünürler. Geçmiş, geçtiği için, gelecekte de kendileri olmayacakları için geçmiş ve kendi ömürlerinin ötesi gelecek onları ilgilendirmez. Oysa tarihi, diyalektiği, evrimi kavramadan ne günümüzü anlayabiliriz ne geleceğe bakabiliriz. Geçmişe ve geleceğe bakmadan günümüzü anlayamayız, doğru çözümler üretemeyiz, kısacık yaşamımızı bilinçli bir şekilde değerlendiremeyiz, rastgele ve ot gibi yaşarız ve hayvanlardan farkımız kalmaz. Gelecek, planlarımızı değiştirse de değişebileceğini de göz önüne alarak kabaca bir plan yapmak, hiç plan yapmayıp günlük yaşamaktan iyidir. İnsanın ömrü için amaçları, hedefleri olmalı ki rastgele değil bilinçli yaşasın. Çocuklar bilinçli yaşamalı, ebeveynleri aşmalı, ömründen uzun idealleri olmalı ki gelişme gerçekleşsin ve hızlansın. Günümüzdeki kapitalist ve milli devletler evresinin sonsuza kadar süreceğini sanmak bu nedenlerden kaynaklanan bir aymazlıktır.

Metafizik ve diyalektik

Diyalektik ve tarihsel materyalizmin toplumsal yapıların değişim, gelişim ve evrimi yasalarına göre doğa, insan, toplum, düşünce, bilim ve teknoloji, dinler, ideolojiler vb. her şeyin evrimi, diyalektik ve doğal seçilim mekanizmalarıyla işler, gerçekleşir.

Diyalektik, doğal seçilim ve evrim ayrılmaz bir üçlüdür.

Diyalektik, karşıtların tez, antitez ve sentez yoluyla birliği ve savaşımıdır.
Doğal seçilim, uygun olanların hayatta kalması ve üremesidir.
Evrim, değişim ve gelişimdir.

Düşüncenin diyalektik gelişimi gereği, karşıt düşüncelerden biri tamamen doğru diğeri tamamen yanlış olmaz, genelde her ikisinin de doğru ve yanlış tarafları vardır. Bu düşüncelerin savaşımından farklı düşüncelerin yanlışlarının elenip doğrularının alınmasıyla bir sentez ortaya çıkar.

Canlıların evrimi, diyalektik ve doğal seçilimle gerçekleşir. Yararlı değişimler önce çok az bireyde ortaya çıkar, zamanla bu uyumsal yeniliği kazanamayanlar elenir uyumsal yeniliği kazananlar yaşamaya devam ederek çoğalırlar. Tıpkı canlıların evriminde olduğu gibi toplumsal evrim de diyalektik ve doğal seçilimle gerçekleşir. Toplumda da doğru olan yenilikleri ve gerçekleri önce bir azınlık keşfeder, çoğunluk uzun bir süre bunu alaya alır, reddeder ve bildiklerini okumaya devam eder ama sonunda kabul edilmek zorunda kalınır ve topluma yayılır.

Örneğin din devletlerinin yanlışlığı çoktan anlaşılmış, birçok ülkede uygulamadan kalkmış olduğu halde ülkelerin daha büyük bir çoğunluğu bunu uygulamaya devam etmekte olduğu gibi devrimle uygulamadan kalkmış birçok ülkede ise din devletine geri dönülmeye çalışılmaktadır. Bugün Türkiye’de yaşanan da budur.

Değişmenin, değiştirmenin, gelişmenin ve geliştirmenin yöntemi olan diyalektik, yenilikçi ve ilerici, bunun tam karşıtı değişmezliğin yönetimi olan metafizik ise tutucu ve gericidir.

Metafiziğe göre var olan doğa ve toplumsal düzen hep böyleydi ve hep böyle kalacaktır.. Toplumda hiçbir gelişme olmamıştır, olması da mümkün değildir. böyle gelmiş böyle gidecektir.

Örneğin milli devletler hep devam edecektir, sosyalizm ve komünizm ya bir daha gelmemek üzere bitmiştir ya da bir ütopyadır.

Bu yüzden metafizik geçmişi ve günümüzü anlayamaz, geleceği göremez, gelecekle ilgili tahminler yürütemez. Bu bakış açısına göre olaylar, olgular, kişiler diyalektik ve tarihsel değil, yöresel, ırksal, kişisel ve duygusal olarak ele alınır. Ne yazık ki kişiselleştirilen düşmanlık ve nefret olay ve kişilere tarihsel bakmayı engeller.

Oysa geçmişteki ve günümüzdeki olayları doğru anlayıp yorumlayabilmek için olaylara kişisel ve duygusal değil, diyalektik ve tarihsel materyalizmin toplumsal gelişim yasaları ışığında diyalektik ve tarihsel açıdan, tarihteki ve gelecekteki anlamı ve yeri açısından bakmak gerekir, yoksa etnik köken, bize ezberletilenler, aşılananlar açısından, yerel, kişisel ve duygusal açıdan bakmamak gerekir.

Tarihsel Materyalizm

Tarihsel materyalizmin toplumsal yapıların değişim, gelişim ve evrimi yasalarına göre
insanların düşünce ve davranışlarını ve tarihi yönlendiren en önemli etken önce beslenme, barınma gibi bedensel ihtiyaçlar sonra kendini gerçekleştirme ve kanıtlama ihtiyacı gibi zihinsel ihtiyaçlardır. İnsanları, toplumu ve tarihi yönlendiren, maddi ve manevi ihtiyaçlar, çıkarlar, üretim zorunluluğu, üretim biçimlerinin gelişimi ve sömürenlerle sömürülenler arasındaki sınıf savaşımlarıdır.

Tarihsel materyalizme göre tarih ve toplum zorunlu evrelere göre gelişir.
Ekonomik ve siyasal toplum yapıları sırasıyla ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist, komünist toplumlardır.

Komünist toplum dışındaki toplumlar, köleler ve köle sahipleri, serfler ve toprak sahipleri, işçiler ve kapitalistler olarak sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumlardır.

Sınıf savaşımı, maddi çıkarların karşıtlığından ortaya çıkar. Sınıf savaşımları ekonomik, dinsel, etnik, ideolojik ve siyasal savaşım biçimlerine bürünürler.

Toplumun aşağı biçimlerden yukarı biçimlere doğru ilerlemesine, tarihsel ve toplumsal gelişme adı verilir ve bu gelişme kaçınılmazdır.

Buna göre kapitalizmle birlikte oluşan milli devletler, feodal din devletlerinden sonra gelen evredir, daha sonra gelecek olanlar ise sosyalizm ve komünizmdir.

Buna göre kapitalist milli devletler, feodal din devletlerine göre daha ileri bir evredir.

Köleci toplumdan feodal topluma geçiş bir ilericilik olduğu gibi, feodal din toplumdan, kapitalist milli topluma geçiş de aynı şeklide bir ilericiliktir.

Sosyalist toplum evresi, kapitalist özellikleri sürdürdüğü gibi komünist özelliklerinde yerleşmeye başladığı, kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş evresidir. Bu yüzden kapitalizm ve komünizmin bazı özelliklerini birlikte barındırır.

Gelecekte insanlığın, ayrımcılıkların ortadan kalktığı sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz komünist dünya devletine ulaşması kaçınılmazdır ama bunu gerçekleştirecek olan insanlardır.

Tarihsel evreler insanlar aracılığıyla gerçekleşir. Kişiler bu zorunlu evreleri zamansal ve bölgesel olarak etkilerler, ancak genel olarak tarihsel evrelerin gerçekleşmesini ve insanlığın gelişimini engelleyemezler. Bu ilerleme, eski biçimlerin bu ilerlemenin önünde engel haline gelmeleri, tutucu ve gerici engellemeler nedeniyle duraklamalar, gerilemeler ve sapmalarla gerçekleşir. Fransız burjuva devriminden sonra krallığı ve feodalizmi yeniden kurma çabaları devrimi yavaşlatmıştır ama engelleyememiştir.

Milli Devletler, Milliyetçilik, Yurtseverlik

Sanayi devrimi sonrası palazlanan burjuvazi yurtseverlik nidalarıyla feodal düzenin aşağılayıp ezdikleri işçileri ve köylüleri de yanına alarak feodalizme karşı harekete geçti ve çok uluslu monarşik din devletleri yerine tek uluslu laik, demokratik cumhuriyetle yönetilecek kapitalist milli devletleri kurdu.(Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Fikret Başkaya,s.36)

Birinci Emperyalist paylaşım savaşında kapitalist devletler burjuva hükümetleri aracılığıyla ileri sürdükleri ‘’vatan savunması’’ sloganı ile emekçiler arasında yurtseverlik bilincini geliştirerek hem savaşın maliyetini emekçilere yüklemek hem de dünya emekçilerini birbirlerine düşman edip güçlerini bölerek kendi kapitalist sistemlerini korumayı ve emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamayı planlamışlardı.(s.37)

Birinci emperyalist paylaşım savaşı esnasında başlarında Lenin’in bulunduğu Bolşevikler, İkinci Enternasyonal partilerinin burjuva yurtsever tutumlarını dünya devrimine ihanet olarak kabul ve ilan edip, burjuvazinin kendi çıkarları için cepheye sürdüğü ve onlardan birbirlerini kırmalarını istediği işçilere; silahları sınıf kardeşlerine değil, onları kendi çıkarları için ölüme gönderen kendi ülkelerinin burjuvalarına çevirmelerini istediler. Cephede, hem emperyalist ülkelerin hem de çarlığın yenilgisi için dünya devriminin zaferi için çalıştılar.

Esasında burjuva milliyetçi bir kavram ve siyasal bir duruş olan yurtseverlik, sanki anti-emperyalist bir duruşmuş gibi Yurtsever Cephe’yi kuran TKP eliyle, Mustafa Suphi’lerin TKP’sinden bu yana zaten ulusalcı bir arka plan ve anlayışla lekelenmiş bu coğrafyanın devrimci hareketinin gündemine sokuldu.(s.34.) Türkiye’nin anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verdiğine inanılıyordu.(s.25) Bugün de aynı aymazlık geçerli.

O günden bugüne kapitalizm, her krizde ulusal çıkarları bahane ederek ezilen ve sömürülen kitleler arasında yurtseverlik bilincini diri tutmakta kendi sisteminden hoşnutsuzluğu engelleyen siyasi bir iksir olarak kullanmaktadır.

Kapitalizmin egemen sistem olarak inşası esnasında ezilen-sömürülenleri düzene entegre etmekte temel harç olarak kullanılan yurtseverlik, o gün olduğu gibi bugün de farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin çıkarlarını birbirinden ayrıştırmakta ve sınıfsız, eşit ve özgür bir gelecek hedefinde birleşebilmelerini engelleyen bir unsur olarak bölücü işlevini sürdürmektedir. Ve burjuva patentli bu kavram siyasal bir tutum olarak devrimci hareketin saflarında da kendisine yer bulmakta, devrimci çevreleri ve etki alanlarını ideolojik ve politik bakımdan devrimcilerin kendi eli ile zehirlemektedir.(s.37)

Kimi istisnai devrimci çevreler hariç, bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solu hemen tüm dünya tarihi süresince siyasal zemini bakımından hep ulusalcı bir karaktere, anlayışa ve buna denk gelen siyasal bir duruşa sahip olagelmiştir. Bunun nedeni, dünya soluna ikame edilen Stalinist resmi ideoloji ve resmi tarihin bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solunu ve onun aracılığıyla da bu coğrafyanın ezilen sömürülenlerini ve dernekleri aracılığıyla politik bakımdan çoğunlukla burjuva siyasete yedeklenmiş ve halen dahi yedeklenmektedir.(s.42)

Türkiye’deki solun başlıca zaaflarından biri de enternasyonalizmi özümseyememesi, milliyetçilik virüsünden kurtulamamasıdır. Enternasyonalist olmayan bir sol, sol değildir. Nitekim dünya sosyalist hareketinin yozlaşmasının başlıca nedenlerinden biri de enternasyonalizmden uzaklaşmasıdır…(s.26)

Halkın benimsediği değerlerle buluşmayı sağlayan milliyetçi çizgi, aynı zamanda burjuva milliyetçi hareketlerle ideolojik, siyasi yakınlaşmayı sağladı. Emperyalist sermayenin yeni saldırı biçimi sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ırkçılığı körüklerken, sosyalist partilerin de enternasyonal çizgiden uzaklaşmasını sağladı.(s.52)

Toplumun hemen her kesiminin, özellikle emekçilerin, cinayetlere duyarsız kalacak ölçüde milliyetçiliği benimsemesi, toplumsal bir paranoyanın yaşandığının belirtisidir.(s.52)
Emekçi yığınların bu toplumsal paranoyaya saplanması noktasında; halkın eğilimlerini ve toplumsal duruşunu halkın değeri olarak gören ve bu değerleri dokunulmaz ilan eden sosyalistler; emekçilerle aynı alanda buluşma gereksinimine de bağlı olarak; politik argümanlarında eskiden beri yerini alan milliyetçiliği, tali bir siyasi unsur olmaktan çıkararak, temel politik çizgi olarak parti programlarına yerleştirdiler.(s.52)

Resmi ideolojinin beyinlerde yaptığı tahribatlar sonucu tarihi anlamayı dahi olanaksız hale getirmiş resmi ideolojiden bağımsızlaşamamış sol, kapitalizme karşı olmadan anti emperyalist olunamayacağını öğrenememiş, anti emperyalistliği anti Amerikancılığa, anti AB’ciliğe ve anti küreselleşmeye indirgemiş durumdadır.(s.20,21)

Bu coğrafyanın solunun burjuva ulusalcılığı ABD ve AB karşıtlığı üzerinden ‘’antiemperyalizm’’maskesinin ardına saklanılarak şekilleniyor. Bunu sloganlarıyla ete kemiğe bürünen duruşlarında görmekteyiz. ‘’ABD defol bu memleket bizim’’, Ne ABD ne AB bağımsız Türkiye’’ vb. sloganları kullanan sol çevrelerin ortak paydaları; ideolojik olarak bu ulusalcı ve yurtsever temele sahip olmaları ve politik olarak bu temel üzerinden hareket etmeleridir.(s.43)

CHP, SHP ve DSP devletçi ve milliyetçi oldukları, Kürt sorunu ve azınlıklara yapılan asimilasyon ve baskılar konusunda tutarsız ve ikiyüzlü tavır aldıkları, emekten yana ve kapitalizme karşı olmadıkları için sol parti olarak adlandırılamayacakları gibi, kapitalist sistemin savunucusu, düzen içi burjuva partilerdir.(s.53)

Ulusalcı sol kendine rakip olarak dincilerle demokrasicilik oyunu oynayan liberal solu seçmiş görünüyor ve burjuva demokrasisi temel tartışma alanlarını oluşturuyor. Sol, demokrasi, laiklik gibi kavramları burjuva tanımlarıyla kullanıp tartışıyor.(s.17) Laikçi gericilik ile dinci gericilik arasındaki çatışma, düzen içi bir çatışmadır, bu çatışmaya taraf olmaya çalışmak sol aymazlığın göstergelerindendir. Ancak laiklik milli devletler, din gibi kurumların kapitalizmle birlikte sona ereceği kabulüyle birlikte ve tam anlamıyla uygulanmayan laikliği ilerletmek amacıyla savunulabilir.

Dikkat edilecek olursa bu örneklerin hemen hiçbiri komünist hareketin ilkeleri üzerinden ezen sınıfla ezilen sınıf arasındaki karşıtlıklar ve çatışmalar karşısında ezilen sınıftan yana taraf olmayı ifade eden politik tutumlar değildir. Egemenler arasındaki çatışmada yabancı egemene ve onun işbirlikçilerine karşı yerli egemenin yanında safını tutan ulusalcı burjuva bir tutumdur. Kaldı ki bugün çıkarları risk altında olan geleneksel elit daha düne kadar olduğu gibi bugün de çıkarları güvence altında olduğunda emperyalistlerle işbirliği içinde olacaktır, çünkü bu kapitalizmin doğasının ve kapitalistler arası işbirliğinin kaçınılmaz gereğidir.(s.41)

Kapitalizm koşullarında kalkınma ekonomik büyüme, ekonomik büyüme ise sermayenin büyümesinden, yeniden üretilmesinden, yani yeni sömürgecilikten başka bir şey değildir. Emperyalist sömürüye maruz ülkelerin, emperyalist ülkelerin refah düzeyini ve emperyalist düzeyini yakalamasıdır. Oysa sosyalizmin ereği sınıfsız, sömürüsüz topluma giden yolu açmaktır, yoksa emperyalistlere benzemek değil. Nitekim Sovyet sisteminin çökmesinin, çin halk Cumhuriyeti’nin kapitalizme teslim olmasının asıl nedeni kalkınmacılık virüsünden
kurtulamamalarıdır.(s.25)

Hiç kuşku yok ki, kapitalizmin küresel saldırısına karşı koymanın yolu emperyalist paylaşım savaşlarında olgunlaşan yurtseverlik retoriği değildir.(s.13)

Türkiye’nin diğer Avrupa devletlerini örnek alıp da onlar gibi kapitalistleşememesinin nedeni onların daha önce bu yolu tıkamış olmaları değil, kendi düşüncesizliği ve beceriksizliğidir. Anti-emperyalizm sözle değil uygulamayla olabilir ancak. Emperyalizme karşı savaşım öncelikle emperyalistlerden borç almamayı, onların mali sermaye ihracını önlemeyi, kendi olanaklarını değerlendirerek yapımı ve üretimi sonra da anti-kapitalizmi gerektirir. Anti-kapitalizm öncelikle kapitalist dünyanın sorunlarına geleceğin komünist dünyasından bakmayı gerektirir.

Emperyalizme karşı ulusalcı duruş, toplumsal pratikte emeğin kurtuluşu perspektifinden kopuksa emekçilerin yararına olmayan aksine emekçileri kapitalist pazara daha bağımlı kılan ve teselli verici argüman olur. Burjuva milliyetçilik, anti-kapitalist bir nitelik kazanamayacağı anlamda ve dolayısıyla uzlaşmacı vasfı nedeniyle emperyalizmin değirmenine su taşır.(s.55)

İşte siyasal ve sınıfsal kökleri itibariyle burjuva kavramlar olan ulus devlet, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusal savunma-anayurdun savunulması, ulusal bağımsızlık gibi argümanların bu coğrafyanın solunun siyaset yöntemine ve diline pelesenk olması, onu burjuva siyasetin ve burjuva demokrasisinin ekseninde tutmakta, bu durum ise kapitalizme nefes aldıracak yeni refleksler kazanmasına hizmet etmektedir.(s.44)

Milliyetçilik ile olan bağı, emekten yana sosyalist partiler ile burjuva sol partiler arasındaki farkı belirleyen temel unsurdur. N.(s.55) Sosyalist bir parti milliyetçilikle olan bağını güçlendirdikçe burjuva sol zemine kayar, burjuvalaşır. Bunların egemen ve resmi ideoloji ile bir sorunları yoktur.

Milliyetçilik ne demekse ulusalcılık da odur.14. Ancak ulusalcılıkla yurtseverlik ikiz kardeştirler. Yurtseverler kendilerini tanımlarken daha fazla bir sol duruşa da azami özen göstermeye dikkat ederler ve resmi ideolojiyle doğrudan bir hesaplaşma konusunda da azami isteksizdirler.

Yurt, vatan denilen şey, egemenlerin sermaye birikimlerinden, kasalarından başka bir şey değildir. Yurt sevgisi ya da yurtseverlik denen şey, burjuvazinin bizleri diğer ulusların burjuvazisine göre daha rahat sömürdüğü ve bu sömürüsüne hukuki ve zor meşruiyeti kazandırdığı alana, ulusal sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasına duyduğumuz mistik, ilahi, uhrevi bir bağımlılıktan başka bir şey değildir… Ve çok kolay bir şekilde gösterileceği gibi yurtseverlik/vatanseverlik uğruna feda edeceğimiz herhangi bir şey ya da her şey egemenin/sermayenin kendisini yeniden üretmesinden ya da onun kasasının dolmasından başka bir işe yaramamaktadır. Yani amiyane bir tabirle, şehit ya da gazi olmaktan sen nasıl bir haz alırsın bilinmez ama ‘’onların’’ gözünde her zaman ‘’niyazi’’sindir(s.11)


Ulusalcılık sosyalizm için bir turnusol işlevi görür; ulusalcı/milliyetçi isen sosyalist olamazsın…(s.14 ) Ulusalcı diye niteleyeceğimiz hiçbir şey sol ya da sosyalist değildir, Türk, Kürt fark etmez…Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında sonuç itibariyle ideolojik bir fark yoktur. Her ikisi de bir burjuva hareketidir, her ikisi de sermaye, kapitalizm ve emperyalizmin sürdürülmesine hizmet etmektedir.
Kaynak: Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Fikret Başkaya



Birinci Dünya savaşı ve Atatürk dönemi bu milli devletlerin kurulma, var olma, diğerlerini ve azınlıkları egemenlik altına alma ve dünyayı paylaşmaya çalışma dönemidir.

Tüm dünyada kapitalist burjuva milli devletler, devrimlerle, egemen etnik kökenin ve dinin yüceltilerek diğerlerinin gerektiğinde silah ve katliamlarla sindirilip, asimile edilmeleriyle kurulmuştur.

Katliam, soykırım diye nitelenen olaylar, toprakları, egemenliği ve ülke yönetimini ele geçirmek, azınlıkları sindirmek, sindirmelere karşı koymak amaçlarıyla yapılmış etnik ve dinsel çatışmalar ve savaşların birer parçalarıdır.

Bu savaşımda başka milletleri sürme, katletme, asimile etme girişimleri ve olayları İngilizler, Amerikalılar, Almanlar gibi hemen her millet tarafından yapılmış, milli devletler evresine ancak bu şekilde geçilebilmiştir. Bunlar milli devlet kurabilmenin bir gereği, tarihsel bir zorunluluktur. Milli devletler bunlar pahasına kurulmuştur ne yazık ki.

Devrimler ancak diktatörlükle olur, devrim sürecinde demokrasi olmaz, devrimciler diktatör olmak zorundadır. Devrim şartlarında demokrasi aramak, saflık olur.

Bu devrimlerde devrim mahkemeleri kurularak devrime ve egemenliğe karşı gelenlerin çoğu öldürülmüştür. Bu arada elbette birçok haksız yere öldürülen de olmuştur. Bunlar bir devrimde kaçınılmaz olaylardır. Bu haksızlıkların hepsinden devrim lideri sorumlu olmayabilir.

Atatürk'ün yaptığı da budur. Atatürk bizim toplumumuzda bu tarihi görevi üstlenen ve yerine getiren liderdir.

Atatürk bir devrim lideriydi, sırası ve zamanı gelen burjuva devrimini yapmıştı.
Atatürk milli devletlerin kurulma evresine uygun olarak yapılması gerekeni yapmıştır.
Ama Atatürk'ün diktatörlüğü birçoğundan çok daha ılımlı ve çok kısa sürmüştü.

İstiklal mahkemelerinin Fransız devrimi, Sovyet devrimi ve diğer devrim yapmış yönetimlerin mahkemelerinden pek bir farkı yoktur, bu mahkemeler, her devrimin gereğidir.




Yükselme döneminde dünyanın bir numaralı devleti ve emperyalisti olan
Osmanlı İmparatorluğu, Batı’nın, dinin egemenliğini ve baskısını kırmaya başladığı dönemde dinin egemenliğine ve baskısı altına girmişti. Müslüman olmayanlara baskısı artmış, halk yoksullaşmış, isyanlar artmış, bağımsızlığını ilan eden milletler olmuştu. Bu arada Türklerde de milli bilinç uyanmaya başlamıştı.

Birinci dünya yağmalama, paylaşım savaşı sırasında emperyalistlere bağımlı bir yığın millet ve Osmanlı’ya bağımlı diğer milletler kendi etnik kökenlerine dayalı bir devlet kurmak amacıyla sık sık başkaldırıyorlar, isyan ediyorlardı.

Osmanlı’ya bağımlı Ermeniler de kendi etnik kökenlerine dayalı bağımsız bir devlet kurmak amacıyla Osmanlıya karşı isyan ediyorlar ancak bastırılıyorlardı. Ermenilere karşı Osmanlı tarafından uygulanan baskılama olayları, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında da sürdürüldü.

Batı, bilim ve teknolojisini geliştirmekle uğraşırken onları fethetmekle uğraşan Osmanlı, birinci paylaşım savaşına diğer emperyalistlere yaptığı borçların üstüne yatmak, egemenliğindeki kendisine başkaldıran milletlerin isyanlarını, egemenlik savaşımlarını bastırmak, emperyalist emellerle yeni egemenlikler, sömürgeler elde etmek amacıyla katılmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan, günümüzde gene Osmanlı özlemi içinde, yayılma, bölge devleti hayalleriyle emperyalist emeller besleyen Türk etnik kökenine dayalı Türkiye Cumhuriyeti oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, ağırlıklı olarak Türklerin egemenliğinde ama Kürtlerin yardımıyla dışta emperyalistlere karşı içte başta Ermeniler olmak üzere diğer milliyetlerden olanlara ve Osmanlının ve halifeliğin devamından yana olan dincilere karşı bir savaşımla Türk etnik kökenine ve milliyetçiliğine dayalı milli bir devlet olarak kuruldu.

Osmanlı topraklarının mümkün olan en fazlasını kurtarma savaşımının esas unsuru Türklerdi. Türkler ağabey Kürtler kardeş olarak kardeş kardeş geçinecekleri düşünülmüştü ama kapitalizm koşullarında Kardeşin kardeşi ezdiği, büyüklerin küçükleri ezdiği düşünülmemişti.



Ermeniler ve Kürtlerle tarihte yaşadığımız sorunlar, kapitalist sistemin bir ürünü olan milli uyanışın yükselip tarihsel ömrünü doldurmuş imparatorlukların tarihin çöplüğüne atılmakta olduğu bir dönemde, toprakları etnik bir kimlikle sahiplenmeye çalışmaktan, etnik arındırma politikalarından, emperyalistlerin de bunlardan yararlanmak için yaptıkları kışkırtmalardan kaynaklanan olaylardır.

TC'nin kurulma evresindeki katliamlar da Anadolu topraklarını belli bir etnik köken ya da kendilerini o kökenden hissedenler adına sahiplenme ve diğerleri üzerinde egemenlik kurma savaşımının bir parçasıdır.

Kürt'ler ve Ermeniler doğu bölgelerini sahiplenmeye çalışmışlar ama çoğunluktaki etnik köken tarafından gerektiğinde katliamla bastırılıp engellenmişlerdir.

Çoğunluk olan egemenliği ele geçirmiştir. O dönemde çoğunluk Türk değil de Ermeni, Kürt ya da başka etnik grup olsaydı aynı şeyleri yapacaktı. Çoğunluğun egemenlik kurmaya çalışır diğerleri de buna direnip kendi egemenliklerini kurmaya çalışır.
O dönem tüm dünyada milli devletler bu şekilde kurulmuştur.

Bunlar acı ama din devletlerinden laik devletlere, imparatorluklardan cumhuriyet ve demokrasi ve milli devletlere geçme evresinde, yaşanılması zorunlu tarihsel olaylardır. Bu tarihsel olayları günümüzde olmuş gibi öne sürüp kin güderek, olayları kan davası yaparak barış ve kardeşlik sağlanmaz. Ama günümüzde aynı şeyleri devam ettirenleri, aynı tür olayları, yanlışları, suçları eleştirilmesi gerekir. Geçmiş de olsa günümüzde de olsa olayları tek taraflı suçlama için değil çözüm, barış ve kardeşlik arayışı içinde yapıcı eleştirilmesi gerekir.

Tarihte bu şekilde kazanılmış olan topraklar yerlilerine geri verilmeye, herkes geldiği yere geri dönmeye kalkışılırsa Amerikalıların hemen hepsinin Amerika’dan çıkması, Türklerin Orta Asya’ya dönmesi vb gerekir. Zaten şimdiki nesil genetik anlamda onların torunları değil bir melezdir. Bu yüzden bu mümkün olamayacak bir şeydir ve olayları Kürt katliamı, Ermeni soykırımı meselesi haline getirmek çok yersizdir.



Dersim belgeseli gibi katliam belgeselleri de Tarihimizle yüzleşmek açısından doğru, ancak Kürt kökenli vatandaşların tepkisini kışkırtması, Kürt milliyetçiline savrulma açısından yanlıştır. Yani bir çözüm arayışı için değil de tek taraflı, duygusal, yalnızca Kürt kimliği açısından hazırlanmış olan bu hüzünlü belgesel tarihimizle yüzleşip bir ders çıkarmak, hataları düzeltmek için izlenmeli ancak bunu izleyip Kürt milliyetçiliğine savrulmamak gerekir.

Çünkü Kürtleri Türkleştirmeye çalışmak, Kürt tepkisini kışkırtmak, Türk milliyetçiliği yapmak olduğu gibi Kürt milliyetçiliğine kapılmak, Türk tepkisini kışkırtmak da Kürt milliyetçiliği yapmaktır ve her ikisi de sonuçta milliyetçilik yapmak olduğu için yanlıştır. Katliamların, soykırımlarının ve asimilasyonun yanlışlığını savunmak adına Ermeni ve Kürt milliyetçiliğine savrulmamak gerektiği gibi hem milliyetçiliğe karşı çıkıp hem de Türk milliyetçiliği de yapmamak gerekir.

Çözüm, bu sorunları tekrar tekrar gündeme getirmekle olmayacağı gibi, inkar etmek, bastırmak, ezmek, karalamakla da olmayacaktır. Öncelikle bize ezberletilenleri sorgulayarak sorunun varlığını kabullenmek, bir özeleştiri yapıp tarihi hataları o güne ve bu güne göre değerlendirerek hataları kabul etmek, sürdüren uygulamaları kaldırmak, tarihi, düşmanlığı kışkırtan, pekiştiren bir silah olarak kullanılmaya son vermekle olabilir ancak.

Bir anlama ve çözümleme çabasından çok karşılıklı suçlamalarla bir çözüme varılamaz. Eğer gerçekten amaç bağcıyı dövmek değil de üzüm yemekse, karşı tarafın da farkına vardığımız doğru ve haklı taraflarını görmezden gelmeyerek kabul etmek gerekir.

Tarihimizle hesaplaşma zorunluluğu yalnızca Ermeni Kürt katliamlarının suçundan kurtulmak, onların acılarını paylaşmak için değil, demokratikleşmenin de olmazsa olmazıdır.




Herkes demokrasiyi, özgürlüğü kendi görüşü için ister. Herkese göre barışı sağlayacak olan kendi görüşüdür. Herkes ancak kendi istekleri karşılanması koşuluyla barışı kabul eder.

Dinciler, milliyetçiler, kapitalistler, komünistler vd. herkes kendi görüşünü başkalarına dayatmak ister.

Kapitalist ülkeler için sosyalizm antidemokratiklikti. Sosyalist ülkeler için de kapitalizm antidemokratiklikti.

Atatürk'ün komünizme izin vermemesi komünistler için anti demokratiklikti, din devletine izin vermemesi dinciler için anti demokratiklikti, Turancılığa izin vermemesi ırkçılar için antidemokratiklikti.

“Komünizm görüldüğü yerde başı ezilmelidir” sözü için her ne kadar yalan olduğu ispatlandı dense de Atatürk bunu demiş olabilir. Her ne kadar Atatürk’ün yaptırdığı kesin olmasa da Atatürk döneminde, Mustafa Suphi, Çerkez Ethem, Nazım Hikmet gibi sosyalizm yanlıları öldürüldü, hapse atıldı, sürüldü. Atatürk kendine rakip olabilecek ve milli devletin kurulmasını engelleyebilecek isyancı ve tehlikeli tüm dincileri, komünistleri, Kürtleri Ermenileri, ırkçı ve aşırı milliyetçi Turancıları tasfiye etti.

Çünkü Atatürk bunlara izin verseydi bu toplumu din devletinden bir sonraki evre olan milli devlete geçiremezdi. Çünkü bunlar milli devletler evresinin ve milli devlet kurabilmenin şartıydı. Dolayısıyla dinci, ırkçı ve komünist görüşlülerin eylem ve isyanlarını engellemesi, bastırması gerekiyordu. Bu yüzden Atatürk'ü antidemokratiklikle ve diktatörlükle suçlamak yanlıştır.

Herkesin doğrusu asıl doğrudur ama önemli olan bunlardan hangisinin tüm insanların yararına barışı sağlayacak, sömürüyü, yoksulluğu vb kaldıracak olan asıl doğru olduğu ya da daha doğru olduğudur.

Tarihsel gelişim bize gelecekte sosyalizme ve komünizme geçmenin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

Bu yüzden Sovyetlerin sosyalizmi ve enternasyonalizmi başka ülke ve halklara dayatmaya kalkışmasının halka laikliği dayatmaktan, okullarda öğrencilere bilimi dayatmaktan pek farkı yoktur.
Çünkü sosyalizm ve komünizm, tüm çatışmaların kaynağı olan özel mülkiyete, sömürüye, dinsel ve etnik kimliklere karşı olan tek ideolojidir.

Ancak sosyalizm ve komünizm deyince Sovyet Sosyalizmi anlaşılmamalıdır. Sovyet sosyalizmi yalnızca çok erken gerçekleştirilmiş olan eksiğiyle yanlışıyla ilk sosyalizm denemesidir. Oysa sosyalizm ve komünizm zamana ve şartlara göre daha değişimlere uğrayacak, daha çok gelişecektir.

Sosyalizme ve komünizme tepkinin ve reddetmenin en büyük nedeni ateizmi içermesi, özel mülkiyeti kaldırması ve Sovyetler döneminde uygulanan şiddettir.

Sovyetlerin kendi halkına ve başka halklara şiddet kullanması kaçınılmazdı, çünkü henüz sosyalizmin zamanı gelmemişti, çok erken gerçekleştirilmişti ve halk henüz sosyalizme hazır değildi. Marks, Engels, Lenin ve Stalin, sosyalizmin zamanının geldiğini ve ancak kanlı bir devrimle gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmeleri konusunda yanılmışlardı.

Çünkü bir evre yaşanmadan bir sonraki evreye geçilemez. Kapitalizm ve milli devlet evresi yaşanmadan sosyalizme geçilemezdi.
.
Sosyalizme geçiş, ancak insan soyunun zihinsel yapısının genetik ve kültürel olarak ıslah edilmesi, dinsel ahlaktan bağımsız bir ahlak anlayışının yerleşmesi, insanların kendi kendilerini yönetip kontrol edebilecek düzeye gelmesi, kapitalizmin, kendini halkın gözünde tüketmesi halkın sosyalizmi ve komünizmi anlayıp içine sindirmesi gerekir.

Bir evreden bir sonrakine halk o düzeye gelmeden geçildiğinde günümüz Türkiye’sinde ve Sovyetlerde olduğu gibi karşı devrime ve geri dönmeye mahkumdur.

Sosyalizme geçmek için Lenin ve grubunun sosyalizmi özümsemiş, o düzeye ulaşmış olmaları yetmezdi ve yetmedi de.

Sosyalizme geçiş için, ıslah, elektronik haberleşme ve olayları kontrol etmek için gerekli bilimsel, teknik, kültürel alt yapının oluşması gerekir.

Ayrıca kapitalist dünyanın bir kısmının sosyalizme geçmesinin çok zor olduğunu Sovyet örneği bize gösterdi. Sosyalizme tüm dünya birden geçilecektir, tıpkı kapitalizme geçilirken olduğu gibi.

Kapitalizm evresi, kapitalizm tıkanana, halk sorunların kaynağının kapitalizm olduğunu anlayana, gerekli alt yapı hazırlanana kadar yaşayacaktır.

Bu yüzden sosyalizme ve komünizme geçiş daha belki de binlerce yıl sürecektir.

Maks’ın dediği gibi devrimler toplumsal gelişimin lokomotifleridir ama toplumsal gelişim devrim ve karşı devrimlerle iki ileri bir geri gidilerek oluyor ne yazık ki. Ama sonuçta ileriye gidilmektedir.

Lenin Türkiye’nin de sosyalist yolu seçip Sovyetler Birliğine katılmasını çok istemişti. Türkiye’ye emperyalizme karşı savaşımında yardımcı oldu. Mustafa Kemal’inde ilk yardım istediği Sovyetlerdi. Çünkü düşmanları, çıkarları ortaktı ve ancak birbirlerine destek vererek ortak düşmanlarına karşı koyabilirlerdi. Daha Erzurum, Sivas kongrelerini yaparken Sovyetlere temsilciler göndermesinin yanı sıra Millet Meclisini kurmasının hemen ardından 26 Nisan 1920 de Lenin’e bir de mektup yazarak yardım istedi Lenin de yardım gönderdi.

Atatürk Sovyetlerin savaşa ve sömürüye karşı olmalarından, dinleri ve hurafeleri reddetmelerinden, bilimi, insanı ve eşitliği esas almalarından çok etkilenmişti. Ama Sosyalizmin ve komünizmin sınıf savaşımları ve özel mülkiyetin şiddet yoluyla kaldırılması aklına yatmamıştı. Sovyetlerin kurmak istedikleri bu sisteme geçmek ancak şartlar olgunlaştığı uzak bir gelecekte geçilebilirdi.

Bu yüzden Atatürk’ün gönlü bütün iyi niyetiyle uygar ülkeler dediği kapitalist ülkelerden yanaydı. Zaten toplum din kurallarına göre yönetim, bilim ve teknolojinin reddi nedeniyle çok geri bırakılmıştı. Kurtuluş savaşını bu toplumla yapmak zorundaydı ve toprak sahibi feodal şeyhlerden yardım almak zorundaydı.

Atatürk'ün önünde iki seçenek vardı; ya sırası gelmiş olan milli devlet ya da daha sonraki evre olan komünist devlet.
Atatürk, toplum yapılarının tarihsel sırasının ve toplumun feodal, eğitimsiz ve dinsel yapısı gereği milli kapitalist devleti seçmiştir.

Zaten Atatürk isteseydi bile bu toplumu sosyalime geçiremezdi.

Çünkü Türkler, Türkiye topraklarını ancak Kürtlerin ve Kürt bölgelerindeki toprak ağalarının şeyhlerin yardımıyla kurtarılabilmişti ve sosyalizme geçişin önkoşulu olan toprak ağalarının mülksüzleştirilmesi ve toprağın köylüye dağıtılarak köylülüğün özgürleştirilmesini içeren toprak reformu en azından bu bölgelerde yapılamazdı. Diğer bölgelerde de pek kolay olmazdı çünkü Osmanlı bir din devletiydi ve bir din devletinin en karanlık zamanını yaşıyordu. Çok aşırı bir dindarlık cahillik ve gerilik hakimdi.

Bu toplum din ile uyuşturularak o kadar geri bırakılmıştı ki halka ateizme dayanan sosyalizmi ve komünizmi benimsetmek mümkün değildi. Bu yöndeki çabalar ancak kargaşa yaratıp milli devleti de geciktirip engellemekten başka bir şey değildi. Bu toplumda ancak burjuva devrimi yapılabilirdi. Bu durumda Atatürk’e ancak sosyalizmi engellemek düşüyordu, o da bunu yaptı. Tıpkı dincileri, Turancıları engellediği gibi sosyalistleri de engellemesi gerekiyordu.

Bu toplumla sosyalizme geçilemeyeceğini Lenin de kabul etmişti. Bu toplumda ilerici burjuva devriminin desteklenmesi gerekiyordu.

Nitekim bu toplum günümüzde bile sosyalizm, komünizm deyince şeytan görmüş gibi tepki gösteriyor hala. Hala din devletine geri dönmek için akıl almaz bir çaba harcıyor.

Bu toplum sosyalizme geçebilecek düzeyde olsaydı Kurtuluş savaşı sırasında ya da 80 öncesi geçerdi ki hazır olmadığı için geçemedi.

Sosyalizme geçilseydi bile Sovyetlerde olduğu gibi karşı devrimle tekrar geriye dönmeye mahkumdu.

Yani bu ülkenin sosyalizme geçememesinin nedeni Atatürk değil, iliklerine işlemiş, beyinlerine kazınmış olan yüzyılların geriliğidir.

Türkiye halkına Türk milleti denir

Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” der. (Medeni Bilgiler, sf. 18 ve 351).

Oysa çeşitli etnik kökenden topluluklardan oluşan Türkiye Cumhuriyetini kuran halka neden Türk densin? Türkiye halkı ya da Türkiyeli denebilir ancak.

Peki Türkiye Cumhuriyeti halkına neden Türkiye halkı ya da Türkiyeli denmedi?

Yeni kurulan devletin adına neden bir etnik köken içeren “Türkiye Cumhuriyeti” dendi de bir etnik köken içermeyen, örneğin “Anadolu Cumhuriyeti” denmedi?

Çünkü bunlar tam da milli devletlerin kurulma amacına ve şekline uygun seçimler ve uygulamalardır.

Atatürk 1920’de bunu derken tıpkı Fransız devriminin yaptığı gibi diğer milliyetleri asimile etmeye yönelmişti. Bu tam da milleti etnik kökene göre tanımlamaktır.

Bunun böyle olduğu bu tanımdaki iki “Türkiye” bir de “Türk” olmak üzere üç kez Türklüğün vurgulanmasından da anlaşılmaktadır.

Tüm dünyada milli devletler bir etnik kökenin egemenliğine dayalı olarak kurulmuş adları da Fransa, Almanya gibi bu etnik kökeni belirtir şekilde konmuştur.

Burada ‘’Türkiye’’ ve “Türk milleti” denmesinin amacı Türk etnik kökenine dayalı birleştirici bir unsur olarak bir üst kimlik oluşturulmaktır ki bu da milli devletlerin kurulma amacını ve şeklini yansıtmaktadır.

Aynı şekilde Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene”, “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” “Türk, öğün, çalış, güven” gibi Türklüğü yücelten sözleri, birlik ve beraberliği tek bir etnik köken unsurunun sağlayabileceği, diğerlerinin asimile edilerek buna uydurulması gerektiği düşüncesinin sonucudur.

Atatürk’ün bu sözleri, halkı, daha önceki birleştirici unsur olan din dışında bir unsurda birleştirip motive etmek ve peşinden sürükleyebilmek için ister istemez söylemesi gereken sözlerdir.

Milli devlet kurulurken herkesi Türk yapmaya çalışmanın yanlış olduğunu artık günümüzde daha iyi anlaşılmış ve artarak tepki görmeye başlamıştır.

Aslında Marks ve Engels'ten beri hatta Sokrates'ten beri bunu anlayanlar vardı ama birkaç kişinin anlaması yetmezdi. Lenin’in anlaması da yetmemişti.

Atatürk diyor ki:

“Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir aşağılık yerde yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve akılları ağılayan yangı tohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren “Birleşik Dünya Devleti” kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz.’’

“Hayata ve geçinmeye hakim olan hükümlerin, zamanla değişimi, gelişimi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşlarının, fennin harikalarının, dünyayı yenilikten yeniliğe ulaştırdığı bir devirde, yüzyıllık köhne zihniyetlerle, geçmişe hayranlıkla varlığı korumak mümkün değildir.(…)”(30 Ağustos 1924, s. 87)

“Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler bütünüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyine hakikat nurları yerleştirmek olanaksızdır.”(30 Ağustos 1925, s. 92)

Atatürk bu anlamda bir enternasyonalist ve bir devrimciydi.. İleride, savaşların olmadığı, devletlerin birer şehir gibi olduğu bir dünya barışı ve düzenine geçilebileceğini söylüyordu. Ama o bile bunu çok uzak görürken halkın bunu anlaması beklenemezdi ve halkın uyum sağlayabileceği, dünyanın yarısından fazlasının geçmiş olduğu milli devlete geçirdi onları. Bugünkü iktidar, karşı devrim ve irtica hareketleri halkın bugün milli devleti bile henüz kabul edilemez gördüğünü gösteriyor ne yazık ki. Bu yüzden ittihatçılığın bugün de yaşamaya devam etmesine şaşmamak gerek.

Atatürk, zamanının gereğini kavrayıp yaparak bu toplumu din devletinden milli devlete, teokratik devletten laik devlete, otokratik devletten demokratik devlete, imparatorluktan cumhuriyete, ümmetten millete, kuldan bireye, tabadan hak ve söz sahibi vatandaşa geçirmiştir. Atatürk, egemenliği gökyüzünden yeryüzüne indirerek, dini devlet yönetiminden alıp bireyin vicdanına hapsetmiş, dini eğitimi kaldırmış, bu topluma doğaüstü inançları değil bilimi yol gösterici olarak göstermiş, ilerici, yenilikçi, değişimci, devrimci ve bu toplum için zamanının gereğini yapan biri olarak saygı duyulması gereken, en azından nefreti hak etmeyen bir liderdir.

Ama Atatürk’ten daha Atatürkçü kesilip de Atatürk'ü putlaştırmak, Atatürk'ün ilerici, yenilikçi, gelişimci, devrimci felsefesine aykırıdır. Bu, Atatürk’e, Atatürkçülüğe ve bu topluma yapılacak en büyük kötülüklerdendir. Aynı şekilde sosyalizme engel oldu diye onu yerden yere vurmak da çok yanlıştır.


Putlaştırmakla saygı duymayı karıştırmamak gerekir. Yani saygıyı putlaştırmaya dönüştürmemek, saygıyı putlaştırmak olarak anlamamak gerekir.

Burada putlaştırmak, tabulaştırmak, peygamberleştirmek, dogmatikleştirmek, mükemmelleştirmek, sorgulamaya, eleştiriye, yeniliğe, değişime kapatmak, olduğu gibi sürdürmek anlamındadır.

Hiç kimse ya iyi ya kötü değildir, herkesin iyi ve kötü, eğri ve doğru tarafları vardır.
Herkesin hataları, yanlışları, kötülükleri, suçları vardır. Hiç kimse mükemmel değildir.

Hiç kimse, hiçbir şey tabu olmamalı, sorgulanabilmeli, eleştirilebilmeli, ya iyi ya kötü olarak kabul edilmemeli, iyi ve kötü tarafları birlikte görülebilmeli, eğriye eğri, doğruya doğru denilmelidir ki ilerleme olsun.


Atatürk ve Atatürkçülük dinciler, Kürtler, Ermeniler tarafından zaten tamamen kötü görülüp nefret edildiği gibi sosyal demokratlar tarafından tabu haline getirilip putlaştırılarak dondurulur, dogmatikleştirilir. Sosyalist ve komünistlerin çoğunluğu tarafından da diyalektik ve tarihsel olarak görülemez. Atatürk’ün hiç doğru ve iyi tarafı yoktur, tamamen kötüdür. Atatürk büyük burjuvanın bir temsilcisidir, emperyalistlerin uşağıdır, ırkçıdır, faşist bir diktatördür, sosyalist devrimin baş düşmanıdır, sosyalistleri öldürmüş, sosyalizmi engellemiş, bir yığın katliam yapmıştır.

Ama Atatürk’ün din devletinden daha sonraki evre olan milli devletler evresine uygun olarak bu toplumu din devletinden milli devlete geçirmiş bir lider olarak tarihsel ve ilerici tarafı görmezden gelinir.

Tüm bunlar birer diyalektik ve tarihsel aymazlıktır.

Olaylara ancak diyalektik ve tarihsel bakılırsa Kürtler ve Ermeniler Türkleri, Türkler de Kürtler ve Ermenileri anlayabilir.

Atatürk’ün hataları olmuş olabilir ama kimse mükemmel değildir. Geçmişteki olay ve kişileri tarihsel yasaların zorunluluklarını da hesaba katarak olumlu ve olumsuz yönleriyle değerlendirmek, Atatürk’ü de sorgulamak ama eğrisine eğri derken doğrusuna da doğru diyerek sorgulayıp eleştirmek, geçmişteki olayları kan davası haline getirmemek gerekir.

Artık milli devletler evresinin geçtiğini, bunların günümüz için yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü bunlar artık diğer etnik kimlikleri aşağılamak, dışlamak, ötekileştirmek, bölücülük ve kışkırtıcılıktır, etnik milliyetçiliklerin ve çatışmaların kaynağıdır ve artarak tepki görmektedir.

Atatürk diyor ki:

"Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümlerin geldiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur."

"Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır."
M.K. Atatürk

Bu demektir ki zamanın gereği yapılacaktır, zamanı geldiğinde milliyetçilikten vazgeçilecek, zamanı geldiğinde dünya devletine ve vatandaşlığına geçilecek, zamanı geldiğinde milli devletten vazgeçilecek, zamanı geldiğinde sosyalizme, zamanı geldiğinde komünizme geçilecektir.

Ama önce bunlar dile getirilecek, anlaşılacak, çaba gösterilecek ki milliyetçilik, zamanı geldiğinde yok olsun. İşin acı yanı hemen yarın yapılabilecek şeylerin yapılması binlerce yıl alabiliyor, Yeni bir şey önce tepki görür, sonra yavaş yavaş alışılır sonra da herkes tarafından kabul edilir. Bunları dile getirmeye başlamak işin başlangıcıdır.

Din devletleri göreli doğruların içinden elenmiş sıra milli devletleri elemeye gelmiştir. Zamanımız milliyetçilikten, milli devletlerden vazgeçme zamanıdır.

Devletin milliyeti olmaz

Demokrasi en geniş anlamıyla her görüşün siyaset, iktidar ve uygulama özgürlüğüdür. Demokrasi, farklı görüşlerin siyasete taşınabilmesi demektir.

Atatürk bu konuda şöyle diyor: “..kültür ve ekonomi her türlü siyasete yön veren temeldir.”(D. Perinçek, Atatürk-Din ve Laiklik Üzerine, s. 239)

Demokrasi kapitalizmin serbest rekabetine uygun bir rejimdir. Demokraside din, milliyet, kapitalizm, komünizm gibi ekonomik ve kültürel kavram, kimlik, rejimlerle ilgili düşünceler, fikirler rekabet eder ve siyaset yoluyla iktidara taşınmaya çalışılır. Siyaset bu kimlikler üzerine yapılır. Demokrasi bu kimliklerin iktidar yarışı demektir.

Peki kimin için demokrasi, kimin için özgürlük? Demokrasi ve özgürlük herkes için geçerli mi? Her kimliği kapsar mı? Demokrasi kapsamının sınırı yok mudur? Herkes demokrasi ve özgürlüğü kendisi için istemiyor mu? Herkes demokrasi ve özgürlüğü başkaları için, karşıtları için de istiyor mu? “Düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini savunabilmen için canımı bile veririm” demiş Aydınlanma’nın ünlü düşünürlerinden Voltaire. Ama onun dediği uygulanıyor mu, uygulamak mümkün mü? “ Şeriat istiyoruz, din devleti kurmak istiyoruz”, ‘’dini eğitim istiyoruz’’ diyenlere “Demokrasi var, sizin düşünceniz de eşit hakka sahip, dediğinizi uygulamakta özgürsünüz” deyip haklarını savunacak mıyız? İktidar tüm düşüncelere açık mı? Hayır. Tüm düşünceler ve kimlikler demokrasi kapsamına giremez ve bu kapsam giderek daralmaktadır.

Farklı dinlerin ve mezheplerin siyasette, dolayısıyla demokraside yeri var mıdır? Yani farklı din ve mezhepler, toplumun kendi inanç ve kurallarına göre yönetilmesini isteyebilir mi?

Artık dinlerin siyasette yeri olmadığı gibi demokraside de yeri yoktur, bunlar demokrasiden çoktan elenmiştir, fakat bu bazı ülkelerde hala devam etmektedir.

Dinlerin demokrasiden elenmesi gerektiği gibi etnik kimliklerin de demokrasiden, yani siyasetten elenmesi gerekir.

Dolayısıyla devletin ne dini olabilir ne de milliyeti. Devlet dinsiz ve milliyetsiz olmalıdır.

Fakat devletin dininin ve etnik kimliğinin olmasını savunanlara göre bu antidemokratikliktir.

Oysa devlet, vatandaşları arasında etnik kökenine göre ayrım yapamaz. Etnik kökenine bakılmaksızın vatandaşların tümü aynı vatandaşlık haklarına sahiptir. Etnik kökenine bakılmaksızın vatandaşların tümü halkı oluşturur.

Devletin bir milliyeti olması demek bu milliyeti vatandaşlarına dayatması, onları bu kimliğe zorlamak demektir.

Devletin kendi milli kimliği varsa farklı milliyetlerden oluşan vatandaşları, halkı arasında ayrım yapıyor demektir.

Devletin bir milliyeti olması demek ve bir etnik kimlikle övünmek bu milliyetten olmayanları ötekileştirme, dışlama, aşağılama, kışkırtma, düşmanlaştırma, bölücülük ve milliyetçilik demektir.

‘’Ne mutlu Türk’üm diyene’’ denirse ‘’Ne mutlu Kürt’üm diyene’’ deme hakkı doğar.

Kürtler, Ermeniler ve diğer azınlıklar bu ülkede özgürdür; ülkenin en zengini de olabilirler, milletvekili hatta cumhurbaşkanı da olabilirler. Ancak, tek şartla: Türk kimliğini kabul etmek.

Türk milliyetçiliğine göre Türkiye’de farklı etnik kimliklerin barınabilmelerinin, rahat yaşayabilmelerinin koşulu egemen olan Türk kimliğine tabi ve sadık olmalarıdır. Bütün dünyanın bize karşı olduğu, herkesin bizi bölmeye çalıştığı paranoyası da sürekli dinamik tutulmaktadır. Türkiye’deki eğitim öteki etnik kimliklere karşı bunlarla koşullandırılmıştır. Bu koşullarda onların yabancılarca kışkırtılmalarına da zemin hazırlanmış olmaktadır.


Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı

Ulusların kaderlerini tayin hakkı var mıdır yok mudur, Kürtlerin ayrılmaya hakları var mıdır yok mudur sorununa gelince; komünizmde ulus, ulusal devletler, ulusçuluk yoktur. Dolayısıyla böyle bir sorun ya da hak söz konusu değildir. Bu sorunlar kapitalizmin sorunudur, ulusal devletler kapitalizmin tipik devlet şeklidir. Kapitalizmde ulusal baskı vardır ama ayrılma hakkı yoktur, çünkü tanınmaz, böyle bir hak istendiğinde kan çıkar. Kapitalizm koşullarında kansız ayrılma olmaz. Uluslar ancak savaş sırasında ya da devrim yaparak ayrılabilirler. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganı sosyalizmin bu ulusal baskılara tepkisidir.

Bu hakkı ancak sosyalizm tanır, sosyalizmde bu hak vardır ve kansız ayrılma gerçekleşebilir. Nitekim Sovyetler Birliğinin dağılması kapitalizme geri dönüş nedeniyle olduğu, kapitalist zihniyet egemen olduğu halde dağılmanın gerçekleşmesi üçüncü dünya savaşı gibi bir savaşa neden olmadan, fazla kan dökülmeden anlaşmayla olmuştur.

Bir ulusa yönelik bir baskı yani ulusal bir baskı varsa, o ulusun baskı yapan ulustan bağımsızlaşmaya yani ayrılmaya hakkı doğar. Ama eğer böyle bir şey yoksa yapılmıyorsa ya da yapmaktan vazgeçilmişse ayrılmak her iki ulus için de emperyalizme karşı tehlikeli olduğu için ayrılmanın gereği olmadığı gibi ayrılmaya hakları da yoktur. Çünkü birlikte kurulmuş olan bir devleti haksız yere ve hiç gereği yokken milliyetçilik yaparak bölmek yanlıştır.

Ama TC.’nin Kürtlere yönelik ulusal bir baskısı vardır, bu ulusal baskıdan vazgeçmemek onları ayrılmaya zorlamak demektir.

Asimilasyona, baskılara, ötekileştirmeye, ayrımcılığa, üvey evlat muamelesine, düşman muamelesine devam etmek tepkiyi ve terörü kışkırtmak, teröre neden olmak, teröre haklı çıkarmak demektir.

Baskı, terörü, terör baskıyı tetikler, artırır.

Ama Kürt sorunu yalnızca Türk milliyetçiliğinden değil aynı zamanda Kürt milliyetçiliğinden de doğmaktadır. Kürtlerin bir kısmının da baskı olsa da olmasa da ayrılıp ayrı bir devlet kurma düşünce ve niyeti vardır ki Kürtlerin eylemleri özellikle Ortadoğu karıştıktan sonra artmıştır ve karşılıklı çatışmanın nedenlerinden biri de bu Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanmaktadır.

Çözüm Türk tarafının acilen bu ayrımcılığı, baskıyı, milliyetçilik yapmayı bırakmasıdır. Kürtler bu durumda ayrılmak istemeyeceklerdir. Ayrılmak isteyen ve buna aşırı tepki gösteren aşırı milliyetçiler olacaktır ama az oldukları için sorun olmayacak, kısa sürede onlar da direnmeyi bırakacaklardır.
Kürtlere Türkler tarafından yapılan baskı ortadan kalktığında, ulusal bir baskı yokken Türkiye Kürtlerinin, Türkiye’den ayrılıp Suriye ve Irak Kürtleriyle birleşerek bir devlet kurmaya hakları var mıdır? Ulusal bir baskı olmadığında ayrılmak istemeleri ve eylemlerde bulunmaları milliyetçilik yapmak olur. Geleceğin komünist dünyası düşünüldüğünde böyle bir şey yapmaya kalkışmaları yanlış olduğu için buna hakları yoktur.

Ama, bunu şiddetle bastırmaya, engellemeye kalkışmak çok daha büyük bir yanlış ve haksızlık olduğundan gene de esnek davranıp ayrı bir devlet kurma hakkı tanınabilir. Çünkü milli devletler kurma kapitalizme özgü, tarihsel, yani geçici bir durumdur ama henüz bitmemiştir. Onların da bu tarihsel hakkı kullanmalarını, bu yanılgıyı yaşamalarını izlemekten başka yapacak bir şey yoktur.

Bunu Türk tarafı başlatmalı ama görünürde, sözde değil, geçekten bırakmaktır.

Aziz Nesin’in “Bulgaristan’da Türkler Türkiye’de Kürtler” şeklinde özetlediği gibi Bulgaristan Türkler için ne istemişsek Türkiye’deki Kürtlere de en azından o şekilde davranmalı çifte standart uygulanmamalıdır.

Din ve milliyet, zamanlarında birleştirici bir unsur olsa da artık çatışma kaynağı ve bölücü bir unsurdur. Dolayısıyla din ve milliyet toplumu birleştirici bir unsur olmaktan çıkarılmalı, demokrasi, siyaset ve iktidar dışı kalmalıdır. Yani din ve milliyet üzerinden siyaset yapmanın ve iktidara talip olmanın demokraside yeri ve bunların iktidar isteme hakları kalmamalı bunlar demokrasiden elenmelidir artık. Dincilik ve milliyetçilik yapmak artık suç terör olmalıdır. Din devletleri imparatorluklar dönemiyle ortadan kalkmıştır, milli birçok ülke kabul etmiş ve uygulamadan kaldırmıştır ama Türkiye gibi birçokları da henüz bu düzeye gelememiştir.

Aslında din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, namus çatışmaları, maddi çıkarların birer kılıfıdır. Bu çatışmaların hepsinin de temeli ekonomik. Yurt topraklarını sahiplenme, yurt savunması, yurtseverlik, kapitalist sistemin özel mülkiyet anlayışı ve alışkanlığının bir sonucudur.

Çatışma yaratmayacak ve herkese uyan küresel tek ortak kimlik “insan” dır. “İnsan” kimliği dışındaki tüm kimlikler çatışma yaratmaktan başka bir şey değildir.

Küreselleşme

Günümüz dünyası zaten küreselleşmeye, tek yasaya, tek hukuka, tek para birimine, işbirliğine ve bir dünya devletine doğru gitmektedir. Savaşların ayrımcılıkların ve sömürünün kalkması, ortak sorunların ortak çözümü için bir işbirliği yapılması için bu zorunludur. Ama geleceğin küreselleşmesi kapitalist değil komünist bir küreselleşme olacaktır. Yani sömürü için küreselleşme değil sömürüyü önlemek amaçlı, sömürüsüz işbirliğine dayalı bir küreselleşme yani enternasyonalleşme olacaktır.

Sovyetlerin dağılmasına bakıp da sosyalizmin komünizmin sona erdiğini, elendiğini sanmak büyük bir yanılgıdır, Sovyetler Birliğinin dağılması Komünizmin tarihin çöplüğüne atılması ve tarihin sonu demek değildir. Çünkü tarihin çöplüğüne atılan sosyalizm ve komünizm değil komünizme giden süreçte eksiğiyle, yanlışıyla sosyalizm ilk denemesiydi yalnızca.

Sovyetlerin dağılması kaçınılmazdı. Dikkat edilirse Sovyetler Birliği sosyalist Ekim devriminde ve Kemalist burjuva devrimde olduğu gibi bugüne kadar yapılmış olan devrimlerden bir süre sonra hep geriye dönülmüştür. Çünkü evrim duraklamalar, geriye gitmeler, sapmalarla iki ileri bir geri gidilerek gerçekleşir ama sonuçta ileri doğru gerçekleşir.
Bilimdeki devrimler de başlangıçta reddedilmiş ancak zamanla kabul edilmiştir. Bu yüzden devrimden bir süre sonra tepki gösterilerek geriye dönmek normaldir.

‘’Bir insanın akıllı davranması için üç yol vardır:
Birincisi, iyi düşünmektir, bu en soylusudur
İkincisi, taklit etmektir, bu en kolayıdır
Üçüncüsü, denemiş olmaktır, bu en acısıdır.’’

‘’Doğru yolu görüp de gitmemek var ya işte bu korkaklıktır.’’ der Konfüçyüs

‘’Bir musibet bin nasihatten iyidir’’ der bir atasözü.

Genelde nasihat bir işe yaramaz, insanlar nasihat edileni kendileri yaşayıp görmedikçe kabul etmezler, yeniliklerden değişimlerden korkarlar, güvende olmak isterler ve acı yolu seçerler. Toplumların tarihsel bir evreyi atlayamamalarının bir nedeni de budur.
Diğer bir nedeni yenilikler, gelişme, ilerleme, eski ve yeninin yanlış yönlerinin elenmesi, doğru yönlerinin alınmasıyla diyalektik bir şekilde gerçekleşir.

İnsanlar, toplumlar kapitalizmi tüketene kadar yaşayacaklar, kapitalizmin ve Sovyet sosyalizminin yanlış yönlerini atıp doğru yönlerini alarak yeni bir senteze ulaşacaklar.

Sovyetler Birliğinin dağılması komünizmin bir hayal olduğunun değil daha çok erken olduğunun bir göstergesidir.

Komünizm daha çok gelişecek ve gelmesi yüzlerce, belki de binlerce yıl sürecektir ama
gelmesi kaçınılmazdır, bu tanrının değil tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarının bir emridir.

Geleceğin dünyası din, mezhep, ırk, milliyet, cinsiyet ayrımı, kadınlar üzerine kurulu ahlak ve namus anlayışı, yolsuzluk, sömürü, haksız ve ihtiyaçtan fazla özel mülkiyet, para, miras gibi tüm çatışma kaynaklarının ortadan kalktığı, sınırların ortadan kalktığı bir dünya olacaktır.

Bu yüzden şimdiki dincilik, dilcilik, ırkçılık, milliyetçilik, insanları ve toplumları birbirlerine düşmanlaştırmaktan, çatışma ve savaşların kaynağı olmaktan, geleceğin dünyasını engellemekten, geciktirmekten başka bir şey olmayan ilkelliklerdir.

Dilcilik

Dil ayrımcılığı ne demek, o nasıl ortadan kalkacak, devletin bir dili demi olamaz? Elbette devletin bir dili olacak. Ama devletin herhangi bir milliyetin dilini seçmesi bir ayrımcılıktır.

Ama ırkçılık, milliyetçilik amaçlı değil kolaylık olması açısından, çoğunluğun alıştığı Türkçe’yi resmi dil olarak kullanmakta fayda vardır. Ancak diğer dillerin de gerektiğinde resmiyette ve eğitimde kullanılabilmesi gerekir.

Zaten gelecekte tek bir dünya dili olması kaçınılmazdır.

Diller de tüm canlı ve cansızlar gibi doğar, yaşar, evrim geçirir ve ölürler. Şimdiye kadar yığınla dil kullanılmış ve artık kullanılmaz hale gelmiştir.
Bu yüzden zaten gelecekte şimdiki diller ister istemez kullanılmaz hale gelecektir.

Ayrıca yabancı dil öğrenmek, bunun için zaman ve para harcamak zorunda kalmamak, tüm dünya insanlarıyla iletişimimizi ve konuşmalarımızı anadilimizle yapmak, tüm dünya medyasını, bilimi anadilimizle anlamak, izlemek, araştırmak, diğer insanlarla insanca iletişim kurmak, anlaşmak için gelecekte tek bir dünya dili olmak zorundadır.

Ama bu dil Türkçe olmayacağı gibi, Kürtçe ya da İngilizce de olmayacaktır. Geleceğin dünya dili dünya dilcilerinin hazırlayacağı yepyeni bir dil olacaktır.
Bu dil şimdiki dillerden çok daha hızlı konuşulup yazılabilecek bir dil olacaktır.
Bu dilin adı “İnsanca” olabilir. Gelecekte insanlar ‘’İnsanca’’ ile insanca konuşup anlaşabilecekler, diğerlerinin de bu dünyayı ortak paylaştığımız birer insan olduklarını anlayabilecekler, bu dünya üzerindeki sorunları, güzellikleri, yaşamlarını, akıbetlerini acısıyla tatlısıyla birlikte paylaşabileceklerdir.

Bu yüzden dilcilik de geleceğin dünya dilini geciktirmekten başka bir şey değildir.

Geleceğin enternasyonal dünyasının nasıl kurulacağını, nasıl olacağını tam olarak bilemeyiz ama tahminlerde bulunabiliriz. Şurası kesindir ki geleceğin dünyasında bugünün haksızlık, eşitsizlik, çatışma ve savaş yaratan tüm ayrımcılıklar ortadan kalkmış olacaktır. Bugün bütün bu ayrımcılıkların yapılmaması gerektiği, bunların hepsinin eşit olduğu, karşılıklı saygı, sevgi ve hoşgörü gösterilmesi gerektiği vb. söylenir, eşitlikten kardeşlikten bahsedilir ve tabii pek bir işe yaramaz. Bunlar yalnızca ağrı kesici görevi görebilir ama hastalığın kaynakları hala durur, biz de bunları eşitlemeye çalışır dururuz. Kökten çözüm, tüm bu ayrımcılık, çatışma yaratan kimliklerin resmiyetten ve uygulamadan kökten kaldırılmasıdır.


Çözüm, Kürt kimliğini yasal olarak kabul ettirmek ya da Kürt kimliğini yasal olarak kabul etmek, tanımak değildir. Bunlar ancak geçici çözümler olabilir belki.

Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında sonuç itibariyle ideolojik bir fark yoktur. Her ikisi de bir burjuva hareketidir, her ikisi de sermaye, kapitalizm ve emperyalizmin sürdürülmesine hizmet etmektedir.

Çözüm, başta Türk kimliği olmak üzere tüm dinsel ve etnik kimliklerimizden vazgeçmek ve tümünü resmiyetten ve siyasetten kaldırmak, karşılıklı ırkçılığı ve milliyetçiliği sona erdirmek, herkesin ortak kimliği olan 'insan' kimliğinde birleşmek, birlikte emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadele etmektir.

Kimliklerimizden vazgeçemediğimiz sürece çatışmalar sürecektir. Dinsel ve etnik kimliklerden vazgeçilmediği, sahiplenildiği, övünüldüğü ve savunulduğu sürece çatışmalar sürecektir

Geleceğin dünyası ne kadar ütopik gözükse de aslında bunlar arasında hemen yapabileceğimiz çok şey vardır.

Hemen yapılabilecek birkaç şey sorunun en azından önemli bir kısmını çözecektir:

Örneğin öncelikle sorunlara geleceğe yönelik bakabilir, çözümleri geleceğe yönelik düşünebilir, kapitalist sistemi oluşturan kurumları ve uygulamalarını değiştirmek için her türlü fırsatı değerlendirebiliriz.

Hemen, başta Türk kimliği olmak üzere tüm dinsel ve milli kimliklerimizden vazgeçebilir, tümünü resmiyetten, siyasetten ve uygulamadan kaldırabiliriz.
.
''Türkiye Cumhuriyet''i adının kaldırılıp mesela ''Anadolu Cumhuriyeti'' gibi etnik köken ve kimlik içermeyen başka bir ad konulabilir.

Bunlar hemen yapılabilecek şeylerdir.

Bunları yapan neden Türkler ve Türkiye olmasın? Neden dünya devletlerinin yapmasını bekleyelim? Bunlar bize bir şey kaybettirmeyeceği gibi ülke içinde ve dışında çok şey kazandıracaktır, bu kadar basit bir şeyin terörün önlenmesine çok büyük faydası olacak, diğer ülkeler karşısında itibar kazandıracaktır.


Milliyetçilik Irkçılık Yurtseverlik ile İlgili Sözler

Din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, namus çatışmaları, maddi çıkarların birer kılıfıdır. Bu çatışmaların hepsinin de temeli ekonomik. Yurt topraklarını sahiplenme, yurt savunması, yurtseverlik, kapitalist sistemin özel mülkiyet anlayışı ve alışkanlığının bir sonucudur.

Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında sonuç itibariyle ideolojik bir fark yoktur. Her ikisi de bir burjuva hareketidir, her ikisi de sermaye, kapitalizm ve emperyalizmin sürdürülmesine hizmet etmektedir.

Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur. - William Inge

Bir insanın ülkesini sevmesi takdir edilecek bir şey. Ama sevgi neden sınırda bitmek zorunda? - Pablo Casals

İnsanlardaki miliyetçiliği uyandırmak için savaş davullarını çalan bir liderden uzak durun. Çünkü şüphesiz milliyetçilik iki ucu keskin bir kılıçtır. Hem insana deli cesareti verir, hem de aklı daraltır. Ve savaş davullarının sesi azaldığı zaman ve kan nefretle kaynadığı zaman ve akıl kapandığı zaman, lider vatandaşlarının haklarını kısıtlamak ihtiyacı duymaz. Çünkü korkuyla vurulan ve milliyetçilikle körleşen vatandaşlar büyük bir memnuniyetle haklarını lidere teslim ederler. Bunu nasıl mı biliyorum? Biliyorum, çünkü bunu yaptım. Ve ben Sezarım! - Sezar

Bütün savaşlar iç savaştır çünkü bütün insanlar kardeştir. Her kişi, insan ırkına, doğduğu ülkeye olan borcundan sonsuz daha fazla borçludur. - Francois Fenelon

Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın kızamığı. - Albert Einstein

Milliyetçilik, bayım, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır. - Samuel Johnson

Dünyanın uzayda ufacık bir nokta olduğunu gördükten sonra, milliyetçiliğin en aşırı çeşitlerinin nasıl hala ayakta durabildiğini anlayabilmek kolay değil. - Arthur C. Clarke

Gorbacov'a eğer aniden başka bir gezegenden dünyaya bir tehdit gelseydi bu toplantılarda işimizin ne kadar kolay olacağını söylemekten kendimi alamadım. Bir kez daha bu dünyada beraberce insan olduğumuzu hatırladık. - Ronald Reagan

Geleneksel Milliyetçilik, Atomun Fisyonunundan Kurtulamaz. Ya Tek Dünya! Ya Da Hiç - Stuart Chase

Irkçılık cahilin sığınağıdır. Bölmek ve yok etmek ister. Özgürlüğün düşmanıdır ve kafaya kafaya çarpışıp yok edilmeyi hak eder. - Pierre Berton

Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak ve onların yerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır. - Mustafa Kemal Atatürk

Vatanseverliği insan ırkının aklından silmedikçe asla sessiz bir dünyamız olmayacak. - George Bernard Shaw

Gerçek uygarlık, herkesin diğerine kendisi için istediği her hakkı vermesidir. - Robert Ingersoll

Benim ne ırk önyargım var, ne sınıf önyargım var, ne de din önyargım var. Tek umursadığım, kişinin insan olması ve bu benim için yeterli.( Mark Twain)

Benim uğruna savaşacak bir ülkem yok; benim ülkem dünya, ve dünya vatandaşıyım. - Eugene V. Debs

Hakikâte yalnız bir yoldan gidilir; fakat ondan uzaklaştıran yol, binlercedir!( La Bruyere)

Doğrular, gerçekler ne kadar engellense de er geç yollarını bulurlar!

İnsanın yalnız gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir!

Filozoflar bugüne kadar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler oysa önemli olan onu değiştirmektir! (Karl Marks)

Kapitalizm tarihsel bir evredir, er ya da geç çökecektir!

Sosyal gelişim, sosyalizm ve komünizm bir zorunluluktur ancak bunu gerçekleştirecek olan insanlardır, emekçilerdir!

Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır!

Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil (Konfüçyüs)

Bir insan, başkalarına, sadece yaptıklarıyla değil; yapmadıklarıyla da zarar verir. Ve her iki durumda da onlara karşı zarardan eşit miktarda sorumludur. - John Stuart Mill

Bütün dünya yanlış, bir tek sen doğru olabilirsin...Sen yoksan çok eksiğiz!

Doğru yolu görüp de gitmemek var ya işte bu korkaklıktır(Konfüçyüs)

Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa!(Nazım Hikmet)

Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir ama hak ve özgürlüklerine saygı göstermek zorundadır!

Milliyetçilik sosyalizm için bir turnusol işlevi görür; milliyetçi isen sosyalist olamazsın!

Devletin dini olamayacağı gibi milliyeti de olamaz!

Dincilik dinciliği, milliyetçilik milliyetçiliği, insanlık insanlığı doğurur!

Tüm milliyetçiliklere hayır!

Çatışmalara, savaşlara, şiddete hayır’

Yurtta barış, dünyada barış!(Atatürk)

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine!(Nazım Hikmet)

NE MUTLU İNSANIM DİYENE!

DÜNYANIN TÜM EMEKÇİLERİ BİRLEŞİN, DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN!(K. Marks

Nilüfer Tekin