21 Aralık 2011 Çarşamba

Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol-Fikret Başkaya

Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Fikret Başkaya


Tolga Ersoy

Türkiye’ye özgül ‘’burjuva demokrasisi’’ deneyiminin/deneyinin iflasının ya da çöküşünün en kesin kanıtlarından birisini onun seçim retoriği oluşturuyor.(...)iyi bir şekilde biliyoruz ki sermaye ve onun ideologları tarafından salt seçim olgusuna indirgenen demokrasi oyununda iktidar inisiyatifi olanların, iktidar üzerinde söz ve ‘’görüş’’ hakkı olanların tümü sermayeye taraftır ve hangisi kazanırsa kazansın gerçekte kazanan sermayedir. S. 7 ...demokrasiyi de tanımlayan kendisi değil midir zaten? Halkından da beklediği onun yaptığı seçimi onaylamasından başka bir şey değildir. s.8

Tabii bu arada acil devrim sorunlarıyla uğraştıkları için ya da devrim kapının hemen ardında olduğu için bu oyunu küçümseyen derin sol’umuzdan da söz etmeden geçmenin haksızlık olduğunun bilincindeyiz. S. 8

Bu sunuda biz seçime katılan ya da katılmayan kimi ‘’sol’’ unsurların seçim sürecinde sıkça dillendirdikleri kimi kavramları ya da bu bağlamda izledikleri politikaları irdeleyeceğiz ve tabii kısaca, s.8

İlk olarak en sofistike olanını ele alalım:

Yurtseverlik

Vatan/Yurt; doğup büyünülen yer, bir ulusun kendisine egemenlik alanı olarak tanımladığı toprak parçası. S.10

Vatan, iktidarın belki de en has meşruiyet dayanağıdır: mülkiyet ilişkileri üzerinden gelişen iktidar kurumu egemenlik alanının sınırları üzerinden meşruiyet kazanmaktadır.

-‘’Vatan/yurt toprağının savunulması zorunludur’’
-‘’Kime karşı?
-‘’Düşmana’’
-‘’Düşman kim? Bir başka egemenlik alanını çizen başka ‘’vatanseverler/yurtseverler’’Tolga Ersoy, s.10

İşin özü, vatan/yurt denilen şey, egemenlerin sermaye birikimlerinden, kasalarından başka bir şey değildir. Önceden de öyleydi, şimdi de böyledir.s.11

Emperyalizmin kapitalizmin sürdürülebilirliğinin biricik garantisi olduğu kanıtlanana kadar ‘’yurt’’ ulusal kapitalistlerin serbest dolaşım alanından başka bir şey ifade etmiyordu. Yurt sevgisi ya da yurtseverlik denen şey, burjuvazinin bizleri diğer ulusların burjuvazisine göre daha rahat sömürdüğü ve bu sömürüsüne hukuki ve zor meşruiyeti kazandırdığı alana, ulusal sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasına duyduğumuz mistik, ilahi ve hatta uhrevi bir bağımlılıktan başka bir şey değildirVe hiç kuşku yok ki bu türden bir bağlılık ya da bağımlılık pek de zekice bir şey değildir!s.11

Ve çok kolay bir şekilde gösterileceği gibi yurtseverlik/vatanseverlik uğruna feda edeceğimiz herhangi bir şey ya da her şey egemenin/sermayenin kendisini yeniden üretmesinden ya da onun kasasının dolmasından başka bir işe yaramamaktadır. Yani amiyane bir tabirle, şehit ya da gazi olmaktan sen nasıl bir haz alırsın bilinmez ama ‘’onların’’ gözünde her zaman ‘’niyazi’’sindir(Tolga Ersoy, s.11)

Bugün burjuvazinin dillendirdiğimiz anlamda pek yurt kaygısı kalmamış gibi gözükmektedir; ancak küreselleşmeci sermayenin yurt/vatan sorununu uyanık tutmaktan da sonsuz yararı olduğu görülmektedir. İşte birkaçı: bir: enternasyonalin değerlerini küçültmek bu yolla olanaklıdır, bu bağlamda fayda gördüğü kesindir. İki: milli duyguların sürekli provake edilmesi sömürünün zorunlu uluslararasılaşmasını perdelemektedir. Çoğaltılabilir. Örneğin üç: Yurtseverlik militarizmin başlıca dayanağıdır, militarizmin bugünkü retoriğini ise ‘’teröre karşı savaş’’ oluşturmaktadır... s.11

Peki ‘’sol’’un bu batakhanede işi nedir; diğer taraftan ‘’keşke bir tek burası olsa’’ diye söylenmeden de edemiyoruz...s.11

Sosyalist devletin savunusu’’ sorunu yurtseverlik sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur....s.12

Emperyalizme ya da faşizme karşı geliştirilen savunu düşüncesi, yurtseverlik konusunu, hiç de özgün olmayan ve aslında ötekinden neredeyse hiçbir anlamlı farklık içermeyen sosyalist devlet militarizminin en güçlü argümanına dönüşmüştür. Bugün Türkiye’de ‘’yurtseverliği şiar eden onu tüm sloganlarının ortak öznesi konumuna yükselten ‘’sol’’ ya da ‘’komünist’’ partiler Stalinizmin pragmatizmine takılıp kalmışlardır ve hiç kuşku yok ki Stalinizmin bu türden yorumlaruyla resmi ideoloji arasındaki yakınlık onların bir hobi faaliyeti olarak bile olsa siyaset yapmalarını kolaylaştırmaktadır. S.12, 13


Ulusalcılıkla milliyetçilik aynı bedenin kendisini farklı tanıtmasıdır. Yurtseverler kendilerini tanımlarken daha fazla bir sol duruşa da azami özen göstermeye dikkat ederler ve resmi ideolojiyle doğrudan bir hesaplaşma konusunda da alabildiğine isteksiz olmanın ötesinde hiçbir zaman bu hesaplaşma konusunda açık niyetli, dürüst olmamışlardır ve bizlere eleştiri getirirken ya da bizlerle tartışırken dışa vuran tavırlarıyla resmi ideolojinin has sözcülerinden farklı olmadıklarını gösterirler. S.13.

Hiç kuşku yok ki, kapitalizmin küresel saldırısına karşı koymanın yolu emperyalist paylaşım savaşlarında olgunlaşan yurtseverlik retoriği değildir.(Tolga Ersoy, s.13)
Kapitalizmin çizdiği sınırları korumak ya da küreselleşen burjuvazimizin iç pazarının sınırlarını savunmak hiçbir çağda sosyalistlerin görevi olamaz. S.13 Kendilerini komünist ya da ‘’sol’’ olarak tanımlayanlar tartışma dışı.s.13Direnç noktamız var ve bu nokta son günlerde sıkça dile getirildiği üzere yurt sınırları değil sınıf ve ideoloji. S.13 Tarihte olup bitenleri yurtseverlik eksenli tartışmaya başlayıp sınıf mevzuu atlandığında tümüyle yanlış bir okumaya gidileceği unutulmamalıdır. Temel ayracımızı ya da öncelikli paydamızı ‘’sınıfın’’ oluşturduğu unutulmamalıdır. S.13 Dünya tarihinde Marx’a gelene kadar tarihin bir sınıflar mücadelesi olduğu formüle edilmemişti. Ben amatör bir tarih okuyucusu olarak henüz Marx’ın bu postulatını olumsuzlayan bir öğe-tarihsel olgu ile karşılaşmadım. İşte sosyalist olabilmenin koşullarından bir diğerini de tarih bilincine sahip olunması oluşturmaktadır. Bu bağlamda devam sorumuzu ‘’yurtseverlik ve sınıf nerede bir araya geliyor’’ oluşturur ve taa en baştan kurgusu dahi yanlış bir soru olduğu ortadadır! s.14

Ulusalcılık

...Resmi ideolojiye ait çözümlemeler yoğunlaştıkça ve ‘’sol’’ resmi ideolojinin ve resmi tarihin cenderesinden kendisini kurtardıkça ulusalcılık denen virüsü tanımlamak daha da kolaylaşmaktadır ve bu virüsle başlayan mücadele bu ölümcül hastalığın belirtilerinin daha da şiddetli bir şekilde ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ulusalcılık adıyla nükseden bu sol-faşizm virüsü canhıraş bir çaba ile egemenlik sahasını savunmaya geçmiş ve ulaşabildiği her yerde elinden geldiğince kendisini, yapabildiği ölçüde kendi gücünü ve zorunu göstermekle görevlendirilmiştir. O, resmi ideolojinin en güçlü savunu araçlarından biri olmakla görevlendirilmiştir. Ulusalcılık, 28 Şubat-27 Nisan darbeler zinciri sürecinde alabildiğine güçlendirilen bir ideolojik argüman olarak sıkça karşımıza çıkmaktadır. Tolga Ersoy, s.14 Bir ara not olarak irdelenmesi zorunlu, küreselleşmeci yağma azgınlaştığı ölçüde ulusalcılık hezeyanlarının alabildiğine kışkırtılmasına bu postmodern darbeler döneminde azami özen gösterildiği unutulmamalıdır.Ve bir kez daha tekrarlamakta sakınca yok, milliyetçilik ne demekse ulusalcılık da odur Tolga Ersoy, s. 14

Birçok yerde birçok kez dile getirildiği gibi ulusalcılık sosyalizm için bir turnusol işlevi görür; ulusalcı/milliyetçi isen sosyalist olamazsın, değilsindir zaten, kendini nasıl (ne) hissettiğin önemli değildir ve bu halinle ve iddianla sosyalizm için olsan olsan bir asalaksındır en fazlasından.’’ (Tolga Ersoy, s.14 )

Ulusalcılıklar ya da ulusalcılarla ilgili olarak ilk dikkat çekilecek noktanın bunların ne egemen ideoloji ile ne de resmi ideoloji ile bir sorunları olmadığıdır. S.14, 15

‘’Bu konuya yaklaşımda temel önermelere sahip olunması gerektiğini ve bu önermelerin ‘’yeniden değerlendirme’’ durumunun sonucu olması gerektiğini düşünüyorum.15

1)Başlangıcından itibaren bugüne gelinceye dek (ve hatta yarın) ulusal kurtuluş hareketlerinin geniş katılımlı ancak özünde geniş kapsamıyla bir burjuva hareketi olduğu ve bu bağlamda bu hareketlere ‘’sınıfsal’’ bir değer yüklenilmesinin stratejik bir hata olduğunu,

2)Yirminci yüzyıl başlarında daha çok taktik ve stratejik bir program olarak dile getirilen ulusal bağımsızlık tezlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı siyasetinin sonuçları itibariyle, bugünkü konjonktür itibariyle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini,

3) Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında sonuç itibariyle ideolojik bir fark olmadığını ve her ikisinin ve benzerlerinin dün-bugün ve yarın itibariyle emperyalizmin bir projesi olduğunu, olacağını ve bunun kanıtlandığını ve kanıtlanacağını düşünüyorum. (Tolga Ersoy, S. 15)

Bu yaklaşımla her ikisinin de bir burjuva hareketi olduğu ve sınıf eksenli yaklaşımlar için tehlikeli tuzaklar içerdiğini unutmayalım. Tüm taraflar için pragmatizm bu tuzağın adıdır, ne var ki bu tuzağa sermaye hiçbir zaman düşmemiş ya da kazanan hep o olmuştur. Ve her şeyden önemlisi ‘’ulusal bağımsızlık’’ olgusuna saygı duymamın bu düşüncelerimle de çelişmeyeceğini savunuyorum. Örnek olsun; bugün itibariyle niteliği ve niceliği ne olursa olsun tümüyle emperyalist bir projeye ya da proleter silsilesinin bir parçasına dönüşmüş Kürt milliyetçiliğinin, ‘’kimileri’’ gibi bir devlet olabilme hayali uğruna emperyalizmin bölge karakollarından biri olmaya hazır ve bu yolda diğer ulusların soykırımına göz yuman ve aracılık eden Kürt milliyetçiliğinin, sosyalist ideolojinin herhangi bir yeri ile ilgisi olmadığını ve olamayacağını düşünüyorum. Başa dönerek tekrarlayalım; her kim söylerse söylesin ulusalcı diye niteleyeceğimiz hiçbir şey sol ya da sosyalist değildir. Türk, Kürt fark etmez...! (Tolga Ersoy, s. 15)

Sol’un önemli bir kısmının resmi tarih/resmi ideoloji diye bir sorunu olmadığını ya da bu acil devrim günlerinde böyle sorunlarla uğraşarak vakit kaybetmek istemediğini görüyoruz. Ertelenen bu hesaplaşma söz konusu ve bu ertelemenin en önemli nedenlerinden birisini iyimser bir yaklaşımla sol’un Kemalizm’le olan bağını kopartamamasından çok kopartmaması oluşturuyor; bu hesaplaşmayı yapamayan sol, resmi ideoloji ile olan yakın duruşuna bağımlı hale geliyor ve bu sürecin sonunda oluşan bağımlılık ilişkisi sol’u sol olmaktan çıkaran unsurların başını çekiyor. Tolga Ersoy, s. 16

‘’Diğer taraftan resmi tarih tartışmalarında her an karşımıza çıkan bir diğer unsur, sürekli uyanık olmamızı zorunlu kılıyor; dinci ideolojiler. Bugün kendisini sol olarak tanımlayanların bir kısmı dinci ideolojilerle ‘’demokrasicilik’’ oyunu adına yakın durmakta ya da geçmişi unutup ve ‘’küresel’’ örnekleri yok sayarak onları savunmakta bir sakınca görmemektedirler...Onlarla düzene ya da egemen ideolojiye karşı bir ittifak kurulabileceğini düşünenler bile var. Kuşkusuz bu durum kendimize ait demokrasi tanımından uzaklaşmakla, burjuva demokrasisine biat etmekle de ilgili. Bu tür bir demokrasi tanımına sahip olanların güncel politikalar ve güncel politik değerlendirmeler üzerinden, sırtını tümüyle devlete dayamış, kendisini hibir zaman devletten ve resmi ideolojiden ve egemen ideolojiden bağımsızlaştırmamış, ayrı tanımlamamış ‘’dincilerden’’ düzene karşı pragmatik ittifaklar arayışının zayıflıktan başka bir şey ifade edemeyeceği ortadadır. Ancak bu bağlamda resmi ideoloji ile bağını koparamamış ve ulusalcılık şiarını benimsemiş ‘’sol’’un bir ikilemi onun genelde daha da güçsüzleşmesine neden oluyor. Dinci ideolojilere yönelik mücadelelerinde onların egemen ideolojilerle, sermaye ve emperyalizmle olan ilişkilerine yönelik mücadelelerinde, resmi ideolojilerinin emperyalizm karşısındaki konumlanışını göremediklerinden en baştan yenilgiye mahkûm oluyor. Mücadelenin bir iç mücadele olduğunun, bir düzen içi çatışma olduğunun ve kendilerinin de bu iç çatışmada bir taraf konumunda olduklarının farkına varamayabiliyorlar; en azından kitlelerin bu farkındalıkta olmadığını söyleyebiliriz. Emperyalizm için ‘’şimdilik’’ kaydıyla önemlerini yitirdiklerini göremiyorlar, hiç kuşku yok ki gereksinim duyulduğunda, duyulursa itibarı iade edilecektir. Özetle; bu bağlamda her ikisi de, hepsi de sermayenin ideolojik alanlarını oluşturmaktadır. Bu savaşta ‘’ulusalcı sol’’ kendisine rakip olarak ‘’dincilerle’’ birlikte ‘’liberal-demokrasilik oyuncusu’’ sol’u seçmiş görünüyor ki, bunun da bizim tanımladığımız sol ile bir ilişkisi olmadığını sanırım burada tekrarlamaya gerek yok. S. 16, 17

Bugün yaşananlardan birisini oluşturan ‘’ laikçi gericilik’’ ile ‘’kökten dinci gericilik’’ arasındaki çatışmada taraf olmak, taraf olmaya çalışmak bu türden bir aymazlığın göstergesidir. Bu düzen içi bir çatışmadır; bu türden bir tartışmaya, ‘’ancak kaydıyla’’ üçüncü bir taraf olarak katılınabilir ve bu tartışmaya üçüncü bir taraf olarak katılmanın anlamı kayıtsız şartsız diğer ikisinin karşısında olmaktır. İslamcılıktan dinciliğe dek uzanan tüm siyasi söylemler, resmi ideolojinin temel argümanları arasında yer alır ve bu durum onun ‘’gericilik’’ argümanıyla hiç de çelişmez, aksine onu tamamlar. Bu çatışmada anahtarın egemen ideolojinin elinde olması taraflardan birini ya da ötekini ‘’ileri’’ bir konuma da yükseltmez, onu ‘’ilerici’’ yapmaz. Burjuva-sermaye kendisini korumak için İslam/din argümanına başvurabilir; ki bu, Kemalist pragmatizmi gösterir. Resmi ideoloji alanındaki yansıması budur. Agresif bir sermayeleşme projesinin de adı olan Kemalizm’in politika oyununda ona bir yandaş taraf olarak oynamak kadar burjuva demokrasisinin kimi değerlerine sarılıp laik gericilikle olan iç tartışmasında kökten dinciliğe yandaş taraf olmak da resmi ideoloji ile hesaplaşmasını yapamamış bir sol’un hastalığıdır. Sol, ‘’liberal demokrasicilik’’ oyunundan vazgeçmediği sürece düzenin meşruiyet araçlarından birisi olmaya devam edecektir.’’ Tolga Ersoy, s. 17, 18

Yurtseverlikle birlikte ulusalcılık, kimi zaman ayrı ayrı imiş gibi görülse bile bütüncül bir bakışta ayrılığın olmadığı rahatlıkla far edilecektir. Tolga Ersoy, s. 18 Her ikisinde de ‘’sınıf’’ vurgusunun olmadığını, sınıfın olmadığını üzülerek tekrar tekrar not etmeliyiz. Sol, sınıftan uzaklaştığı, ideolojisinden uzaklaştığı ölçüde egemen resmi ideolojilerin etki alanında politika yapmaya bağımlı hale geldi ve onlara benzedi, onların tanımladığı başarıyı fetişe etti ve bu kuşkusuz yeni bir şey değildi! Onların çizdiği sınırlar içinde onların koyduğu kurallar ve olanaklar dahilinde oynamaya başlayınca onların tanımlarına da bağımlı hale gelmesi kaçınılmazdı. Bu bağımlılık benzeşmeyi tanımlayan önemli bir unsurdur. Bugün ‘’ulusalcı sol’’ un ya da ‘’sol-kemalizmin’’ diline doladığı ‘’laiklik tanımı bu sınırların ötesinde, sol’da daha geniş bir şekilde etkili olmaktadır ve yukarıda sözünü ettiğimiz türden benzeşme sol’un kendi laiklik tanımını unutturmasına ve bunun üstüne siyasetini resmi ideolojinin tanımı üzerinden geliştirmesine neden olmuştur. Tolga Ersoy, s. 18

Öznel-geleneksel nedenlerle modernleşmeyi tamamlayamamış, böyle bir çabası da olmayan resmi ideoloji bu ‘’tamamlanamamışlığın’’ yaratacağı boşluğun neden olacağı politik sorunlarla baş etmenin yolunun kendi laiklik tanımını geliştirmiştir ve yeniden tanımlanan ‘’laiklik’’ yeni bir din yaratılmasının da adı olmuştur ve bu tanımlanan din alanı içinde ‘’ılımlı’’ İslamcılıktan kökten dinciliğe kadar uzanan her türlü argümana gerektiğinde gerektiği kadar olmak kaydıyla fazlasıyla yer bulmaktadır....oldukça kısa bir sürede din unsuru devletin politik arenadaki en önemli manevra alanlarından biri oldu. Ve bu bağlamda ulaşılan yer ‘’devletin dini’’ olgusunun ortaya çıkması olarak tanımlanabilir. ‘’Devlete mas olmuş haliyle din, laiklik olgusunun tümüyle yeni bir dinden başka bir şey olmadığını’’ bize konumuz bağlamında bir kez daha göstermiştir. Egemen güç olarak devletin olduğu her yerde herhangi bir şekliyle din olgusu ortaya çıkmaktadır. Bizde anlaşıldığı anlamıyla laklik ya da laikçi gericilik bu çıkış şekillerinden ya da yeni dinlerden yalnızca biridir. Dini bu haliyle kontrol altında tutmak isteyen devletin bu olguyu çok iyi değerlendirdiği Türkiye örneğinde de rahatlıkla izlenebilir. Bu iç çatışmada ulusalcılığa düşen bu retoriği korumakta üstlerine düşeni yapmaktan ibarettir. Tolga Ersoy, s.18, 19

12 Eylül darbesinin nedenlerinden biri de, tabii faşist cuntacıların söylediklerini dikkate alırsak, irticai kalkışmalardı, söylem bu şekildeydi. Bir Konya mitingi görüntüleri pişirilip pişirilip önümüze getirilmekteydi. Oysa bugün bu darbenin kapitalizmin ve emperyalist projelerin bir şaması olduğunu, açık bir sınıf saldırısı olduğunu biliyoruz. Yeni/post modern darbeleri ya da eski klasik darbeleri 12 Eylül’de oldukça net bir şekilde gördüğümüz bu unsurdan dışlayabilmemiz mümkün mü? İrtica-gericilik söylemini iktidarı boyunca kullanan, ‘’laiklik elden gidiyor’’ diye feryat eden 12 Eylül faşistlerinin ülkeyi-sınıfı emperyalizme peşkeş çekerken, tarikatlara sermaye aktardıklarını, onları holding haline getirdiklerini ya da devlet memur maaşlarını Suudi sermayesi ile ödedikleri ya da Konya mitinginin ön sırasını oluşturanların devlet yönetimine getirildiklerini unutmadık mı? 28 Şubat’ın ya da ardıllarının, 27 Nisan 2007 e-mailli darbenin onlardan bir farkı var mı? Onlar da ‘’irtica’’ ya da ‘’laiklik’’ sölemini yüz seneden bu yana kullanıldığından farklı bir şekilde mi kullanıyorlar?...İrtica ya da laiklik sözlerini dillerine dolamış cuntacılarımız sermaye/sınıf ilişkilerinin neresinde duruyorlar, sermayeye nasıl hizmet ediyorlar? Tolga Ersoy, s.19, 20

İrtica söyleminin her kullanımından niçin solun zararlı çıktığını yaşayarak öğreniyoruz, tıpkı her cuntanın irticayı daha da güçlendirdiğini, her darbenin ardından sermayenin bir bin koyduğunu yaşayarak öğrendiğimiz gibi; o halde bu cunta saplantısı neden? Ya da aynı yelpazenin başka bir yerinde duran yurtsever komünistlerimizin ‘’militarizm övgüsü durumu’’ neden? Türkiye solunun tarihsel gelişimi sürecindeki yalpalamaları gözden geçirildiğinde bu sorunun yanıtına ulaşmak kolaylaşacaktır. Diper taraftan unutulmaması gereken bir nokta vardır ki o da benzer bir şekilde söz ettiğimiz türden solun antiemperyalizmi algılayışıyla ilgilidir ve bu türden bir algı resmi ideolojiyle olan girift ilişkiyi de örnekleyen unsur olarak göze çarpar. ‘’Sol’’, daha doğrusu resmi ideolojiden bağımsızlaşamamış ‘’sol‘’, kapitalizme karşı olmadan anti emperyalist olunamayacağını öğrenememiş durumdadır! Resmi ideolojinin onun beyninde yaptığı tahribat tarihi anlamasını dahi olanaksız hale getirmiş ve onu bu bağlamda da köleleştirmiştir. Dolayısıyla ‘’antiemperyalist ulusal mücadele’’ masalıyla oyalananların olup bitenler karşısında sermayenin konumunu anlamalarına olanak olmadığı gibi, bu masalın artıklarıyla yaşayabileceklerini sanmaları da doğaldır! Tolga Ersoy, s. 20, 21

Bu sunuda cuntacılık olgusuna değinmek zorunluluktur, çünkü ulusalcı sol’un yegane zor desteklerinden birini oluşturmaktadır. Özellikle 60 sonrası bu eğilim kendisini çekinmeksizin tanımlamaya başlamıştır. Bir askeri cunta bu tarihten itibaren ulusalcı sol için iktidarın başlıca araçlarından biri olarak görülmeye başlanmıştır. Kuvayı Milliye’nin niteliği konusunda tümüyle yanılan Kıvılcımlı’nın ikinci Kuvayı Milliye çağrısı, YÖN hareketi; Milli Demokratik Devrim ve hatta kimi zamanlarda anılan süreçte olmak kaydıyla THKP-C hareketinde sınıf’tan çok silahlı kuvvetler ön plana çıkarılırken antiemperyalizm kavramı da sınıftan uzaklaştırılmakta düz bir anti Amerikancılığa indirgenmekteydi. Bugün de ulusalcılığın başlıca tepkisi bu şekilde biçimlenmekte Amerika kelimesinin yerini küreselleşme, ABD ya da AB almaktadır. Ve tüm gelişmelere karşın ulusalcı sol derin teorilerinde, 60’lı yıllarda olduğu sınıf ilişkilerinden uzak bir ordu kavramı kurgulamaya devam etmektedir ve tıpkı 60’lı yıllarda olduğu gibi hatalı bir kurgudur. Ve bugün itibariyle şaşkınlıkları yenilgilerini gizleyecek kadar yoğun bir şekilde dışa vurmuş haldedir. Ve tıpkı 60’lı yıllarda olduğu gibi bu bağlamda kendilerini savunurken Lenin’in ‘’İki Taktiğine’’ gönderme yapmaları, bu metni dayanak noktalarından biri olarak göstermeleri de ilginç olmanın ötesinde sosyolojik bir olgu olarak ele alınmayı beklemektedir....Tolga Ersoy, s. 21, 22

Tolga Ersoy


Türkiye’de Sol Hareketin İdeolojik Geri Planı Üzerine Bazı Görüşler-Fikret Başkaya
Türkiye’nin tarihinde (tabandan N.) bir modernite devrimi ve aydınlanma yaşanmamış olması, geleneksel kültürün varlığını sürdürmesini sağladı. Aynı şekilde anti sömürgeci, antiemperyalist mücadelenin mirasçisi olmamak, bir iç savaş sürecinden geçmemek, sınıf mücadelesinin cılızlığı, sol söylemin geleneksel kültüre yamanması sonucunu doğurdu. Gelenksel kültürden kopuşun mümkün olmadığı koşullarda sol hareketin kendi dilini, kendi kültürünü, kendi söylemini ve kavramlar dünyasını oluşturması da pek mümkün olmayacaktı. Geleneksel kültürden bağımsızlaşamayan, kendi özgünlüğünü kanıtlayamayan sol hareket, farklı olmayı da başaramadı. Farklı olamayınca, emekçi kitleler için bir çekim merkezi olması da zorlaştı. Sol içinde şiddetin yaygınlığı, solun bu kadar çok bölünmüş oluşu, politik etkinlik yerine yiğitliğin, kahramanlığın yüceltilmesi, ‘’devrim şehitleri’’ türü kavramların aşırı kullanımı, vb.
sol kadroların geleneksel kültürden yakayı kurtaramadıklarının tipik göstergesidir. 1980 sonrasında, özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından sol kadroların kitleler halinde sosyalist mücadeleyi terk etmelerinin aslı nedeni, ideolojik-teorik dönüşüm zaafıydı. Başka türlü ifade etmek istersek, geleneksel kültürden ve resmi ideolojiden kopamamanın, sosyalizmi yeterince özümseyememenin sonucudur. Nitekim 1980 öncesinin sol kadrolarının şimdilerde Aleviliğe rücu etmesi, ‘’sivil toplumcu’’ kesilmesi ya da ‘’ulusalcılık’’ adı altında milliyetçilikte karar kılması, doğrudan geleneksel kültürden ve resmi ideolojiden radikal kopuşun gerçekleşmemiş olmasıyla açıklanabilir...Fikret Başkaya, s. 23, 24

1960’lı yılların ilk yarısında sosyalist hareket ilk defa sahneye çıktığında, son derece cılız bir ideolojik ve pratik arka plan söz konusuydu. TKP 1920’lerin başından beri varlığını sürdürse de, hep gizli bir örgüt olarak kalmış, kitleyle bağ kurmakta başarısı olmuştu...Dünyanın başka yerlerindeki çoğu komünist partileri gibi, TKP de Stalinist Sovyetler Birliğinin ve yozlaşmış Komintern’in diplomatik bir maniplasyon aracıydı. S.24

Solun en büyük zaafı kendi gerçekliğine kendi gözüyle bakamaz durumda oluşuydu. Tarih bilinci, Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmaya ve onun bu topraklardaki kötü bir kopyası olan resmi tarih ve resmi ideolojiye dayanıyordu...Bugün de aynı aymazlık geçerli... S.24, 25

Nitekim, 1960’ların ilk yarısından itibaren sosyalist hareket bir aktör olarak siyaset arenasına çıkıp kendini dayattığında, ‘’İkinci Kuvayı Milliye’’den çok söz edilecekti. (...)S.25

Solun Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmasıyla, resmi tarih ve resmi ideolojiyle hesaplaşmadan, bir burjuva ideolojisi olan Kemalizm’den bağımsızlaşmadan, kendi gerçekliğine kendi gözüyle bakma yeteneğini ortaya koyabilmesi mümkün değildi. S. 25


Solun ideolojik-teorik dağarcığı Stalinizmle Kemalizm’in melezleşmiş bir versiyonuna dayanıyordu. Sosyalist bir toplum projesinin taşıyıcısı olmaktan çok, kalkınmacıydı. Oysa kalkınmak mümkün değildir. Kalkınma denilen, son tahlilde ekonomik büyümeye verilen addır. Ekonomik büyüme de sermayenin büyümesinden, yoğunlaşma ve merkezileşme biçiminde tezahür eden sermayenin yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Zaten kalkınma söylemi 2. Emperyalist savaş sonrasında sömürgeciliği devralmıştı. Yeni-sömürgecilik dememek için kalkınma deniyordu...
Kalkınmayla murad edilen, emperyalist sömürüye maruz çevre ülkelerin de, emperyalist ülkelerin ‘’refah’’ düzeyini yakalamasıdır. Oysa böyle bir şey mümkün değildir, üstelik tam bir saçmalıktır velhasıl imkansızın peşinde koşmaktır. Sosyalizmin tarihsel ereği, sınıfsız topluma giden yolu aralamaktır, farklı, yeni bir uygarlık yaratmaktır, yeryüzünün beşeri ve doğal kaynaklarını yağmalayan dünyanın ayrıcalıklı ülkelerinde geçerli rejimleri taklit etmek, onlara benzemek değil...Nitekim, Sovyet sisteminin çökmesinin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kapitalizme teslim olmasının asıl nedeni, her ikisinin de kalkınmacılık virüsünden kurtulamamalarıdır. (?N.) Fikret Başkaya, s.25

Türkiye’deki solun başlıca zaaflarından biri de enternasyonalizmi özümseyememesi, milliyetçilik virüsünden kurtulamamasıdır. Enternasyonalist olmayan bir sol, sol değildir. Nitekim dünya sosyalist hareketinin yozlaşmasının başlıca nedenlerinden biri de enternasyonalizmden uzaklaşmasıdır…(Fikret Başkaya, s.26)

11. Tez

‘’Filozoflar bugüne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’’ şeklindedir. Bu tez kabaca şöyle anlaşıldı: Artık anlamakla ilgili sorun aşılmıştır, geriye değiştirmek kalıyor...Bu tür bir anlayış ve kolaycılık, Marksizmi hiç anlamamaktır. S.28

Oysa, yüz yüze olunan gerçeklik donmuş, hareketsiz bir şey değil, sürekli değişen, yenilenen, dinamik bir süreçtir. Anlama eyleminden bağımsız bir değiştirme eylemi mümkün değildir. s. 28

Eğer sosyalist toplum düzeninin ilk defa insanlığın iradi bir kurgusu, bilinçli bir terciği olması gerektiği biliniyorsa, nasıl bir düzen kurulacak, kurulmalıdır sorusu hayati öneme sahip bir soru niteliğini kazanıyor. S. 29

Marx’ın bıraktığı yerden itibaren, işçi sınıfının, ezilenlerin, kadınların, yeryüzünün lanetlilerinin kurtuluş ideolojisi olan sosyalist teorinin ve sınıfsız toplum ütopyasının yeniden inşası gündemdedir. Türkiye sol hareketi bu inşa sürecine teorik ve pratik düzeyde katılacaktır. Fakat, Türkiye solunun böyle bir yeniden oluşum sürecinin etkin bir bileşeni olabilmesi, öncelikle Kemalizm ve Stalinizmle tam bir hesaplaşmayı başarmasıyla mümkündür. Resmi ideolojiden tam bağımsızlaşmadan, Stalinist pratikle hesaplaşmadan, enternasyonalizmi içselleştirmeden, demokrasinin değerini anlamadan ve onu bir yaşam tarzı biçimine dönüştürmeden, milliyetçilik virüsünden yakayı kurtarmadan bir arpa boyu yol alması mümkün değildir....s.29

Kürt sorunu,, Ermeni sorunu, Kıbrıs, Filistin sorunu, Mustafa Kemal miti, vb. konularda ‘’bağımsız’’, özgün, radikal bir yaklaşıma sahip olamadı...s.29


Sosyalist hareketin yeniden bir umut olabilmesi, inandırıcı bir alternatif toplum projesi ortaya koyabilmesinin koşulu, kendi geçmişiyle radikal bir hesaplaşma yapabilme yeteneğine bağlıdır. Ya radikal bir sol hareket ortaya çıkacak, ya da özde burjuva örgütler, sol bir söylemle kitleleri oyalamaya devam edecek...(Fikret Başkaya, Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, s.30)

Sınıfsız Bir Dünya İçin Dünya Devrimini, Dünya Devrimi İçin Enternasyonal Mücadeleyi Sabote Eden BÖLÜCÜ ZEHİR: YURTSEVERLİK

Burjuva milliyetçi bir siyasal duruş olan yurtseverlik kavramının sınıfsal ve tarihsel köklerinin ne olduğunu, hangi tarihsel dönemeçlerde devrimci sınıfları nasıl zehirlediğini, bunun ezilen insanlık ve yeryüzü yaşamı için bedelinin ne olduğunu, tarihe karşı sorumlu komünist devrimcilerin bu zehir karşısındaki tutumlarının geçmişte ne olduğunu, komünizm davasına bağlı kalan komünistlerin bu zehre karşı siyasal tutumlarının ve politik duruşlarının bugün ne olması gerektiği üzerinde duracağız. s. 31


Esasında burjuva milliyetçi bir kavram ve siyasal bir duruş olan yurtseverlik, sanki anti-emperyalist bir duruşmuş gibi Yurtsever Cephe’yi kuran TKP eliyle, Mustafa Suphi’lerin TKP’sinden bu yana zaten ulusalcı bir arka plan ve anlayışla lekelenmiş bu coğrafyanın devrimci hareketinin gündemine sokuldu.(Zafer Dize, s.33, 34.)

Sanayi devrimi sonrası palazlanan burjuvazi yurtseverlik nidalarıyla feodal düzenin aşağılayıp ezdikleri işçileri ve köylüleri de yanına alarak feodalizme karşı harekete geçti ve çok uluslu monarşik din devletleri yerine tek uluslu laik, demokratik cumhuriyetle yönetilecek kapitalist milli devletleri kurdu.(N.)(Zafer Dize ,s.36)

O günden bugüne kapitalizm, her krizde ulusal çıkarları bahane ederek ezilen ve sömürülen kitleler arasında yurtseverlik bilincini diri tutmakta kendi sisteminden hoşnutsuzluğu engelleyen siyasi bir iksir olarak kullanmaktadır. Zafer Dize, s.36)

Kapitalizmin egemen sistem olarak inşası esnasında ezilen-sömürülenleri düzene entegre etmekte temel harç olarak kullanılan yurtseverlik, o gün olduğu gibi bugün de farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin çıkarlarını birbirinden ayrıştırmakta ve sınıfsız, eşit ve özgür bir gelecek hedefinde birleşebilmelerini engelleyen bir unsur olarak bölücü işlevini sürdürmektedir. Ve burjuva patentli bu kavram siyasal bir tutum olarak devrimci hareketin saflarında da kendisine yer bulmakta, devrimci çevreleri ve etki alanlarını ideolojik ve politik bakımdan devrimcilerin kendi eli ile zehirlemektedir.(s.36,37)


Birinci Emperyalist paylaşım savaşında kapitalist devletler burjuva hükümetleri aracılığıyla ileri sürdükleri ‘’vatan savunması’’ sloganı ile emekçiler arasında yurtseverlik bilincini geliştirerek hem savaşın maliyetini emekçilere yüklemek hem de dünya emekçilerini birbirlerine düşman edip güçlerini bölerek kendi kapitalist sistemlerini korumayı ve emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamayı planlamışlardı.(Zafer Dize, s.37)

Kapitalizmin egemen sistem olarak inşası esnasında ezilen-sömürülenleri düzene entegre etmekte temel harç olarak kullanılan yurtseverlik, o gün olduğu gibi bugün de farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin çıkarlarını birbirinden ayrıştırmakta ve sınıfsız, eşit ve özgür bir gelecek hedefinde birleşebilmelerini engelleyen bir unsur olarak bölücü işlevini sürdürmektedir. Ve burjuva patentli bu kavram siyasal bir tutum olarak devrimci hareketin saflarında da kendisine yer bulmakta, devrimci çevreleri ve etki alanlarını ideolojik ve politik bakımdan devrimcilerin kendi eli ile zehirlemektedir.(Zafer Dize, s.37)

Lenin, ‘’Enternasyonal ve Ulusal Savunma’’ başlıklı yazısında (12 Aralık 1914) ‘’Oportünizm ve şovenizmin Avrupa’nın en büyük partilerinde, geçici olarak da olsa, zafere ulaşmasıyla İkinci Enternasyonal yaşamını sona erdirmiştir. Yeni bir Enternasyonal yerini alacaktır’’ derken komünistlerin durması gereken zemini temsil ediyordu. İşte; emperyalist savaş esnasında Bolşevikler, İkinci Enternasyonal partilerinin burjuva yurtsever tutumlarını dünya devrimine ihanet olarak kabul ve ilan edip, bu ikinci tutumla, yan, ‘’savaşa karşı sınıf savaşı’’ perspektifi ile hareket ettiler. İkinci Enternasyonal’in iflasını ilan edip, o gün pek bir yankı bulmasa da yeni bir enternasyonalin inşası için çağrı yaptılar. Burjuvazinin kendi çıkarları için cepheye sürdüğü ve onlardan birbirlerini kırmalarını istediği işçilere; silahları sınıf kardeşlerine değil, onları kendi kârları ve çıkarları için ölüme gönderen burjuvalarına çevirmelerini istediler: Cephede, hem emperyalist ülkelerin hem de çarlığın yenilgisi için bozguncu taktikle dünya devriminin zaferi için çalıştılar.( Zafer Dize-Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, S.38, 39)


İkinci Enternasyonal partilerinin savaş sırasında kendi burjuvalarını destekleyen ulusalcı-yurtsever tutumunun yarattığı demoralizasyon Ekim Devrimi ile aşıldı.

Bolşeviklerin emperyalist egemenler, çarlık otokrasisi ve devrimci hareketin işbirlikçi dönekleri karşısında komünizmin ilkeleri temelindeki kararlı duruşu, çarlığın çizmeleri altında ezilmiş ve emperyalist savaşla yıkıma uğramış işçilerin ve ezilenlerin devrimci kalkışmasıyla buluşup 1917 Ekim Devrimi ile sonuçlandı. S.39

Dünya komünist hareketi, Bolşeviklerin öncülüğünde ve Ekim Devrimi’nden aldığı güçle kapitalizmi yıkıp, sınırsız-sınıfsız ve eşitlikçi bir dünya kurmak amacına bağlı olarak dünya devrimini örgütlemek üzere Üçüncü Enternasyonali kurdu (1919). S.39
Sovyet Devrimi’nin zaferi yeryüzü ezilen-sömürülenlerine, ezilen-sömürülen insanlığın ve yeryüzü yaşamının egemenlerden kurtuluşunun olanaklı olduğunu müjdelese de, henüz, emperyalist kuşatma ve karşı devrimin saldırısı altında ve iç savaş nedeni ile devrim garanti altına alınamamıştı. Sovyet Devrimi’nin başarısı devrimin uluslar arası arenaya yayılmasına bağlı olarak garantilenebilirdi. Bunun bilincinde olan Bolşevikler, ileri kapitalist bir ülke olan Almanya’da devrimin kazanması için kendi devriminin yenilgisini bile göze aldılar. Çünkü esas olan dünya devriminin başarılmasıydı ve devrim uluslar arası arenaya yayılarak nihayi hedefine ulaşabilirdi. Üçüncü Enternasyonal tam da bu amaçla kuruldu. S. 39


Ancak; tarihsel bir dizin olarak, emperyalist savaşın işçi sınıfında yarattığı fiziksel ve ekonomik tahribat, İkinci Enternasyonal partilerinin ihanetiyle işçi sınıfının içinde yükselen burjuva yurtseverlik, Almanya’da 1918 ve 1923 devrimlerinin yenilgisi, iç savaşta Sovyet Devrimi’nin öncü unsurlarının çoğunun kaybedilmesi, emperyalist kuşatmanın Sovyetler birliği üzerindeki ağır baskısı ve Lenin’in ölümü ile doğan boşluk, bürokrasinin palazlanıp Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçirmesine ve enternasyonalin politikalarına egemen olmasına elverişli zemini hazırladı. Bu andan itibaren dünya komünist hareketinin Üçüncü Enternasyonal ile doruğuna ulaşan ideolojik ve ilkesel kazanımları, karşı devrimci bürokratik kastın iktidarı ile tek tek yok edilip, yerine bürokrasinin çıkarlarını gözetecek ve iktidarını koruyacak bir anlayış ikame edilerek dünya komünist hareketine mal edildi. Bunların başlıcaları; dünya Sovyetler federasyonu yerine tek ülkede sosyalizm, enternasyonalizm ve sürekli devrim yerine ulusal demokratik aşamalı devrim, geçiş programı yerine demokratik program, birleşik işçi cephesi yerine sınıf uzlaşmacı halk cephesi, savaşa karşı sınıf savaşı yerine savaşa karşı barış ve barış içinde bir arada yaşama ve enternasyonalist mücadele çizgisi yerine ulusalcı çizgi olan anayurdun savunulmasıdır. S. 39, 40

Yeryüzü üzerinde eşit ve özgür bir yaşam için olmazsa olmaz olan komünizm davasından ve bunun gerçekleşebilmesinin yegane yolu olan dünya devrimi anlayışından kopan karşı devrimci bürokratik kast, böylelikle İkinci Enternasyonal’in ihanetçi çizgisine geri dönmüş oldu. Bürokratik kast elindeki iktidarın olanaklarıyla İkinci Enternasyonal’in ihanetinin komünist hareket üzerinde yarattığı ideolojik tahribatla kıyaslanamayacak büyüklükte bir tahribat yapmakla kalmamış, bu tahribatı kurumsallaştırarak ‘’sistematize’’ etmiş ve bugüne kadar getirmiştir. Varlığı süresince içeride ve dışarıda yaşanan siyasal gelişmeler karşısındaki politik tutumu ve icraatları yalnızca kendi iktidarını ve iktidarı aracılığıyla kendi zümre çıkarlarını korumakla kalmamış, aynı zamanda emperyalist-kapitalist dünyanın işini de kolaylaştırmıştır. S. 40


Dikkat edilecek olursa bu örneklerin hemen hiçbiri komünist hareketin ilkeleri üzerinden ezen sınıfla ezilen sınıf arasındaki karşıtlıklar ve çatışmalar karşısında ezilen sınıftan yana taraf olmayı ifade eden politik tutumlar değildir. Egemenler arasındaki çatışmada yabancı egemene ve onun işbirlikçilerine karşı yerli egemenin yanında safını tutan ulusalcı burjuva bir tutumdur. Kaldı ki bugün çıkarları risk altında olan geleneksel elit daha düne kadar olduğu gibi bugün de çıkarları güvence altında olduğunda emperyalistlerle işbirliği içinde olacaktır, çünkü bu kapitalizmin doğasının ve kapitalistler arası işbirliğinin kaçınılmaz gereğidir.(Zafer Dize,s.41)


Bürokratik kastın iktidarı süresince icraatlarının dökümü ve maliyeti özetle şudur: SBKP ve Üçüncü Enternasyonal içindeki devrimci unsurlar ve Sol muhalefet tasfiye edilmiş, düzmece duruşmalarla üyeleri hapse atılmış, sürgüne yollanmış ve öldürülmüşlerdir. Rus olmayan halklar kitlesel olarak yaşadıkları bölgelerden sürülmüşlerdir. İç temizlik hareketleri süresince milyonlarca insan sürgüne mahkum edilerek Sibirya ve daha kuzeyinde bulunan Gulag takımadalarındaki çalışma kamplarında yalnızca kısıtlı tayın karşılığı askeri zorla çalıştırılmış, bu süreç içerisinde milyonlarca insan ağır çalışma koşulları nedeniyle yaşamlarını kaybetmiş, soğuktan, açlıktan ve açlığın yol açtığı hastalıklardan ve doğrudan infaz edilerek katledilmişlerdir. 1926 İngiliz işçilerinin genel grevi desteklenmemiş, greve karşı olan sendika bürokrasisine destek verilerek grev kırılmıştır. 1926, Çin’de burjuva sosyal demokrat Çan Kay Şek önderliği desteklenerek devrim kırılmış ve komünistlerin katledilmesinin zemini hazırlanmıştır. Avrupa’da birleşik işçi cephesinin yerine halk cepheleri desteklenmiş ve teşvik edilmiş, bunun sonucu olarak Naziler, önlerinde hiçbir engel olmadan Almanya’da iktidara gelmiştir. Kapitalizmle, barış içinde bir arada yaşama anlayışının sonucu olarak faşistlerle ve kapitalistlerle masaya oturularak Yatla ve Malta saldırmazlık ve işbirliği antlaşmaları imzalanmıştır. Avrupa devrimleri için, son şans olan İspanya devrimi emperyalistlerle el ele Franco faşizmine boğdurulmuştur. Dünya devrimine komuta etmek amacıyla kurulan Üçüncü Enternasyonal’in devrimci ilkelerinden ve duruşundan uzaklaşılarak yerine sınıf uzlaşmacı çizgi ikame edilmiş ve emperyalist ülkelerin isteği üzerine bizzat Stalin tarafından kapatılmıştır. Bütün bu süreç boyunca, dünya komünist hareketinin tüm ideolojik kazanımları ve sınıf mücadelelerinin devrimci tarihi sistemli bir şekilde tahrip ve yok edilmiş, yerine sınıf uzlaşmacı resmi ideoloji ve bu resmi ideolojiyi kutsayan resmi tarih ikame edilmiştir. S.40, 41



İşte bu resmi ideoloji ve resmi tarihle beslenen dünya solu, verili ve şartlı siyasal bilinci ile emperyalist kapitalizmin iktisadi ve sosyal manevraları karşısında onunla toptan ve kökten bir hesaplaşma anlayışı ile karşı karşıya gelmek yerine, ulusal alanda ve siyasal bakımdan burjuva demokrasisinin sınırları içinde muhalaefet yapmakla yetinmektedir. İdeolojik olarak dünya soluna egemen olan resmi ideolojiyle ve bu anlayışın şekillenmesine yol açan resmi tarihle devrimci anlamda hesaplaşıp aşılamadan, emperyalist kapitalizme ve onun ulusal ve uluslar arası alanda gerçekleştirdiği siyasal manevralarına karşı, siyasal ve sınıfsal olarak devrimci bir mücadele yürütülemez. S. 41

Yurtseverlik zehri, Devrimci ve sosyalist hareketin güçlerini ve bu güçler aracılığıyla ezilen, sömürülenlerin bilinçlerini zehirleyerek bölmeye devam ediyor. s. 42


Kimi istisnai devrimci çevreler hariç, bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solu hemen tüm dünya tarihi süresince siyasal zemini bakımından hep ulusalcı bir karaktere, anlayışa ve buna denk gelen siyasal bir duruşa sahip olagelmiştir. Bunun nedeni, dünya soluna ikame edilen Stalinist resmi ideoloji ve resmi tarihin bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solunu ve onun aracılığıyla da bu coğrafyanın ezilen sömürülenlerini ve dernekleri aracılığıyla politik bakımdan çoğunlukla burjuva siyasete yedeklenmiş ve halen dahi yedeklenmektedir.(Zafer Dize, s.42)


Bu coğrafyanın solunun burjuva ulusalcılığı ABD ve AB karşıtlığı üzerinden ‘’antiemperyalizm’’maskesinin ardına saklanılarak şekilleniyor. Bunu sloganlarıyla ete kemiğe bürünen duruşlarında görmekteyiz. ‘’ABD defol bu memleket bizim’’, Ne ABD ne AB bağımsız Türkiye’’ vb. sloganları kullanan sol çevrelerin ortak paydaları; ideolojik olarak bu ulusalcı ve yurtsever temele sahip olmaları ve politik olarak bu temel üzerinden hareket etmeleridir.(Zafer Dize, s.43)



İşte siyasal ve sınıfsal kökleri itibariyle burjuva kavramlar olan ulus devlet, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusal savunma-anayurdun savunulması, ulusal bağımsızlık gibi argümanların bu coğrafyanın solunun siyaset yöntemine ve diline pelesenk olması, onu burjuva siyasetin ve burjuva demokrasisinin ekseninde tutmakta, bu durum ise kapitalizme nefes aldıracak yeni refleksler kazanmasına hizmet etmektedir.(Zafer Dize, s.44)
Nasıl ki sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana din, egemenlerin çıkarları için ezilenleri uyuşturan bir afyonsa, kapitalizmin egemenliği altında da yurtseverlik benzer bir işlev görür. s. 45

Ezilen-sömürülenler arasında yurtseverlik bilincinin hakim bilinç olarak örgütlenmesi kapitalistler lehine iki önemli sonuç yaratır. Birincisi; ezilen-sömürülenlerin farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin çıkarlarını birbirinden ayrıştırır. Böylece her ulusun kendi çıkarlarını diğerinin üstünde görmesine, gerektiğinde zorla elde edilmesine, dolayısıyla da birbirlerine düşmanlaşmasına yol açar. İkincisi; ulus devletlerin sınırları içine hapsedilmiş, kapitalizmin yarattığı mağduriyet ve yoksulluk altında yaşayan ve birbirlerine karşı yabancılaştırılarak düşmanlaştırılan farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin birbirlerine karşı ortak duyarlık ve sorumluluk hissetmeleri ve kader birliği yapabilmeleri olanaklı olmaz. Bu durumda; ezilen-sömürülenler arasında ortak düşman burjuvaziye karşı onları birleştirecek sınıf bilincinin ortaya çıkması ve kapitalizmi yıkmayı hedefleyecek enternasyonalist karakterde bir mücadelenin örgütlenebilmesi de olanaklı olmaz. s. 45

O HALDE NE YAPMALI

..bu alanda yeni icatlara gerek yoktur, yol ve yordam 3. Enternasyonalin ilk dört kongresine izah edilmiş ve aynı süreçte hayata geçirilmiştir. S.48

Enternasyonalin ilkelerine bağlı olan komünistler: s.48

a) Kapitalizmin yeryüzünü ulus devletlerle sınırlara böldüğü ve ezilen-sömürülenler için ulusal hapishanelere dönüştürdüğü, çıkarlarının birbirinden ayrıştırılarak yabancılaştırılıp birbirine düşmanlaştırıldığı, ezen-sömüren azınlığa cennet, ezilen-sömürülen çoğunluğa apartheid rejimlerinin reva görüldüğü bir dünyada; ezilen insanlığın ve yeryüzü yaşamının kurtuluşu için kapitalizmin yıkılması hedefiyle sınırsız, sınıfsız, eşit ve özgür bir dünya için mücadele ederler.

b) Kapitalizme karşı mücadele alanları tüm dünyadır. Bundan dolayıdır ki komünistlerin gerek programları gerekse de örgütlenme anlayışları enternsyonalist bir karaktere sahiptir.

c) Kapitalizme karşı mücadeleyi onun ezilen-sömürülen insanlık üzerindeki ideolojik hegamonyasının kırılması gerekliliğinden ayrı düşünmezler.

d) Burjuvazinin bir savaş silahı olarak kullandığı yurtseverlik zehrinin ezilen-sömürülenlerin bilinçlerinde yarattığı yanılsamaya, ''devrimci'' güçlerin milliyetçi perspektiflerinin sonucu olarak ezilen-sömürülenlerin burjuvazinin uluslararası düzenine karşı uluslararası çapta birleşerek dövüşmelerini engelleyen ''sol yurtseverlik'' anlayışına karşı, ''herkesin kendi ulus ve aile çıkarlarını koruduğu, kayırdığı ve öncelikli davrandığı bir dünyaya adalet gelmez'' anlayışıyla komünizmin enternasyonal ilkelerinin ışığında tavizsiz mücadeleyi kendi varlıklarının bir olmazsa olmazı olarak görürler.

Zafer Dize (Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol-Fikret Başkaya)
https://www.facebook.com/note.php?saved&¬e_id=10150430463667972



Babür Pınar

Milliyetçilik Sosyalist Hareketin Kurdudur(Düzen içi Partiler, Kürt Partileri, PKK)-Babür pınar

Uluslar üstü sanayi, borsa ve banka tekellerinin ülke devletlerinin politik şekillenişine doğrudan müdahalesi, ‘’ulusal devletin’’ göreceli bağımsızlığını (!) bir kenara itti. Devletin, burjuva iktidarın özerk siyasi aygıtı olma durumu aşındı. S.49

Kapitalist Küreselleşme Milliyetçi Argümanları Besliyor

Küreselleşen iktisadi ilişkilerin güçlenmesine bağlı olarak ulusal devletlerin aşınması gerçekleşti, Yarı sömürge ülkelerde devlet; göreceli bağımsız ve dolayısıyla göreceli olarak ulusaldır. Emperyalist sermayeye iktisadi bağımlılığın aleni oluşuna, küçük ve orta burjuvazinin, iktisadi yok oluşuna paralel olarak milli değerlerin (aslında pazarı yitirme kaygısının) törpülenmesi karşısında; ‘’millicilik’’ daha güçlü perdeden seslendirilmeye başladı. Milliyetçi kaygı taşıyıcısı kitlelerin rahatsızlığını kullanan muhafazakar ve faşist partiler, siyaset sahnesinde ağır abi olarak konumlandı. Ancak sözde anti-emperyalist olan bu partiler; sosyal pratikte, işçi sınıfı partilerine karşı kılıçlarını çektiler; millicilik okunun yönünü ‘’dış düşmana’’ değil iç ‘’hainlere’’ yönelttiler. Dolayısıyla bu partiler ‘’iç düşmanı’’ bertaraf etmek için ‘’bol gelen’’ demokrasinin daraltılmasını amaç edindiler. S.50

Emperyalist tekeller; iktisadi ve siyasi dayatma ile, Türkiye’de, ulusal ekonominin son kalelerinin de dağıtılması ve ekonominin tamamıyla küresel zincire bağlanmasını istemektedirler. Bu amaçla; kültürel ve siyasi alanda da ‘’ulusal’’ değerlerin köreltilmesi için Türkiye, yoğun siyasi dayatmalarla karşı karşıyadır...barışçıl çözümler geri plana atılarak; karşılıklı ırkçı yaklaşımlarla sorun daha da çözümsüzlüğe götürülmekte ve tek yanlı dayatmalar kabul ettirilmek istenmektedir. Kapitalist emperyalist ülkelerin dinci ve ırkçı hükümetlerinin bu türden dayatmaları nedeniyle ülke içinde milliyetçi argümanları kullanan partiler kitlesel destek bulmaktadırlar. S.50, 51

İşçiler ve emekçiler yararına izlenmesi gereken yolun; evrensel, insani, demokratik değerlere ulaşmak olduğunu örterek; Siyasal çözümü ‘’dar milliyetçi’’ kulvarda ve cuntacı, faşist rejimde arayan siyasi grup ve partilerin, demokratik sürecin tıkanma durumunu, anti-demokratik projelerin uygulanabilme şansı olarak görmektedirler. Bu partiler için, küresel sermayenin saldırısına karşı duruşun pratik ifadesi; ülke içinde demokratik kazanımların budanmasıdır. Ekonomik ve sosyal çarpıklıklar nedeniyle ‘’kendine güven duygusunu’’ giderek yitiren halka, ‘’ırkçılık’’ tek alternatif olarak benimsetilmektedir. S.51
Yıllardır artarak ve sürekli yaşanan ekonomik ve sosyal çatışmalar ve siyasi kriz; ayrımcılığı körükleyen ırkçı faşist çetelerin yeşereceği zeminin oluşmasını sağladı. S. 51


Toplumun hemen her kesiminin, özellikle emekçilerin, cinayetlere duyarsız kalacak ölçüde milliyetçiliği benimsemesi, toplumsal bir paranoyanın yaşandığının belirtisidir. s.52

Emekçi yığınların bu toplumsal paranoyaya saplanması noktasında; halkın eğilimlerini ve toplumsal duruşunu halkın değeri olarak gören ve bu değerleri dokunulmaz ilan eden sosyalistler; emekçilerle aynı alanda buluşma gereksinimine de bağlı olarak; politik argümanlarında eskiden beri yerini alan milliyetçiliği, tali bir siyasi unsur olmaktan çıkararak, temel politik çizgi olarak parti programlarına yerleştirdiler. Kuşkusuz bu savrulmanın karşı konulmaksızın gerçekleşmesi; doğrudan sosyalist partilerin eskiden beri ‘’milliyetçi olmalarına bağlıdır. s.52


Halkın benimsediği değerlerle buluşmayı sağlayan milliyetçi çizgi, aynı zamanda burjuva milliyetçi hareketlerle ideolojik, siyasi yakınlaşmayı sağladı. Emperyalist sermayenin yeni saldırı biçimi sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ırkçılığı körüklerken, sosyalist partilerin de enternasyonal çizgiden uzaklaşmasını sağladı.s.52

Burjuva Sol Partiler Milliyetçidir

CHP, SHP ve DSP, vb. partiler; ‘’emekçilerin siyasi ve iktisadi haklarının, emeğin kurtuluşu referanslı savaşımla kazanılmasından yana olmadıkları, kapitalizmle ciddi ve gerçek anlamda hesaplaşmaya girmedikleri; devletçi ve milliyetçi oldukları; Kürt sorunu ve azınlıkların hakları konusunda tutarsız ve iki yüzlü tavır aldıkları için; ‘’sol’’ parti olarak adlandırılamazlar’’ saptaması yapılıyor. Bu yaygın kanıdır. Sorunun kurgusu; CHP, SHP ve DSP’nin (ve BDP ‘nin Nilüfer Tekin) burjuva düzen partisi oldukları ve bu partilerin, hiçbir zaman, ‘’emekten yana’’, ‘’kapitalizme karşı’’ olamayacakları gerçeğinin üstünü örtmektedir. Birbirlerinden biçimsel farklılıkları olsa da; bu partiler kapitalist sistemin savunucusu, düzen içi, devletçi, milliyetçi burjuva partilerdir .53)

..politik zeminde bir kesimi adlandırmak için sol kavramının ‘’bujuva, küçük burjuva, ulusal, devletçi, liberal, sosyalist, devrimci, komünist,’’ kavramlarından birisiyle birlikte kullanılması gereklidir. ‘’Sol’’ kavramının bu kullanım şekli kafa karışıklığını önler. S.53

Genel olarak kapitalist sistem içerisinde işçi sınıfının ve emekçilerin devrim inisiyatiflerini köreltmekle yükümlü ve bu nedenle devrimci enerjiyi elimine ederek bu toplumsal enerjiyi ‘’kapitalizmin iyileştirilmesi’’ için kullanma politikalarını programına alan anlayışlar ‘’burjuva sol’’durlar. S.53

Burjuva sol partiler; burjuva devrimleri döneminde ortaya çıktılar. Bu partiler; feodalizme karşı ayaklanan işçileri ve köylüleri burjuva idealler (eşitlik, özgürlük ve özel mülkiyet şiarı) etrafında organize etmeği ve burjuva devrimin gövdesi yapmayı başardı. Burjuva devrimler süreci, aynı zamanda kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak toplumsal yaşama giren ‘’ulusalcılığın’’ da kavram durumundan çıkıp ete kemiğe büründüğü dönemdir. Burjuvazinin gereksinimi olan milliyetçilik; toplumsal bir görev ve kimlik olarak toplum tarafından da benimsendi. S,53, 54

İktisadi ve siyasi iktidarın devranılması sonrasında, ‘’eşitlik ve özgürlük’’ ilkelerinin işçi sınıfı tarafından bayraklaştırılması karşısında geri adım atarak devrime ihanet eden burjuvazi,(...) özgürlük, eşitlik kavramlarını ‘’özel mülkiyet’’ ekseninde tanımlanabilir kavramlara indirgedi. ..burjuvazinin sınıfsal, tarihsel yüklenimi olan milliyetçilik rozetini hep göğüslerinde taşıdılar. Ulusalcılık (milliyetçilik), burjuvazinin diğer ulusal devletlerle Pazar paylaşım savaşı esnasında, burjuva sol partilerin gür bir biçimde seslendirdiği argüman oldu. S.54

Burjuva solculuğu; sosyalist hareketin bir versiyonu değildir ve tarihin hiçbir döneminde olmamıştır da. Kuşkusuz burjuva sol hareket sosyalist hareketin varlığından etkilendi. Ancak bu etkilenim; hareketin bujuva sınıfsal köklerine dokunmadı; genel sınıf vasfını taşıyan gövdeye giydirilen elbisenin biçimini etkiledi.s.54

Milliyetçilik ile olan bağı, emekten yana sosyalist partiler ile burjuva sol partilerin arasındaki farklılığa rengini veren belirleyici temel unsurdur. Sosyalist bir parti milliyetçilikle olan bağını güçlendirdikçe burjuva sol zemine kayar, burjuvalaşır. S.55


Milliyetçilik, işçilerin, emekçilerin ve halkların enternasyonal kardeşlik ve barış istencini aşındırır. İşçilerin ve emekçilerin emperyalizme karşı topyekün savaş gücünü zayıflatır. Emperyalizme karşı ulusalcı duruş, toplumsal pratikte emeğin kurtuluşu perspektifinden kopuksa emekçilerin yararına olmayan aksine emekçileri kapitalist pazara daha bağımlı kılan ve teselli verici argüman olur. Burjuva milliyetçilik, anti-kapitalist bir nitelik kazanamayacağı anlamda ve dolayısıyla uzlaşmacı vasfı nedeniyle emperyalizmin değirmenine su taşır. s.55

Sol Cephede Farklı Bir Model Partinin Yapısal Sorunları (Kürt partilerinin yapısal niteliği ve sınıfsal vasfı)

HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP (ve BDP N.T.)’nin Kürt halkıyla olan sıkı bağı; ve bu partilerin siyasi ilişkileri, bu partilerin Türkiye politikasında önemli bir yer tutmalarını sağladı. S.55

Kürt hareketinin vardığı boyut ve halktan aldığı güç; bu partilerden milletvekili, belediye başkanı ve yerel meclis üyeleri seçilmesini olanaklı kıldı. S.55

Yapılan politik hataların parti üyeleri ve halk tarafından sorgulanmasının mümkün olmamasına, parti içi demokrasinin bu partilerin kapısından içeri girmemesine ve bu durumun iç huzursuzluk yaratmasına rağmen; her durumda bu partilerin bütünlüğünü koruması ve seçimlerde oy yüzdesini yitirmemesi, bu partileri dikkate değer kılıyor. Bu partilerin üyelerinin büyük çoğunluğunun sosyalist olmadığı, ulusalcı küçük burjuva demokrat oldukları; bu partilerde sosyal demokrat, dindar, liberal ve aşırı milliyetçi yönetici ve üyelerin olduğu, parti içi gruplaşmaların da bu ideolojik siyasi zemin üzerinde oluştuğu gözlemlenebilir bir durumdur. Kürt milliyetçiliğinin (parti üyelerinin deyimiyle yurtseveriliğin) bütün bu gruplar arasında birleştirici argüman olarak partinin ana çizgisini belirlediği de doğrudur. Parti yandaşlarını bir arada tutan diğer önemli birleştirici faktör de, bu partilere sürekli ve sistemli bir biçimde uygulanan siyasi ve ideolojik baskıdır. S.55, 56

Kürt ulusalcılığının; öncelikle küçük burjuva sosyalist mücadelenin bir argümanı olarak ortaya çıktığı ve sınıfsal bir ayrım göstermeksizin tüm Kürt ulusu tarafından benimsendiği görülmelidir. Kürt işçilerini, tarım emekçilerini, küçük ve orta ölçekli sanayi ve ticaret burjuvazisini ve Kürt ağalarını bir arada tutan Kürt ulusalcılığıdır. Bu durum, ulusalcı hareketin asıl olarak, burjuvazinin kendi pazarına sahip olmak istencine tekabül ettiği gerçeğini örtemez. Emeğin kurtuluşu devrimi ekseninde yürütülmeyen, Kürt ulusal kurtuluş savaşımı burjuva karakterdedir. Bir hareketin sınıfsal niteliği ya sosyalisttir ya burjuva. Toplumsal savaşımda hareketin niteliği ‘’orta yolcu’’ yöntemle saptanamaz. Ulusalcı Kürt partiler siyasal amaçları, ideolojik söylemleri itibarıyla burjuva kimliğe sahip partilerdir. Ulusalcı Kürt hareketinin ideolojik siyasi var oluşuna doğrudan bağlı biçimlenmiş bu legal partilerin, ‘’devrimci sosyalist’’ parti olmadığı; küçük burjuva demokrasisinden yana partiler olduğu açıktır. Kürt referanslı partilerin, demokratik cumhuriyet istemleri; Kürtlere ulusal kimlikleriyle siyaset yapma hakkı verilmesini sağlayacak ve siyasi alanda örgütlenmesi üzerindeki baskıları kaldıracak bir burjuva yönetim biçimine geçiştir. S. 56

Kürt partilerin bünyesinde tek tek devrimci sosyalist bireylerin var olduğundan söz edilse de; devrimci sosyalist eğilim, DEP sürecinden beri bu partilerde grupsal etkinlik kurabilecek güce ulaşamamıştır; bu partilerin yapısal formu, devrimci sosyalistlerin, bu partilerde egemen bir grup haline gelmesini olanaksız kıldı. Bu partilerin Kürt emekçi ve işçileriyle doğrudan bağının olması sosyalist hareket için var olabilme zemini olarak görülse de; bu yanıltıcıdır. Çünkü bu hareket içerisinde Kürt işçilerinin komünist düşünce ve eylemle gözle görülebilir bir uzaklığı söz konusudur. Partilerin Kürt işçileri ile olan bağı, devrimci sosyalist referanslı ideolojik, siyasi zeminde değil, Kürt ulusal kurtuluşçu zeminde kurulmaktadır. Bu önemli bir faktördür. Diğer yandan bu partilerde hareketin ilk başlangıcından bugüne kadar yönetici kadrolar belli bir meslek dalında yer edinen küçük burjuvalar, ağalar ve işadamları oldu. Sınıfsal sosyalizme uzak bu unsurlar, özel olarak devrimci sosyalistlerin ve genel olarak da işçilerin parti içinde etkin rol oynamalarını engelledi. Sosyalist unsurlar politik çizgilerinden ‘’ulusalcılığa kaydıkları ölçüde’’ parti içerisinde uzun süreli barınma olanağına kavuşmaktadırlar. Aksi halde devrimci sosyalistler, parti ortamından uzaklaşmak zorunda bırakılmaktadırlar. Parti dışı unsur olarak küçük burjuva sosyalistlerin de Kürt işçileri ve emekçileriyle siyasi ve ideolojik bağının sosyalist zeminde değil, ulusal kurtuluşçu zeminde gerçekleşiyor olması; legal Kürt partilerinin bayrağında ulusalcı rengin egemen olmasını güçlendirmektedir. ‘’Dışarıdan yönlendirilmeleri’’ kabullenmiş olan parti yöneticilerinin, kendilerinin oluşturdukları bir hareket programı da yoktur. Aslında bu partiler hareketin yönünü belirleme konusunda edilgin durumdadırlar. Ama bu durumdan şikayetleri de yoktur. Çünkü bu durum bir yandan parti yöneticilerini göreceli sıkıntıya sokarken, diğer yandan, parti içi demokrasinin kurulamamasının payandası (dayanağı, kalkanı, korunağı, gerekçesi) olmaktadır. S.57 Dolayısıyla bu ilişki biçimi; parti içi iktidarı sürekli elinde tutmak isteyen yöneticilerin işine gelmektedir. Programsızlık ve hareketin iradesini ‘’dış yönlendirmeye’’ teslim etmiş partide yöneticilerin tayini de buna bağlıdır ve yöneticiler kendilerini seçene karşı sorumlu oldukları için parti üyelerine ve Kürt halkına karşı gerçek anlamda bir yükümlülük içerisinde değillerdir. Dolayısıyla parti üyelerine karşı yükümlü olunmayan örgüt içerisinde yapısal ilişki, ‘’tepeden aşağı’’ örülür; aşaıdan yukarı demokratik seçim ve üyelerin parti hareket tarzını onaylaması gerçekleşemez. S. 58

DEP’ten DTP’ye gelinceye kadar bütün partiler, Türkiye’deki Kürt ulusal gerçekliğinin bir ürünüdür. Kelimeye yüklanilmek istendiği anlamda bu partiler ‘’Kürt Partisi’’dir. T.C. devletinin Kürt kimlikli partileri yasal zeminde yasaklıyor olması; bu gerçeği değiştirmez.Bu partilerin Kürt kimlikli olması gerçeğine rağmen, burjuva siyaset alanından dışlanamayacağı açıktır. Çünkü bu partiler Kürt ulusal gerçekliği üzerine oturmaktadır. Bu gerçekliği kaldıramayacak olan T.C. Devleti bu gerçeklikle bir arada yaşamak zorundadır. Burjuva demokrasisi ‘’Ulusalcılıkla’’ uzlaşır., Kürt kimlikli Burjuva ulusalcı partiler devrimci parti değil; düzen içi partilerdir. Temel hedefleri de Kürt ulusal gerçekliğini anayasası ile tanımlayan demokratik cumhuriyetin yeniden kurgulanmasıdır. Bu anlamda belirlemek gerekirse DTP bir ‘’Türkiye Partisidir’’. Ancak, ‘’Türkiye Partisi’’ tanımına, Kürt, Türk ve diğer azınlık emekçilerinin aynı parti çatısı altında toplanması içeriği yüklenerek; DTP’nin bu nitelikte bir parti olabileceği savı, gerçekleşemeyecek bir hedeftir. DTP’nin sınıfsal konumu ve yapısal işleyişi bu hedefi dışlar. Bugüne kadar kurulan tüm Kürt partilerinin bu istemi dillendirmelerine rağmen, bu siyasi istemin sadece söylemde kalmasının nedeni budur. Bu partilerin birleştirici ana rengi Kürt milliyetçiliğidir. Hareketin ana rengi olan Kürt milliyetçiliğinden vazgeçildiği taktirde; parti içerisindeki her bir grubun ayrı parti olarak yapılanmasının kaçınılmaz gerçekleşeceğini şimdiden söylemek mümkündür.s.59

Kürt hareketinin ulusalcı çizgisi bu hareketlerin kendilerini ‘’anti-Kemalist’’ ilan etmelerine rağmen adeta ‘’Kürt Kemalizmini’’ benimsemeleri noktasına ulaştı. Çünkü aslında ‘’Kemalizm’’ diye adlandırılan toplumsal pratik; burjuva ulusalcılığının Türkiye’ye özgü versiyonudur. Bu hareketin sınıfsal yönü ve niteliği hareketin siyasasını belirler. Farklı ulusal kimliğe sahip siyasi hareketin burjuva ulusalcılığı; başka ulusal kimliğe sahip siyasi hareketle aynı ideolojik kulvara düşer; ‘’burjuva ulusal devlet’’ hedefi bağlamında aynılaşır. Kürt hareketi ulusal çizgide kaldıkça Türk ulusalcılığıyla aynı davranış biçimini göstermesi kaçınılmaz gerçekleşecektir. S.59 Bir toplumsal kavramı reddetmek onun sınıfsal vasfını reddetmekle mümkündür. Bu olmazsa olmaz. Karşı olduğunuz kavramın aynasına baktığınızda kendinizi görmeniz kaçınılmazdır. s.60

PKK

Kürt ulusal sol hareketi içerisinde önemli bir rol üstlenen PKK’nin teorik belgelerinde ve siyasi söylemlerinde sosyalist literatürün bazı kavramları yer alsa da; harekete tamamıyla küçük burjuva ulusalcı çizgi egemendir. Ulusal kurtuluş hareketinin siyasi hedefi, ‘’Devrimci sosyalist bağımsızlık’’tan Türkiye cumhuriyeti devletinin ‘’demokratik cumhuriyete’’ dönüştürülmesi noktasına çekilmiştir. Bu yönde belirlenen çizgi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt kimliğini tanıması ve bunu devlet anayasasına yerleştirmesi şeklinde özetlenebilir. Varılması mümkün olan en demokratik cumhuriyet ise Kürt bölgesinin federal bir statüye kavuşturulmasıdır. Bu demokratikleşme sürecinin Abdullah Öcalan’ı da kapsayan bir ‘’genel af’’ la süslenmesi en ‘’ileri’’ aşamadır. Kuşkusuz bu siyasi hedefin, kapitalist sistem açısından yıkıcı bir etkisi yoktur; aksine Türkiye’de burjuva sisteminin demokratikleşmesi kapitalizmi güçlendirici olacaktır. Bu noktada üzerinden atlanmadan belirlenmesi gereken sorun şudur. Federatif burjuva demokratik devlet siyasi açıdan ileri bir aşamadır. Ancak, ‘’federasyon’’ sistemi öze ilişkin değil, biçime ilişkin bir durumdur. Bu nedenle federasyon sorunu, sosyalizmin olmazsa olmazları arasında yer almaz. Kaldı ki; kapitalist sistem içi bir durumun ‘’ileri’’ nitelikte oluşu; onu ‘’sosyalizmin’’ ilkesel hedefi yapmaz. S. 60

Burjuva ulusal kurtuluş mücadelesi ve bu mücadelenin ayrı bir devlet kurulması ile sonuçlanması da son tahlilde burjuva iktidarı için yıkıcı bir durum değildir. Bir ulusun egemen ulus rejiminden koparak toprak sınırlarını yeniden çizmesi; egemen burjuva iktidar için ‘’toprak kaybı’’ anlamına gelir; ama bu kopuş, egemen burjuva iktidarın parçalanması anlamına gelmez. (Tartışılır. Bence emperyalizme karşı burjuva devlet gücünün ve sosyalist hareket gücünün parçalanması anlamına gelir. Nilüfer Tekin)s.60
Kaldı ki, mali yönden ‘’yeni’’ ulusal devleti kendisine bağlayacak güce sahip olan emperyalist devletler; iktisadi ve dolayısıyla siyasi açıdan, ‘’yeni burjuva devleti’’ eskisinden daha iyi yönlendirebilir bir pozisyona gelebilmektedir (hem yeniyi hem de eskiyi eskisinden daha iyi yönlendirecek pozisyona gelmesi kaçınılmazdır. N.T)s.61

Yeni burjuva ulusal devletin kurulması; ulusların bir toplumsal hakkı kullanılma halidir ve bu anlamda, sosyalistlerin ‘’karşısında durmayacağı’’ ‘’ileri’’ siyasi-pratik bir durumdur. (gücü böldüğü için Kapitalist burjuva Türk milliyetçiliğine olduğu gibi sosyalistlerin desteklememesi, eleştirmesi, karşı durması gereken bir durumdur. N.T.) Ancak burjuva ulusal devlet asla ve asla Sosyalizmin savunuları arasında yer alacak bir fenomen olamaz. S.61

Devrimci sosyalistler Kürt hareketinin siyasi arenada kendi ulusal kimliğiyle var olma hakkını tanır ve kabul ederken; bu partilere karşı ideolojik, siyasi eleştirel bir duruş sergilemelidirler. Bu mümkün ve gereklidir. Sosyalistlerin, ulusal referanslı Kürt partilerin her eylemini ve politikasını koşulsuz destekleme zorunluluğu yoktur. Ancak ‘’Kürt’’ renkli partilerin siyasi zeminde var olma hakkının tartışılmaz ve ilkesel bir kabul olduğu açıktır. S.61 Sosyalistler Kürt partilerine karşı da Türk partilerine takındığı tavrı takınmalıdır, burjuva kapitalist ulusalcı (milliyetçi) partiler düzen içi partilerdir. N.T.)

Ulusalcılık ve Sosyalist Hareket

...Bugün, sosyalist örgütlerin anti-emperyalist politikalarında ve teorik saptamalarında ‘’millici’’ (ulusalcı) argümanlar daha yoğunlaşarak yer almaktadır. Yoğunlaştırılmış ulusalcılık, sosyalist hareketlerin siyasi renginin ‘’burjuva’’ ideolojisiyle bezenmesini sağlamaktır. S.61

...Burjuva demokratik istemlerin ön plana geçmesi; sosyalist hedeflerin gölgelenmesinin önünü açıyor. Bu gölgelenme o noktaya geliyor ki, burjuva demokrasi için mücadele sosyalizmin ön aşaması olduğu yanılsamasını yaratıyor. Demokrasi (burjuva demokrasisi N.T.)mücadelesi giderek, sosyalist örgütlerin olmazsa olmazı mertebesine yükseltiliyor. S.61 İşçi sınıfı (sömürüye ve kapitalizme karşı emekçi, sosyalist N.T.)iktidarının kurulması mücadelesi unutulmayan ama rafa kaldırılan, bazı ‘’önemli günlerde raftan indirilen’’ argümanlara dönüştürülüyor.s.62

Ülkemizde sosyalist hareket siyasi alanda konumlanışının başından beri, Türk burjuva ulusal hareketinin ideolojik siyasi etkisi altında kaldı.
...
Kuşkusuz sosyalist partilerin, ulusalcı politik edinimleriyle bağını koparmamasında ve hatta bu bağın güçlenerek sürmesinde; uluslar arası sosyalist hareketin (resmi hareketin N.T.), politik, ideolojik alanda, programsal ve stratejik anlamda, hareketin bu yönüne dolaylı destek vermesi önemli bir etken oldu. S.62

Geleneksel siyaset tarzına bağlı olarak sosyalizm adına, burjuva siyasasının, daha bağımsızlıkçı, daha ulusalcı, daha devletçi, daha laikçi, daha kalkınmacı, örgütlenme özgürlüğü konusunda daha demokratik olması savunuldu. (Sosyalist hareket, emekçi sınıfların toplumsal konumlanışının yarattığı çatışmalı duruşun pratik ifadesi olan ve burjuva devletin parçalanmasını hedefleyen, devrimci sosyalist politikalardan uzak durdu.)(tartışılır N.T) Bu siyasi duruş, 1970’ler sonrası şekilsel değişim gösterse de öz olarak sürdürüldü. Burjuva siyasasının sınırları içerisinde, siyasi iktidarı ileri doğru adım atmaya zorlamak sosyalist hareketin pratiğine yön verdi. S.62

Diğer yandan bu siyaset yapma tarzıyla bütünlük içinde, ideolojik, kültürel kurumlardan devrimci kopuş gerçekleştirilemedi. Komünizmin sınıf bilinci ve diyalektik materyalizm yöntemi hareketin ideolojik çizgisini şekillendirmedi. Pozitivizm yöntemi hareketin eylem rotasını belirlemede etkin rol aldı. Milliyetçilik, bağımsızcılık, sosyal bir tasarım ritüeli olarak burjuvaziden devralındı. Devrimci romantizm, tepeden inmecilik, komploculuk, erk tapınıcılığı ve bireysel kahramanlık, sosyalist devrim argümanlarının yerine ikame edildi. (Sosyalizmi dışlayan N.T. İyilikçilik, yardımseverlik,) tarikat ortakçılığı, inanç kardeşliği, şehitlik, vb. dini ritüeller; sosyalizm ritüeli olarak kullanıldı. S.63

Anadolu’da, emperyalist işgale karşı yürütülen burjuva ulusal bağımsızlık savaşımı; Avrupa’da gerçekleşen devrimlerden farklı bir yol izledi ve farklı niteliğe sahip oldu. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Avrupa’da gerçekleşen burjuva devrimler; ‘’özgürlük,eşitlik, mülkiyet’’şiarıyla, toplumda farklı sınıfların kabulünün ve bu kabul üzerinden farklı sınıfların aynı ülkede, burjuva devlet ve burjuva milliyetçilik bayrağı altında uzlaşarak bir arada yaşamasının yolunu açtı (Başlangıçta uzlaşarak değil, emekçi sınıfı bastırarak, üzerinde burjuva kapitalist egemenliği kurarak, İngiltere’de uzlaşanlar ise feodal aristokrasi ile burjuva kapitalistlerdi. Daha sonra ise sömürünün getirdiği gelirden işçilere sus payı vererek uzlaştılar. N.T). Sömürge ülkelerin emperyalizme karşı başkaldırısının bayrağına ise; özgürlük eşitlik, şiarı değil bağımsızlık şiarı yazıldı (özgürlük eşitlik şiarının yanında bağımsızlık N.T). ‘’Ulusal bağımsızlık‘’şiarı; ideolojik ve siyasi anlamda sınıfların uzlaşmasını değil, sınıfsal farklılıkların yok sayılmasını kabul etmektir. Burjuva ulusalcılığı, sınıfların ulusal tümlük içerisinde kaynaşması istencini ifade eder. Bu istenç yalnızca sınıfların yok sayılması ile sınırlı kalmaz, aynı topraklar üzerinde yaşayan farklı ulusların varlığının inkar edilmesini de içerir (egemen ulusal kimlikte asimilasyonunu N.T)

Türkiye’de ‘’burjuva ulusalcılığı’’ emekçi sınıfların..sınıf bilincine ulaşmasının önünü kesti. Bu durum sosyalist hareketin stratejik çizgisini de derinden etkiledi. İlk ortaya çıkışından beri sosyalist hareketin temel programsal hedefinin, tam bağımsızlığın sağlanması ve vazgeçilmiş (ve geri götürülmüş N.T) ‘’burjuva devrimlerinin’’ sürdürülmesi formunda belirmesi şaşırtıcı değildir. Burjuva ulusal bağımsızlık savaşımı sonunda kurulan devletlerde, burjuva ulusalcılığından devrimci bir kopuşu gerçekleştiremeyen sosyalist hareketin stratejik belirleniminin bu eksen etrafında şekillenmesi kaçınılmazdır. S.63

İşin kötü yanı, ‘’eski parti çizgisinden koptuğu’’ iddiasıyla ortaya çıkan her ‘’yeni’’ sosyalist partinin de ulusalcı nitelikli siyasi çizgiyi, vazgeçilmez ve değişmez ilke olarak devralmasıdır. 1960 sonrası, temel kabul edilmiş bu siyasi ilkeye, ‘’sınıf’’ ve ‘’devrim’’ çizgisi daha belirgin biçimde eklendi. Ancak temel kabullerden devrimci bir kopuş yaşanmadığı anlamda bu eklentilerle ‘’yeni’’ ulusalcı ve demokratik programlara ulaşıldı... S.63,64

Ulusal kurtuluş hareketlerine ilişkin yanılsamalı algılama; Türkiye sosyalist hareketinin Türk ulusal kurtuluş hareketi ile ilişkisinde rol oynadı. Daha doğrusu sosyalist hareket, ulusal kurtuluş hareketinin siyasi mecrasında yol aldı ve kendi bağımsız, sınıfsal siyasasını oluşturamadı. Türkiye sosyalist hareketinin ortaya çıkışından beri ulusalcı olması bu nedenledir. 1970’lerde ortaya çıkan ve kendini devrimci, Marksist olarak niteleyen siyasi örgütler de; burjuva ulusalcılığından kopamadı ve "burjuva" ulusalcılık; "Kemalizm’den" koptuğunu iddia eden sosyalist örgütlerin dahi siyasi stratejisine rengini verdi.

Sosyalizm adına ilk ortaya çıkan TKP’ nin yol haritası ulusalcıdır. Ulusal kurtuluşçuluğu gereğinden fazla önemseyen TKP, işçi sınıfı iktidarı hedefini gölgeleyecek ulusalcı argümanlara sahip siyasi duruşu olan bir partidir. TKP bu çizgisi nedeniyle burjuva ulusal kurtuluş hareketine güvenerek mücadele için Anadolu’ya geçmek istedi ve bu ilk hatasının bedelini, önder kadrolarının katledilmesi ile ödedi. TKP önderleri siyasi söylemlerinde "Türk" kimliğine özel önem atfettiler. Sosyalizmin, "türk" kimliği için bir "kurtuluş projesi" olduğu konusunda parti önderleri hemfikirdi. TKP daha sonra ki dönemler de ulusalcı çizgisini terk etmedi. İşçi sınıfının kurtuluşu söylemini en yoğun kullandığı dönemlerde bile, ulusalcı çizgi; parti programında belirleyici ve övünç duyulan bir ilke olma konumunu korudu. "Ulusal demokratik Devrim" savı bu duruşunun belgisidir.

TKP yönetimine karşı çıkarak siyaset sahnesinde yer alan MDD çizgisi, TKP den daha yoğun ulusalcıdır. MDD çizgisi Kemalizm’in "sosyalist" referanslı savunusudur. MDD çizgisi burjuva sosyalizminin tipik örneğidir. MDD çizgisi işçi sınıfının iktidar savaşımını arka plana atan dolayısıyla işçi sınıfı enternasyonal duruşunu yadsıyan; ulusal burjuvaziyi de içine alan Halk cephesinin anti-emperyalist mücadelesini tek ve biricik amaç edinen ve emeğin kurtuluşu mücadelesini ve proletarya iktidarı sorununu, üstünü örterek unutulmaya terk eden bir partidir.

“Milli Demokratik Devrim” savunusu, özü itibarıyla menşevik “aşamalı devrim” teorisidir. “Milli Demokratik Devrimcilik” burjuva demokrasisi yelpazesinin solunda yer alan çizgidir. Bu teorinin ana ekseninde, işçilerin, köylülerin, küçük ve orta burjuvazinin “milli, devrimci ittifakının” burjuva demokrasisinin sınırlarını en uç noktaya götürecek, anti-emperyalist, anti-feodal (ve anti-oligarşik) bir devrimi gerçekleştireceği ve bu devrimle(!) kurulacak küçük burjuva demokrasisiyle; kalımlı, bir siyasal kurum, geçici olmayan bir devlet biçimi olarak tanımlanan bu iktidarla, kapitalizmin “tam gerçekleşmesinin sağlanacağı” ve işçi sınıfının bu durakta, soluklanarak sosyalist devrime (yeni bir devrime) hazırlanacağı öngörüsü yer alır.

Bu siyasal öngörü küçük burjuva demokrat bir teoridir. Bu anlayış, işçi sınıfının tarihsel/devrimci rolünü ikinci plana iter. Devrimci proletaryanın gücüne güvensizlik bu teorinin her parçasında rahatlıkla görülebilir. Bu cephede yer alan küçük burjuva sosyalist partiler biçimsel farklılık gösterseler de; sorunun algılanışında temel yaklaşımları aynıdır. MDD çizgisinin yakın takipçileri olan partilerin programında, devrimin temel gücü olarak köylülük kabul edilirken, Bu yaklaşımı "sınıf" perspektifi ile süsleyen bazı partiler bu çizgiyi biraz daha "aşar"(!); sözde kabul edilen işçi sınıfının öncü rolü daha bir öne çıkarılır. THKP-C ve devamcısı gruplarda işçi sınıfının rolü –hadi olsun dercesine- ideolojik önderliğe(!) indirgenirken; Bu çizgiden kopamayan partilerden en ileri noktaya ilerleyebilen örgütler; işçi sınıfının fiili öncülüğünü(!) kabul ettiklerini özellikle vurgulamayı ihmal etmez. Ancak tüm bu farklılıklara rağmen “demokratik devrim” çizgileri, burjuva demokrasisi ve ulusalcılık sınırlarını yıkamaz; onun içerisine hapsolur.

1970’ler de gençlik hareketiyle ortaya çıkan "devrimci hareket ve sosyalist partiler" MDD’ ciliğin teorik görüşlerini "yeni" tanımlamalar ve kavramlar ekleyerek savundular. Kuşkusuz bu hareketlerin ulusalcı vasfının, 1970'lerde dünya'yı etkisi altına alan ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisiyle şekillendiğini de görmek gereklidir. (Vietnam, Küba, Çin ) Bu partilerin kendilerini Marksist Leninst olarak tanımlamalarına karşın; hemen hepsi; küçük burjuva devrimci sosyalist çizgide kendilerini ifade ettiler. Bu devrimci hareketler "halkçı ve ulusalcı" idi. İşçi sınıfının; emeğin kurtuluşu mücadelesindeki belirleyici rolü bu sosyalist örgütler tarafından sözümona kabul edildi; ancak çeşitli gerekçelerle devrimci sınıf olabilirliği yadsınarak "ideolojik öncülük" vb. kavramları arkasında işçi sınıfı hareketinin önemi ve işlevi gölgelendi. Kuşkusuz bu durumda "devrimin temel gücü olan halkın" (asıl olarak köylülüğün) değer yargılarından olan ulusalcılık; emeğin kurutuluşu mücadelesinin temel vasfı olan enternasyonal sınıf dayanışmasını gölgeleyecek kadar önemli, stratejik konuma yerleştirildi. Bu strateji; anti_- emperyalizm adı altında savunuldu. 1970 sonrası anti-emperyalizmcilik, hareketin tüm yönünü belirler biçimde küçük burjuva sosyalizmini etkisi altına aldı. Yeni uydurulan “sosyal emperyalizme” karşı mücadele, emperyalizme karşı ideolojik mücadeleyle birlikte; işçi sınıfı mücadelesinin olmazsa olmazı halinde teorileştirilerek sunuldu. “Sosyal emperyalizme” karşı savaşım adı altında yürütülen mücadele; Dünya da ve kuşkusuz ülke içinde sosyalist hareketi provoke edecek ve işçilerin birliğini bozacak; emekçileri birbirine kırdıracak kadar sinsi bir politik duruşa dönüştü.

İşçi sınıfının enternasyonal dayanışmasını savunan siyasetçilere; "mücadele kaçkını" ve "işbirlikçi" etiketi yapıştırıldı. Bu propaganda sosyalist cephede öylesine büyük bir etki yarattı ki; sosyalist gruplar ve bireyler "ulusalcı" olmayı zorunluluk saydı. Sosyalist birey "ulusalcılık" savunusundan ayrılma kavşağında, derin bir "suçluluk" duygusuna kapılır duruma geldi. 1980 sonrası bu hareketlerin devamcısı olarak ortaya çıkan ya da bu hareketlerin kendisini yadsıyan ama ideolojik yükleniminden kopamayan illegal ve legal sosyalist partilerin hemen hepsi ulusalcılık mirasını devraldı (BDP’yi destekleyen sosyalistler de. N.T.)

Bu noktada belirlenmesi gereken; sosyalist hareketlerin ideolojik ve siyasi anlamda, burjuva ideolojisi ve siyasetiyle bezenmesinin nedeni, toplumsal koşullardır. Ancak eklemek gerekir ki; toplumsal koşulların yarattığı etkiyi mas edecek ideolojik siyasi donanıma ve devrimci duruşa sahip olmayan "sosyalist " partilerin "öznel" yapıları da "burjuvalaşma" sürecinde temel rol oynadı. Bu öznel durum, yani sosyalist parti önder kadrolarının siyasi ve ideolojik yükleniminin yetersizliği; parti dışı unsurların ideolojik siyasi eylemi karşısında, parti çizgisinin çok çabuk etkilenmesinin ve savrulmasının önünü açtı. Uluslararası sosyalist hareketin siyasi ideolojik çizgisinin, devrimci eleştirel süzgeçten geçirilmeden, sosyalist partiler tarafından kabullenmesi de bu nedenle gerçekleşti.

Tüm sömürge ve yarı sömürge ülkelerin sosyalist partilerini etkileyen ve yön belirlemesinde etkin rol alan uluslararası sosyalist hareketin, devrimci sosyalizmden ayrı duran niteliğini belirleyen iki temel faktör oldu.

Birinci faktör uluslararası sosyalist hareketin "ulusalcılığı" kutsamasıdır. Ulusal kurtuluş hareketleriyle kurulan ilişkilerde sosyalizmin hedeflerinden taviz verilmesi; ulusal kurtuluş hareketinin sosyalizmin bir parçası ve hatta giderek sosyalizmin özsel unsuru olduğu görüşünün yaygınlaştırılmasına yol açtı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin toplumların yaşamında bir ileri adım olduğu saptaması abartıldı. Ulusalcı eğilimler karşısında; devrimci sosyalist bir tavır alınmaması; sosyalist hareketin burjuva renklerle bezenmesinin belirleyici nedeni oldu. Bu eğilim; anti emperyalist, antifaşist ulusal kurtuluş hareketleri sonucunda kurulan "halk demokrasilerinin" sosyalizm olduğu kabulüyle sonuçlandı. Bu ülkelerde sosyalizme geçişin ( işçi sınıfı iktidarına ) ertelenmesi ve unutulması; Küresel düzeyde; sosyalist hareketin çizgisini etkiledi. Ulusalcılık ve burjuva demokrasisi için mücadele ( burjuva devletin demokratikleşmesi) sosyalist hareketle birlikte düşünülen ve sosyalizmin temel argümanları sayılan siyasi fenomenler oldu. Dolayısıyla "devletçilik" ve "ulusalcılık" bu iki burjuva argüman; sosyalist hareketin vazgeçilemez ve hareketin karakterini tanımlayıcı kavramlar listesinin başında yerini aldı. Kuşkusuz bu durumda sosyalist örgütler ve ideologlar kendi durumlarını haklı gösterecek siyasi ve teorik gerekçeleri, küresel düzeyde sosyalist hareketin siyasi tarihinden bulup çıkardı ve siyasi durumunun savunusunu bu veriler üzerine oturttu.

Tek ülkede gerçekleşen sosyalist devrim ve ilk sosyalist devletin kurulması, sosyalist devletin dünya kapitalizmi tarafından kuşatılmış ve izole edilmiş durumunu da yarattı.(Tersi N.T) Bu durumda yalnız kalmamak kaygısı; beraberinde sosyalist ülkenin kendine yandaş aramasına yol açtı. Kuşkusuz bu yandaş bulma istenci, sosyalist ülkenin komünist partisinin "ulusal kurtuluş hareketlerine " destek vermesi ve bu hareketlerle yakın ilişki içerisine girmesi sonucunu yarattı. Ulusal kurtuluş hareketinin var olduğu ülkelerin komünist partileri de bu yolu izledi. Kuşkusuz bu durum, sosyalist ilkelerden taviz vermenin ilk adımıdır. Burjuva ulusal kurtuluş hareketleri ile ilişki; komünist hareketin "ulusalcılığı", enternasyonal politikanın önüne geçirmesinin önünü açtı. Bu çizgi komünist hareketin milliyetçiliği temel bir argüman olarak sosyalist hareket programına sokması noktasına vardı. Bu politik sapma; Komünizmden ayrılmanın belirleyici faktörü olacak kadar önemlidir. (Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve Kürt ulusal hareketine verilen destek de bunun sonucudur. N.T)

İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra oluşturulan emperyalizme ve faşizme karşı halk cephesi programları ulusalcılığın sosyalist hareketi net bir biçimde etkisi altına almasının somut belgisidir.

Emperyalizme karşı ulusal kurtuluşçuluğun; sosyalizmin vazgeçilmez ve temel ilkesi olarak saptanması; emperyalizme karşı dünya işçilerinin ve emekçilerinin enternasyonal birliği ve savaşımı ilkesini gölgeledi. Sosyalizmin; kapitalizme karşı savaşım ilke ve hedefi; emperyalizme karşı savaşıma kadar daraltıldı. Emperyalizme karşı savaş öncel ve temel sorunsal sayılarak; anti- kapitalizm savaşımı adeta unutulmaya terk edildi. Halkçı sosyalizm çizgisinin; 3. Enternasyonalin politikasına egemen olması; komünist partilerin, emperyalizmin kuşatması altındaki "sosyalizmin" savunulması adına; işçi sınıfının ulusal birliğinin sağlanması şiarının, "Komünist manifestonun özü olan "Dünya işçileri birleşin" şiarını gölgelemesine izin vermesini beraberinde getirdi. Bu çizgi, ulusçuluğun, enternasyonal değerlerin yerini alması demektir. Bu sapma Mao tarafından daha uç noktaya taşınarak; politik-stratejik bir çizgi oluşturuldu. Emperyalizme ve “sosyal emperyalizm” olarak tanımlanan “sosyalist cepheye” karşı; üçüncü dünya ulusalcılığı; anti- kapitalizmden vazgeçmenin ve sosyalizmin temel sorunsalını terk etmenin son aşaması oldu.

Emperyalizme karşı savaşımda; ulusal kurtuluş savaşlarının ve bu ulusal kurtuluş savaşları sonucu kurulan burjuva ulusal devletin, sömürge ve yarı sömürge durumunda olmaya göre “ileri” bir durumu ifade ettiği bir gerçektir. Ancak bu ileri olma durumu: ulusal kurtuluşçuluğun, sosyalizmin ana hedefi olduğunu göstermez: Kuşkusuz komünistler; tarih boyunca bazı toplumsal durumların bir başka toplumsal duruma göre ilerleme olduğunu belirlemişlerdir. Ama hiçbir "ileri durumu" sosyalist kurtuluşun hedefi olarak görmemişlerdir. Örneğin; kapitalizmin, feodalizme göre “ileri bir aşama “ olduğunu söylemelerinden; komünistlerin “kapitalizm yanlısı olduklarını çıkarmak abesle iştigal olur. Aynı şekilde; tekelci kapitalizme göre devlet kapitalizmi ileri bir aşamadır. Ama bu durumu tespit etmek, komünistlerin sıkı bir devlet kapitalizmi yanlısı olmalarına yol açıyorsa ve sosyalistler kapitalist “özelleştirmelere” karşı kapitalist devletçiliği savunur duruma geliyorlarsa; siyasi ve ideolojik anlamda iflah olmaz hastalık içerisinde bulunuyorlar demektir. Bu anlamda yeri gelmişken belirtmekte yarar var; komünistler “özelleştirmelere” karşı “kamulaştırmayı” savunmalıdırlar. Yaygın bir görüş olduğu için şu belirleme önemlidir; Kapitalist devleti, kamu temsilcisi olarak görmek burjuva olmakla eşdeğerdir. Bu bakış açısı emekçilerin “kapitalist devleti” kendi devleti olarak görme yanılsamasını besler.

Sonuç olarak ulusalcılık ve ulusal devlet; kapitalizmin bir gerçekliğidir. Emperyalizme karşı “ileri “ duruş olduğu gerçeği; ulusalcı hareketin sosyalist kurtuluşun bir unsuru olduğunu göstermez. Ulusalcılığı ve ulusal devlet normunu sosyalizmin olmazsa olmaz bir ilkesi olarak görmek; sosyalist idealin bozulmasına açık kapı bırakmaktır. Emperyalizme karşı savaşı, kapitalizme karşı savaşın kopmaz parçası olarak ele almayan ve emperyalizme karşı “Dünya işçileri ve emekçileri birleşin” şiarını öne çıkarmayan bir hareket komünist olamaz. Sosyalizmin temel ilkesi kapitalizm karşıtlığıdır. Emperyalizm karşıtlığı, anti- kapitalizm ekseninde ele alınmalıdır. Çünkü anti- kapitalizm her koşulda ve her zaman; anti-emperyalizmi içerir; ancak emperyalizm karşıtlığı her koşulda ve her zaman anti-kapitalizmi içermez. Örneğin Ulusal burjuva kurtuluş, ya da İslam referanslı burjuva kurtuluş hareketi, anti-emperyalist vasfa sahip olabilir; Ancak bu niteliğe sahip olması bu hareketlerin anti-kapitalist olmasını sağlamaz.

Emperyalizme karşı savaşım söylemini, tüm uluslara karşı savaşım söylemine kadar götürmek şovenizmdir. Kendi kaderini belirleme hakkını kullanması nedeniyle, emperyalizmin uşaklığını yaptığı ya da kendi burjuvazisinin etkisi altında kalarak diğer halklara düşmanca davrandığı savıyla ezilen ve sömürge ulusları düşman ilan etmek burjuva milliyetçiliğidir. Kendini sosyalist diye tanımlayan ve Türk, Ermeni, Rum, Kürt, Arap, Yahudi, Filistin halklarının kardeşliğini savunusuna "alerji duyan" bireylerin varlığı trajik bir durumdur. İşçi sınıfının birliğini ve halkların kardeşliğini savunmak devrimci sosyalizmin düsturudur.(İşte burada genel olarak sosyalistlerin ulusalcılığın etkisinden kaynaklanan yanılgısını taşıyorsun Babür Pınar. Sosyalizmin/komünizmin özünde etnik kimlik ve kültür yoktur, dinsel ve etnik kültür ve kimliklere dayanan çokkültürcülük yoktur. emekçi ’insan’’ kimliğinden oluşan sosyalist kimlik ve kültür vardır. Sosyalizm/komünizm etnik kimliklerden sıyrılmayı, farklı etnik kökenden olanları sosyalist kimlikte kardeşleştirmeyi gerektirir. Etnik kimlik ve kültür savunusu burjuva milli kapitalist devletler evresine özgü bir değerdir. Sosyalizm/komünizm etnik kimlik savunulucuğu değil etnik kimliklerin ortadan kaldırılıp sosyalist kimlikte birleştirilmesinin savunuculuğunu yapar. Etnik baskıya tepki etnik değil sosyalist olmalıdır. NT.) Bir yandan tüm halklara karşı düşmanlığı körüklerken (Türkün Türk’ten başka dostu yoktur derken); diğer yandan "Dünya barışı" diye çığlık atmak (burjuva sol parti önderleri, cumhuriyet gazetesi yazarları, vb. bunu hep yapıyorlar.) iki yüzlülüktür. Ama asıl kötüsü kendini sosyalist olarak tanımlayan bireylerin de utangaçça bu burjuva sol cephesi ile dirsek temasında olmasıdır.

Uluslararası sosyalist hareketin, devrimci sosyalizmden ayrı duran niteliğini belirleyen ikinci faktör; bazı devrim yapmış ülkelerde komünist partilerin kapitalizmden komünizme geçiş sürecine ilişkin oportünist belirlemelerinin uluslararası sosyalist hareket tarafından da genel kabûl görmesi ve belirleyici politik çizgi olmasıdır.

Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, bir geçiş evresi olarak sosyalizmin (proletarya diktatörlüğünün) sonal amaç olarak belirlenmesi hedef şaşırttı. Çünkü devrimci sosyalizmin sonal amacı komünizmdir. Sonal amacı sosyalizme indirgemek; komünist partilerin devlet sorununa bakışını revize etmektir. Bu komünizme varma sürecinde geçici bir nitelikte olması gereken sosyalist devletin; devlet olarak varlığına son vermek (sönümlenmeye bırakmak ) ilkesinden vazgeçmektir. Bu anlayış sosyalist devletin güçlenmesine yol vermektir. Komünist partilerin pratik anlamda devletin sönümlenmesinin maddi koşullarını sağlamaktan vazgeçmeleri; Sosyalizmi devrim programına sonal amaç olarak koyan halkçı sosyalist partilere ilham kaynağı oldu. Bu partiler, “ devrim” ön kabulünü, halk demokrasisine kadar götürdü ve o nokta da durdu. Bu partiler proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu ve geçici niteliğini; sonal amacın komünizm olduğunu; “kitleleri ürkütmemek”(!) için olsa gerek, ağızlarına almadılar.

Bu politik çizgi, aynı zamanda Marks ve Engels tarafından öngörülen "devletin giderek sönümleneceği" öngörüsünden de vazgeçmeği ifade ediyor. Süreç içerisinde, "emperyalist kuşatmaya karşı devletin devasa bir güç haline dönüşmesi ve kutsanması, dolayısıyla sosyalist devletin, işçi sınıfının hizmetinde bir aygıt olmaktan çıkarak; kendi varlığının sürdürülmesi için işçileri "hizmet erine" dönüştürmesi gerçekleşti. Bu durum, İnsanın insana, topluma ve iktidar kurumlarına; giderek bireyin ve toplumun devlete yabancılaşmasını hızlandırdı. İşçi sınıfı "kutsal" amaç uğruna; kendi yaşamını örseleyen devletin; "kendi devleti " olduğundan yoğun bir biçimde kuşku duymaya başladı. Kitleleri etkisi altına alan ulusalcılık ve devletçilik yanılsaması, İşçi sınıfının dünya işçi sınıfı ile dayanışmasını engelleyen siyasi ideolojik argümanlar olarak önemli rol oynadı

“Halk demokrasisinin” sınıfsal karşılığı küçük burjuva demokrasisidir. Kuşku yok ki bu rejimler küçük burjuvazinin politik yargılarının ve ideolojik yüklenimlerinin egemen olduğu rejimlerdir. Başta milliyetçilik olmak üzere küçük burjuvazinin politik duruşunun ifadesi olan; bürokrasi, elitçilik, bireycilik, otorite tapınıcılığı gibi tüm egemenlik fenomenleri bu rejimde gelişme ortamı bulur.

Sosyalist hareketin ulusçu ve devletçi çizgisinin; Sömürge ve Yarı Sömürge ülkelerde, dolayısıyla Türkiye de sosyalist hareketi büyük ölçüde etkilediği açıktır. Bir farkla; işçi demokrasilerinin gerçekleştiği ülkelerde ulusalcılık ve devletçilik "sosyalist devletin ve ulusçuluğun savunusunun aracı iken”; kapitalist ülkeler de kapitalist sistemin ve burjuva devletin savunusunun argümanlarına dönüştürüldü..

Bu gerçekliğimizi kavramak; ileri doğru atılacak devrimci sosyalist adımın ilk koşuludur. Bu gerçekliği kavramaksızın; ideolojik ve siyasi anlamda sosyalist hareketi kasıp kavuran burjuva fetiş değerlerden kopmak mümkün değildir. Sosyalist hareketin ideolojik siyasi rengini oluşturan tüm fetiş değerleriyle hesaplaşmadan ileri doğru atılacak adım; yerinde saymanın ifadesidir. Devrimci kopuş yalnızca burjuva değerlerden değil aynı zamanda burjuva değerlerin izlerini taşıyan "sosyalist" hareketten de kopmak demektir. Devrimci bir kopuş gerçekleştirmeden yaratılacak “yeni” komünist hareket, her zaman "eskinin" eklektik tekrarı olacaktır.

Ulusalcılık (Milliyetçilik) ve Aydın Tavrı

Düşünsel ve yaşamsal pratiğinin merkezine milliyetçiliği (Ulusalcılığı) koyan bir insanın, aydın tavrı alması olası mıdır? Hayır; çünkü milliyetçi bir insan, diğer halkların toplumsal çıkarlarına duyarsız ve hatta karşısında bir duruşa sahiptir. Düşünsel ve yaşamsal pratiğinin merkezine türk milliyetçiliğini yerleştiren bir yazar, politikacı, felsefeci, düşünür ( işçi, burjuva); kürt, yunan, arap, alman, rus, fransız vb, uluslarına karşı önyargılıdır. (Kürt milliyetçiliği, milliyetçiliğin dışında değildir, aynı şeyler Kürt milliyetçiliği için de geçerlidir. N.T.) Bu önyargı, onun, bu halkların türk halkıyla ilişkilerinin irdelenmesi noktasında “öznel” bir duruşa sahip olmasına yol açar. Bu insan, uluslar arasındaki güncel toplumsal ve tarihsel ilişkilere nesnel bir perspektifle bakamaz. Bu görüş açısı, onun aydın niteliği kazanmasının önünü tıkar. Kuşkusuz milliyetçilikle şovenizm birbirini besleyen ve tamamlayan iki unsur olarak aynı zeminde yer alır ve milliyetçilikle şovenizm arasında belirgin sınır yoktur, birbirinden ayrılamaz; milliyetçilikten şovenizme geçiş oldukça kolaydır.

Bir aydının ulusal kimliği onun düşünsel ve yaşamsal pratiğine yön verici olamaz. Yani açıkçası aydın, toplumsal ve tarihsel ilişkilere ve gelişmelere, ulusal kimlik penceresinden bakamaz. Bir aydın için, öteki bireyle kardeş veya dost olmak için ön koşul; o bireyin düşünsel ve toplumsal pratiğidir. Önemli olan, öteki bireyin, türk, kürt, ermeni, yunan, arap, fransız, amerikan, çin, Perulu, hint. vb. olması değil; Onun, insanlığın ilerlemesine ve barış içinde yaşamasına katkıda bulunan ve insanlığın özgürlüğünü ve yararını öne alan ve ulusal kimliğinden sıyrılarak, enternasyonal perspektifle toplumsal olgulara bakabilen birey olmasıdır. Benim bir şair olarak entelektüel var oluşum; Nazım’ a, Neruda’ ya ,B. Brecht’ e, Aragon’ a, Ritsos’ a, Teodorakis’ e ,M, Gorki’ ye, Mayakovski’ ye (vb.) hayat veren ağacın köklerine bağlıdır. Nedim’ e, Baki’ ye, Mehmet Akif Ersoy’ a,Yahya Beyatlı’ ya Necip Fazıl Kısakürek’ e hayat veren ağacın köklerine değil. Bu tutum, “ama “ sözcüğüyle başlayan gerekçelere feda edilmeyecek kadar önemlidir.

Aydın enternasyonaldir ve ulusal gerçeğine bu perspektifle yaklaşır. Bireyin ulusal kimliğini öne çıkaran, gerekçesi “anti- emperyalizm” perspektifi de olsa “Türk Aydını” türünden bir tanımlama yanlıştır. Aydınlar, ulusal kimliklerinden ötede, tüm insanlığın sahip çıktığı bir duruşla anılırlar. Türk milliyetçiliğini düşünsel ve yaşamsal pratiğinin merkezine koyan bir düşünür, politikacı, felsefeci edebiyatçı, Kürt sorununa, ermeni sorununa, Kıbrıs sorununa, Kerkük sorununa nesnel yaklaşamaz; yaklaşamıyor da. Tersi de doğru; Milliyetçi bir ermeni, kürt ya da yunan bu sorunlara nesnel bakamaz. Osmanlı devleti tarafından, ermeni ve Kürt halkına sistemli bir biçimde ulusal kıyımın uygulandığı gerçeğini görmezden gelen, inkar eden birisi aydın tavrı gösterebilir mi. Jean Paul Sartre’ın, Fransız sömürgeciliğine karşı, Cezayir Halkının yanında yer alarak, aydın tavrını sürdürdüğü unutulabilir mi ? Filistin halkının haklarını savunma konusunda geri mevzilere düşen bir İsrailli düşünür, sanatçı aydın sayılabilir mi? Ya da İsrail halkının yaşama hakkını, İsrail egemenlerinin kanlı baskısını bahane ederek, unutturmaya çalışan bir Filistinli düşünür, yazar politikacı, sanatçı aydın olabilir mi? Ötekinin milliyetçi oluşu sizin milliyetçiliğinizi haklı kılar mı? Örnekler çoğaltılabilir.

Halkın değer yargıları genellikle iktisadi olarak egemen olan dolayısıyla da politik ve ideolojik hegemonyasını sürdüren egemenlerin değer yargılarıdır. Aydın, bu değerler sisteminin dışında ve karşısında devrimci duruş sergileyerek, bu değer yargılarından köklü kopuş tavrına sahip olan bireydir.

Durum çok açık; İdeolojik politik, felsefi şekillenmesi, sınıfsal egemenlikle, devletçilikle, din ve milliyetçilikle yoğrulmuş bir politikacının, yazarın, düşünürün aydın olması ve aydın tavrına sahip olması olanaksızdır. Bu durum, egemen ulusçu, devletçi bireyler için olduğu kadar ezilen ulusların milliyetçiliği perspektifinden kopamayan politikacılar ve yazarlar için de böyledir.

Türklerin toplumsal tarihinde, Köktenci, gerçek bir aydınlanma hareketi gerçekleşmemiştir. Kuşkusuz Avrupa’da burjuva devrimlerine koşut ortaya çıkan aydınlanma hareketlerinin, Anadolu halklarının toplumsal yaşamları içinde de yansımaları olmuş ve Bu yansımanın etkisiyle siyasi ve felsefi alanlarda reformcu değişimlere rastlanmıştır. Türk ulusal kurtuluş hareketi süreci, ulusal, burjuva bir devlet kurma sürecidir ve bu süreçte gerçekleştirilen reformcu dönüşümler ulusal devlet kurulurken olması gereken dönüşümlerdir; fazlası değil. Bu reformcu dönüşümler, politik iktidarın zoruyla sürdürülebilmiş ve dönüşüm kurumları, halka rağmen, zor kullanılarak ayakta tutulabilmiş, Politik çalkantılar bu çatışma zemininde sürekli hayat bulabilmiştir. (Öyle de olması gerekirdi. N.T) "Ulusal Kurtuluş hareketi", feodal sistemin ve feodal değer yargılarının iktisadi, siyasi, ekonomik köklerini sökememiştir. Ulusal devlet kuruluşu süreci, eskiyle barışma ve uzlaşma sürecidir de. Burjuva cumhuriyet her alanda, Osmanlı devleti tarihinin devrimci eleştirel bilançosunu çıkarıp, Osmanlı despotizmiyle ve baskıcı politikalarıyla hesaplaşmamıştır. Tarihini sahiplenme savıyla ve istemiyle, hangi ulusa karşı işlenirse işlensin, tüm kıyım eylemlerinin üzerini örtme yolu benimsemiştir. (Kürt ulusal hareketi de aynı şeyi yapmakta, tarihini, kültürünü savunma savı ve istemiyle yığınla kişiyi kıymıştır, kıymaktadır. N.T.)Tam da bu noktada belirtmek gerekiyor; Ulusal devlet kurulması sürecinde, birçok düşünür, politikacı, yazar, ideolojik bir yanılsama ile bu hareketin bir aydınlanma hareketi olduğu kanısıyla, bu süreçte devlet politikalarının yanında aktif olarak yer almayı aydın olmanın gereği saydılar.(Aydınlanma hareketi olduğu savı dinsel hegamonyaya karşı, monarşik devlete karşı mücadele için kullanılır. N.T.)karşı İradesini bu sürece teslim eden yazar ve düşünürler, toplumsal duruşları nedeniyle aydın olma olanaklarını da kaybettiler. Bu süreçte devletin kuruluş hizmetine kendini adayan bu insanlar, toplumsal olgulara nesnel bakabilme perspektifinden uzaklaştılar. Dolayısıyla devletçi ve tutucu bir bakış açısından dünyaya bakarken, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, insan hakları, kadın hakları sorunu, Laiklik, demokrasi, toplumsal özgürlük v.b. sorunlarının köktenci çözümü noktasında, devletin bekası uğruna geriye düştüler.

Türkiye toplumsal tarihinde, gerçek anlamda bir burjuva aydınlanma hareketi gerçekleşmediği gibi, (gerçekleşen tam da burjuva aydınlanmasıdır, gerçekleşmeyen sosyalist aydınlanmadır, Burjuva milli devlet kurma sürecinde de sosyalist bir aydınlanma değil, burjuva bir aydınlanma gerçekleşebilir ancak. N.T) sosyalist aydınlanma hareketi de gerçekleşmemiştir. Dünyanın birçok yerinde gerçekleşen sosyalist aydınlanma hareketi, Anadolu halklarını da etkisi altına almış ve bu etki bir çok düşünür,sanatçı ve politikacının düşünsel ve pratik yaşamına yön vermiştir.. Ancak gerçek anlamda bir sosyalist aydınlanma hareketinin gerçekleşememesi, bireylerin aydın tavrına sahip olma sürecini olumsuz yönde etkilemiştir.

Böylesi bir sürecin içerisinden çıkan, toplumsal durumun etkisini üzerinde ağırlıkla hisseden; işçi hareketinin ve işçi sınıfı hareketinin gelişim seyrinden doğrudan etkilenen sosyalist hareketin; bu sürecin izlerini üzerinde taşıması kaçınılmazdır. Öyle de oldu. Türkiye’de sosyalistler; örgütlü var olma sürecinde, feodalizme karşı ilerleme sürecinden her taviz verme durumunda; bu geri adımları tamamlamanın "kendi" yükümlülüğü olduğu ve bu yükümlülüğü yerine getirmeksizin Sosyalist kurtuluş ve kuruluşun mümkün olamayacağı kuruntusuna kapıldılar. Dolayısıyla Türkiye de Sosyalist hareket daha işin başında; Burjuva "devrim" değerlerini, sosyalizmin değerleri olarak kabul etti. Kuşkusuz sosyalizmin ideolojik bozulması anlamına gelen bu sahiplenme; siyasi anlamda oportünizmin yolunu açtı.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme sürecinde, farklı sınıfsal duruşların ifadesi olan iki Avrupa'yı açıkça gördük. Avrupa’nın karanlık yüzü Hristiyanlık ve milliyetçilikle bezelidir. Aydınlık yüzü ise sosyalizm, insan hakları ve halkların kardeşliği(? N.T) ile yoğrulmuştur. Sermayenin “milli” sınırları taşarak politik, ideolojik, iktisadi ilişkiler ve birlikler kurmasına rağmen; işçi sınıfının siyasi ve sendikal örgütlerinin, enternasyonal ilişkilerin gerekirliliğini savsaklamaları; milli devletin sınırları içerisinde hapsolarak, burjuva milliyetçiliğinin toplumsal payandası olmalarına yol açıyor. Avrupa’nın burjuva cephesine karşı, Avrupa’nın sosyalist işçi cephesinde yer alarak, bu cephede yer alan örgütlerle, aydınlarla, yazar, politikacı ve sanatçılarla sıkı ve tutarlı bir kardeşlik bağı kurmak, sosyalist, enternasyonal tavrın gereğidir.

Burjuva iktidarın ideolojik hegemonyası; düşünürleri, yazarları sanatçıları baskı altında tutuyor. Bunun yanında, ulusalcı sosyalist politikaların da; sosyalist, demokrat düşünürleri, sanatçıları, politikacıları; ideolojik, psikolojik baskı altında tuttuğu, onları belirlenmiş siyasi kalıpların dışına çıkmaları halinde aforoz ettiği görülmektedir. Belirlenmiş siyasi norm ve düşüncelere uymayı “devrimci, sosyalist” olmanın kıstası ve bu değişmez, mutlak kurallara uymanın, olmazsa olmaz olduğu yaklaşım ve yargısının; Sosyalist, enternasyonal, bilimsel, nesnel, gerçekliğe ulaşmanın ideolojik, entelektüel zeminini perdelediği ve engellediği de bir gerçektir. Aydın tavrı, hegemonyacı baskıya ve dar görüşlüğe de boyun eğmeden toplumsal gerçekliği çözümleme eylemine girmeyi gerektirir. Aydın, yalnızca egemen burjuva iktidarına, bu erkin ideolojik, politik çevresine karşı değil; yer aldığı toplumsal cephenin hegemonyasına, kendi ideolojik, politik var oluş biçimlerine de devrimci eleştirel perspektifle yaklaşır. İdeolojik, politik, felsefi, sanatsal donanıma ve olguları algılama ve çözümleme noktasında yüksek bilince ulaşamamış birey, hem burjuva sistemin ideolojik politik saldırısına ve hem de, kaba, ulusalcı sosyalist politikaların baskısına karşı duramaz. Bu durum ise bireyin aydın olma kapısını kapatır.

Emperyalizm dönemi; burjuvazinin aydınlanma ilkelerinden geriye düşme ve aydınlanma bayrağının sosyalist hareketler tarafından devralınma dönemidir. Artık bir felsefeci, politikacı, düşünür, yazarın aydın olabilme zemini, sosyalizm ilkeleriyle döşelidir. Bu hiçte abartılı bir iddia değildir. Bugün dünya da var olan tüm aydınların toplumsal ilerleme sürecine bakış perspektifleri, devrimci, sosyalist, bilimsel, değişimci ve enternasyonalcidir. Aydın tavrı göstermeye maddi ve ideolojik yüklenimi ile en yakın duranlar devrimci sosyalistlerdir. Kuşkusuz her komünist aydın tavrına ulaşmakla yükümlüdür. Komünistlerin aydın olmaları zorunluluktur. Dolayısıyla aydın tavrını karakterize eden vasıflar; Komünist bir insanın niteliğinin olmazsa olmazıdır. Özel olarak vurgulanması gereken; sosyalist olmak bireye aydın olma olanakları sunar; ama kendini sosyalist olarak tanımlayan her sosyalist birey aydın değildir, olamaz da.

Aydın olma hali, ahlaki yargılarla açıklanamaz. Dürüst, genel ve özel otoriteye karşı boyun eğmeyen, mücadeleci, ve sözünü esirgemeden konuşan ve bu eylemi, insanlardan övgü almak için değil, “toplumsal sorumluluk” gereği gerçekleştiren olmak gibi, davranış normlarına uymak vasfı, bireyin aydın olması için yeterli değildir. Bu vasıflar her insanda olmalıdır. Aydın olmak için, bir insanın hangi çizgide ve hangi yolda yürürken boyun eğmez ve kararlı bir duruşa sahip olduğu belirleyicidir. Asıl olan o insanın gerçeğin sözcüsü ve öncüsü olmasıdır, boyun eğmezlik ve kararlılık, dürüstlük bu vasfın tamamlayıcısıdır. Ya yoksa bir din savaşçısı da bir milliyetçi militan da kararlı ve otoriteye karşı boyun eğmez olabilir. Ama bu vasfı onun aydın olmasına yetmez.

Gerçeğin öncü savaşçısı ve sözcüsü olmak, bilimle karılmış bilinci ve bu bilincin kuşandığı cesareti gerektirir. Bıçak sırtında yürümeyi göze alarak, bilimle bezenmiş cesaret ve devrimci bilinçle yola çıkmak aydın olmanın ilk koşuludur.; Aydın tavrı da, insana has ve edinilebilir bir yaşamsal eylemdir.
İnsanlık tarihinin her döneminde, egemen sistemin kurumlarından ve fetiş değerlerinden koparak, evrensel bir duruşla gerçeğin üzerine örtülen perdeyi kaldıran aydınlar var olur. Ve o zaman gerçeğin ışığı, insanlığı aydınlatır.

Babür Pınar


Kaynak: Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Fikret Başkaya