22 Şubat 2011 Salı

Flört, Aşk, Sevgi, Namus, Evlilik, Aldatma, Boşanma, Mutluluk Nedir?


Flört, Aşk, Sevgi, Namus, Aldatma, Boşanma, Mutluluk Nedir?

Kim istemez ki sevdiği tarafından sevilmeyi…Ve mezara onunla gitmeyi…

Ama sevilmek zordur, Sevmek de…Bunu bir ömür boyu sürdürmek de…

İlişkiler karşılıklı olamıyor bir türlü, genelde insanların sevdiği başka, seveni başka oluyor ne yazık ki…

Çünkü:

Önce ne istediğini, bilmeli insan:
Evlilik mi, ciddi bir ilişki mi, gönül eğlendirmek mi, farklı bir tat mı, cinsel ihtiyaç gidermek mi, sex mi?

Eşcinsel(kendi cinsinden hoşlanan) bir ilişki mi, heteroseksüel(karşı cinsten hoşlananan) bir ilişki mi, biseksüel(her iki cinsten de hoşlanan) bir ilişki mi?

Kandırma, kullanma, aşağılama olmadığı, karşılıklı olduğu sürece bunların hepsi de normaldir.

İnsanların biyolojik yapısının ve hormonlarının zorunlu bir dürtüsü olan cinselliği yaşamaları iğrençlik, ayıp, günah, suç olmaması gerektiği gibi bunu karşı cinsle yaşamaları ve cinselliği yaşayabilmeleri için evlenmeleri de şart olmamalı. İkisi de insan olduğuna göre erkeklerin olduğu gibi kadınların da.

İnsanlar, kimseye zarar vermedikleri, kimseyi zorlamadıkları, taciz, tecavüz etmedikleri, AIDS gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle dikkatli oldukları ve karşılıklı olduğu sürece her türlü ilişki türünü de tercih edebilirler. Herkesin bedeni, özel hayatı kendine aittir, kimse kimsenin özel hayatına karışamaz, el koyamaz, baskıyla, korkutarak, şiddetle, zorla engelleyemez, suçlayamaz, cezalandıramaz.

Evlilik ve ciddi bir ilişki için aşk, sevgi, saygı gerekirken, diğerleri için hoşlanmak yeterlidir.

Ancak, flörtün, aşkın ve sevginin yeri ayrıdır:

Flört; hoşlanma ve kur ilişkisidir.

Sevgi; istenilen özelliklere sahip, taktir edilen, sevimli bulunan şefkat, iyiliğini isteme, özveride bulunma gibi hisleri uyandıran canlılara duyulan duygudur. İstenilen özelliklere sahip nesnelere de duyulur.

Saygı; taktir etme, yüceltme duygusudur.

Aşk ise flörtte hissedilen beğenme, hoşlanma, heyecan, arzu, özlem duygularının yoğunlaşıp en çok onu beğenme, sevme, sürekli aklın onda olması, beğenilmeme ve kaybetme korkusudur. Aşk, karşılıklı olduğunda yoğun bir mutluluk, karşılıksız olduğunda ise acıdır. Genelde tek taraflı olduğu için aşk, mutluluktan çok acıdır, Tülsü'yü Sevmek" gibi bir hayal, sürekli bir arayıştır, yalnızlıktır, aşkın fıtratında vardır yalnızlık :) Çünkü aşk, karşılıksız, tek taraflı olandır, üstün olandır, terk edendir, kaçandır, ulaşılamayandır, insanın sevdiği başka, seveni başka olur hep, aşk, onunla yaşamak değil, onu yaşamaktır, bu yüzden insanlar aşkın hayaliyle yaşayıp aşkını bulamadan, onu bulup onunla yaşayamadan göçer gider ne yazık ki...

Aşk, ‘Seni Seviyorum!’’ dan çok ‘’Onu Seviyorum’’ dur. Yani başkalarına ondan bahsederken ondan aşağılamayla değil, hayranlıkla, takdirle, saygıyla, sevgiyle bahsetmektir.

Aşk, kendisini beğendiği kişi aracılığıyla beğenmek, beğendiği kişide kendisini beğenmek, sevmektir.

Aşkın kaynağı, cinsel birleşme aracılığıyla sperm ve yumurtanın birleşmesiyle ebeveynlerden farklı bir yavru ve çeşitlilik yarattığı, bireyleri ve türleri koşullara karşı daha dayanıklı ve uyumlu hale getirdiği için evrimleşmiş olan eşeysel üremeyle bağlantılı cinsel istek doğuran hormonların yanı sıra kendisini beğenme ve beğenilme ihtiyacıdır.(Yani,
aşkın kaynağı, evrimsel olarak gelişmiş eşeysel üremeyle bağlantılı cinsel istek doğuran hormonların yanı sıra kendisini beğenme ve beğenilme ihtiyacıdır. Cinsel birleşme aracılığıyla sperm ve yumurtanın birleşmesinden oluşan eşeysel üreme, ebevenlerden farklı bir yavru ve çeşitlilik yarattığı, çeşitlilik de bireyleri ve türleri koşullara karşı daha dayanıklı ve uyumlu hale getirdiği için evrimleşmiştir.)

Cinselliğin yaşı vardır ama aşkın yaşı yoktur. Cinselliğin henüz gelişmemiş olduğu küçük yaşta olmaktan dolayı ya da yaşlılıktan dolayı cinsellik yaşanamayacak olsa da, yoğunluğu cinselliğin yaşıyla orantılı olsa da cinsel evrenin dışındaki evrede de aşık olunabilir.

Cinsellik yaşansa da,  sevgi, saygı, benimseme, özveri, sadakat, arzu, özlem, beğenilmeme, kaybetme korkusu devam ettiği sürece devam eder aşk.


Aşk, Planlı da olabilir plansız da, hesaplı da olabilir hesapsız da, uzun süreli de olabilir kısa süreli de. Aşkın ömrü, bir yataklık da olabilir, üç yıl da,  ömür boyu da. Ömürlük başlanıp bir gecede bitebilir de, bir gecelik başlanıp ömürlük de olabilir. Bazen küçük bir an için ömür bile verilir. Yeter ki karşılıklı olsun, sevgi, saygı olsun,  aşağılama, kandırma, kullanma olmasın, yeter ki onursuz olmasın aşk.

Cinsellik yaşansa da, sevgi, saygı, benimseme, özveri, sadakat, arzu, özlem, beğenilmeme, kaybetme korkusu devam ettiği sürece devam eder aşk.

Aşk, Planlı da olabilir plansız da, hesaplı da olabilir hesapsız da, uzun süreli de olabilir kısa süreli de. Aşkın ömrü, bir yataklık da olabilir, üç yıl da,  ömür boyu da. Ömürlük başlanıp bir gecede bitebilir de, bir gecelik başlanıp ömürlük de olabilir. Bazen küçük bir an için ömür bile verilir. Yeter ki karşılıklı olsun, sevgi, saygı olsun,  aşağılama, kandırma, kullanma olmasın, yeter ki onursuz olmasın aşk.

Cinsellik, flörtte yokken ya da yalnızca düşüncede ve potansiyel olarak varken, aşkın olmazsa olmaz olmayan yalnızca bir parçasıyken, ciddi bir ilişki de ise gerekli bir unsurken sexte asıl amaç cinsel hazdır. Eşcinsel ve biseksüel ilişkilerde de asıl amaç cinsel ihtiyacı giderme ya da daha fazlası, yani sextir.

Ciddi bir ilişki ise, yalnızca cinsel ihtiyacı giderme ya da sex olmadığı gibi evlilik de değildir.

Aşağılama, kandırma ve kullanmanın olmadığı, karşılıklı aşk, sevgi, saygı, şefkat, özveri, emek ve sadakate dayalı, duygu ve düşüncelerin, başarı ve başarısızlıkların, yeteneklerin, zevklerin, ilgi alanlarının, dertlerin, acıların, sevinçlerin, iyi ve kötü günlerin, maddi giderlerin, yani her şeyin paylaşıldığı duygusal bir ilişkidir.

Evlilikten farklı olarak nikah, ekonomik bağımlılık, çocuk, gelenek, aile, çevre vs baskısıyla zoraki değil, karşılıklı isteğe dayalı, özlem olması için sürekli beraber olunmayan, ya da sürekli beraber olunmadığı için özlem olan, istenildiğinde görüşülen, sevginin yanında aşkın da sürebildiği bir ilişkidir.

Yani geldiği zaman boşluk dolduran biri değil bu, gittiği zaman yeri doldurulamayan,

Yani insanı bütünleyen diğer yarı,

Elbette gittiği yere kadar.

Sevgi emek ister ama bir yere kadar; zorla güzellik, zorla aşk, zorla sevgi, zorla cinsellik, zorla ilişki olmaz, bunlar karşılıklı olmalıdır.

Genelde ciddi ilişkileri kadınlar arar, ama erkeklerden de ciddi ilişki arayan yok değildir, tam tersi çoktur.
Ama genelde evdeki hesap çarşıya uymaz özellikle kadınlar açısından. Kadınların aradığı genelde evlilik ya da ciddi bir ilişki iken ve ilişkilerinin öyle olduğunu sanırlarken karşılarında ciddi bir ilişkiyi ve bağlanmayı düşünmeyen, yalnızca farklı bir tat ya da sex arayan bir erkek olduğunu anlarlar. Bazen sex ilişkisi tek taraflı ya da karşılıklı aşk ilişkisine dönüşebilirken bazen de sex ilişkisi aşk ilişkisine dönüşebilir vs.


Namus Bekaret Değildir

Bekaretin ‘El Değmemiş’ Tarihi adlı kitabında Hane Blank bekaret konusunu tartışılması gereken sorun olarak ele alır ve bekaret sorununun tarihini, M.Ö. 450 tarihlerinde bir Girit Yasası’nın bakirelerin ve bakire olmayanların tecavüzü için ayrı cezalar öngörmesine kadar götürür. Himenin(kızlık zarı) bilimsel-fizyolojik olarak incelenmesi, kızlık zarına dair inanılmış değerlerin boş, saplantılı, insanın kadın bedeni üzerinden varabileceği noktaların trajikomikliğini göstermektedir. Her kızlık zarı ilk cinsel ilişkide kanar yanılgısıyla ilk gece suçlanmamak için vajinalarını kesen kadınlar, himen tamiri üzerinden ticaret yapan doktorlar, himen estetiği, 1544’lerde ceset kaçırılarak himenin nasıl keşfedildiği, Blank’ın bekâret tartışmasında ele aldığı tartışmalardan yalnızca bir kaçı.


Kızlık Zarı Neden Var

İnternette kızlık zarı ile ilgili şunlar geçiyor:
Kızlık zarı (Bekaret zarı)
Kızlık Zarı (Hymen) vajinanın hemen girişinde yer alan, küçük dudaklardan 1.5 ile 3 cm arasında içeride, 1.5-2 mm kalınlığındaki bir oluşumdur.

Kişinin yapısına göre kızlık zarının kalınlığı ve ne kadar içeride olduğu değişebilmektedir. Özellikle şişman kişilerde daha kalın yağ tabakasından ötürü kızlık zarı daha içeride bulunmaktadır.

Yapı olarak dış genital bölge içerisinde yer alan kızlık zarının ön kısmı deriye, vajinaya bakan arka kısmı ise mukozaya benzemektedir.

Kızlık zarı vajinal boşluğu tam olarak kapatmaz; ortasında yer alan boşluk (delik) sayesinde adet kanının dışarıya akışına izin vermektedir. İşte bu deliğin tipine göre de kızlık zarının değişik türleri tarif edilmiştir. En sık olarak görülen tip (%60-95 oranında) “yuvarlak halka (anuler)” türüdür.

Kızlık zarının ortasında bulunan delik eğer normalden büyükse içeriye penisin girişi ile zar yırtılmayabilir. Bu durumda kanama olmayacaktır (“duhule müsait zar”).

Bazen de penisin girişi ile kızlık zarı esneyip yırtılmayabilir, bu durumda da kanama gelmeyecektir. Halk arasında bu durumda "esnek zar" tabiri kullanılır.

"Neden böyle bir oluşumun mevcut olduğu hakkında en mantıklı açıklama şu şekilde; Kızlık zarı doğanın kadın soyunu koruması için kendi aldığı yüce akıllı bir eylemdir. Kız bebekler doğduğu zaman vajinanın uzunluğu 1-2 cm i geçmez. Rahim 1 cm kadar, döllenme boruları 2-3 cm kadar olduğundan, bir mikrobun karın içerisindeki steril dokuya ulaşması için en fazla 5-6 cm lik bir mesafe vardır. Eğer kızlık zarı olmasaydı çişini kakasını altına yapan kız çocuğunun vajinasından giren mikroplar karın zarına ulaşır ve peritonitten (karın zarı iltihabı) bütün kızlarımız ergenlik yaşına gelmeden ölürlerdi. Kızlık zarı mekanik bir engeldir yani kadınları koruyucu bir engeldir. Yapılan araştırmalar bu ince zar yapının mikroorganizmaların vajina içine girişini engellediğini göstermektedir." (Haydar Dümen)

http://www.uzmantv.com/kizlik-zari-nedir

Hymen ( kızlık zarı ) nın varoluş nedeni, kızların bebeklik döneminde çıkardıkları idrar ve dışkıdan mikrop kapmamaktır. Bu evrim ile süreç içerisinde oluşmuştur ve başka canlılardada bulunmaktadır.
Ancak bu zar erkekler tarafından keşfedildikten sonra kadınların üzerine etiketlenmiş ve onların ' namusu ' olarak empoze edilmiştir. 
Bir kadında o varsa saygı duyulmuş yoksa saygısızlık yapılmıştır.
O zar için kadınlar dövülmüş hatta öldürülmüştür.
Böyle bir sapmada kadınlara söz hakkı bile tanınmamış ve zamanla bu sapkın düşünce kadınlara da empoze edilmiştir.


Blank de kızlık zarının bazı hayvanlarda da bulunduğunu, farklı hayvanlarda himenin işlevsel rolü olduğunu, ancak insanlar ve himeni olan diğer türlerin çoğunda himenin aslında işlevsiz bir artıktan, vajinanın girişi oluşurken geride kalan ufacık gereksiz bir et parçasından başka bir şey olmadığını söylüyor.


Kızlık zarı hayvanlarda da bulunur mu?

TÜBİTAK, internet sitesinde kızlık zarının hayvanlarda da olup olmadığı sorusuna şu cevap erilmiş:
"Kızlık zarı (hymen) dişi üreme sisteminde, vajinanın alt kıvrımından oluşur ve içinde kan damarları bulunur. Bu koruyucu zar birçok karasal memelide (kobay, sıçan, köstebek, at, sırtlan, lama, lemur, vs.) bulunuyor. Evcil hayvanların tümünde de hymen bulunuyor.
Sucul memelilerdeyse yalnızca sırtıyüzgeçli balinalardan "fin balinası" olarak geçen balina türünde bulunuyor. İnsan dışında hiçbir primatta ise kızlık zarı yok(lemur hariç Y.N). Kızlık zarının evrimsel görevinin, dişinin cinsel organlarının ve iç üreme sisteminin sucul patojenlerden korunmasını sağlamak olduğu düşünülüyor." TÜBİTAK-internet sayfası

Evrim Ağacı: Kızlık zarı pek çok kara ve deniz memelisinde bulunur, birçoğu yetişkinliğe kadar yok olsa da bazı genç ineklerde bulunur, Afrika fillerinde ise doğum yaparken yırtılır.

kızlık zarı yapısal bir zar olarak bu hayvanların üreme organlarının ağzında bulunur.

Dişilerde, ana karnındaki son zamanlara kadar vajinal kanal ile ürogenital sinüs denen bir yapı, kızlık zarı denen anatomik organla ayrılır. Ancak sonradan, bu yapı bozulmaya başlar ve sadece bir mukoza tabakası şeklinde vajinal girişi kapatan bir yapıya dönüşür.

Bildiğimiz kadarıyla hiçbir maymun türünün yetişkin halinde kızlık zarına rastlanmaz. Bu da, kızlık zarının bu haliyle yapısının hominidlerde (insansılarda) evrimleştiğini düşündürmektedir.


Şimdiye kadar ortaya atılan en güçlü hipotezlerden biri ise şöyledir: Bu yapı, insan iki ayak üzerine kalkmadan, maymunlarla olan ortak atamızdan ayrılmamızdan hemen sonra evrimleşmiş, en azından önem kazanmış olabilir.
Evrimleşme sebebi olarak zaten genlerimizde bulunan ancak maymunlarda kapalı olan bir genin yeniden aktive olması gösterilebilir (yukarıda saydığımız türlerde de bulunmasından ötürü kızlık zarının evrimsel geçmişinin çok daha gerilere uzanıyor olabileceğini hatırlayınız). Daha sonra insansı atalarımız iki ayak üzerine kalkmıştır ve bu sebeple gebelik süresi de kısalmıştır. Normalde diğer bazı canlılarda doğumdan önce apoptosis mekanizmasıyla yok edilen bu yapı, gebeliğin kısalmasıyla birlikte göreceli olarak prematüre (tam olarak gelişmemiş) bebeklerin doğması sonucu, doğum sonrasına taşmıştır. Yani normalde 12-14 ay ana karnında durması gereken yavrular, gebeliğin kısalmasıyla 9 ay kadar kalmaya başlamıştır ve genellikle gebeliğin son aylarında yok edilen kızlık zarı, bu yeni evrim sonucunda (iki ayak üzerine kalkmak ve gebeliğin kısalması) yok edilemeden kalmıştır. Daha sonradan Cinsel Seçilim sayesinde korunan bu yapı, ileri yaşlara kadar kalmaya meyilli hale gelmiştir.



Kısaca, sorunuzun cevabı, kızlık zarının fizyolojik (herhangi bir salgısı bulunmaz, bir sistemde yer almaz, vs.) bir önemi olmamakla birlikte, ilkel insan toplumlarında enfeksiyonlara karşı az da olsa bir koruyucu yapısı olduğu düşünülmektedir. Günümüz modern toplumunda ve son 70.000 yıllık insan evriminde insanın artık zekasının oldukça ilerlemesine rağmen kızlık zarının halen körelmemiş olmasının sebebi ise, Cinsel Seçilim'in etkisi olabilir. Belki de, hiçbir seçilimin doğrudan bir etkisi yoktur ve bugün daha genel olarak kabul edilen kanıya uygun bir biçimde, iki ayak üzerine kalkmamızla beraber gelen bir "yan ürün" olarak günümüze kadar taşınmıştır. Ancak bu yapının etkileriyle ilgili araştırmalar halen sürdürülmektedir ve kesin cevaplar, daha ayrıntılı araştırmalardan sonra verilebilecektir. Evrim ağacı https://www.facebook.com/note.php?note_id=177453748979375




Erkeğin, kadının hamile kalmasındaki ve kalıtımdaki rolü anlaşılıp babanın tespit edilemediği evrelerde, aile ekonomik bir birlik olduğu için mirası devralacak çocukların babadan olması gerektiğinden, kadınlar üzerine kurulmuş böyle bir namus anlayışı geliştirilmiştir. Dinler de bu anlayışa göre düzenlenmiştir.
Dinlerin, geleneklerin etkisi altındaki bazı kültürlerde bekaret son derece önemlidir, kızlık zarı saflığın ve el değmemişliğin sembolü haline gelmiştir. Bakirelik adeta “namus”un bir simgesi haline gelmiştir. Örneğin 19. yüzyıl öncesinde kızlar evlenirken düğünlerinde “kendilerine en yakışan elbiseleri” giyerlerken daha sonralarında bu saflığı ve temizliği ifade eden “beyaz gelinliklere” dönüşmüştür. Bazı kültürlerde ise bekaretin kaybı hiç önemli değildir; kızlıktan kadınlığa atılmış bir adım olarak görülmektedir. Hatta rahat bir şekilde bu durum ebeveynler ile konuşulabilir.
Bizim toplumumuzda ise bekaret kavramı her ne kadar gençler arasında önemini yitirmeye yüz tutmuş olsa da özellikle dinsel inançların ve erkek egemenliğinin olduğu eğitimsiz kırsal kesimlerde, varoşlarda halen yerini korumaya devam etmekte, bazı çevrelerde ise ilk gece sonrasında “çarşaf gösterme adeti” devamlılığını sürdürmektedir. Bu tür kesimlerde ve toplumlarda namus ve ahlak anlayışı dinlere, dinlere dayanan gelenek- göreneklere ve kadınlar üzerine kuruludur.
Bu tür kesimlerde ve toplumlarda genel olarak halk arasında namus, kızların ve kadınların, açık ve vücut hatlarını belli edecek şekilde giyinmemesi, eve kapanıp gezmemesi, erkeklerle görüşmemesi, evlenmeden flört, aşk, yaşamaması, sevişmemesi, evlenmeden bekaretini yitirmeyip bakire olarak evlenmesi, evlendikten sonra zina yapmaması, eşine sadık olması, eşinin her istediğini yerine getirmesi, çocuk, yaşlı bakımı ve ev işleri dışında başka şeyle ilgilenmemesidir.
Kadınlara biçilen bu role uymayan kadınlar namussuz, ahlaksız, fahişe, kahpedir. Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer, ya satılıktır ya da kiralık.(AKP Ünye Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci-http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ortusuz-kadin-ya-satiliktir-ya-kiralik-haberi-40127) Bu kadınlardan sorumlu görülen erkekler de namussuzdur. Yani bu kesimler için kadınların bekareti namusun simgesidir.

Bu zihniyet, bekareti korumak için kadın sünneti gibi akıl almaz dehşet bir gelenek de geliştirmiştir:

Kadın Sünneti

Kadın sünnetinin sadece klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi ve dış genital(cinsel) organın sadece bir kısmının veya tamamının kesilmesi olarak iki tipi vardır.
Klitoris sünneti, kadının erkekteki penisin karşılığı olan klitorisin kesilmesidir.
Erkek sünneti, penisin ucunu örten koruyucu derinin kesilmesidir ve penise zarar vermez ama kadın sünnetinde klitorisin tamamı kesilebilmektedir ve amaç, kadındaki cinsel duyguları ve cinselliği engelleyerek bekaretini korumaktır. Kadın sünneti genellikle 4-12 yaş arasında yapılmakta ama geç dönemde yapılabilmektedir. Geleneksel koşullarda yapılan kadın sünneti sakatlıklara ve ölüme neden olabilmektedir. Günümüz Türkiye’sinde uygulanmayan bu sünnet tipi tarih boyunca dünya genelinde uygulanmış ve günümüzde dünyanın çeşitli bölgelerinde açık ya da gizli halen uygulanmakla birlikte daha çok Afrika ülkelerinde yaygındır.(http://www.doktornevra.com/cinsellik/kadin_ve_sunnet.asp) (http://www.e-cinsellik.net/kadin_sunneti.html)


Bekareti namus olarak görenler, boşanmış kadınları da tıpkı bekaretini yitirmiş gördükleri kadınlar gibi namussuz olarak görmektedirler. Dinci zihniyet ve erkek egemen toplumun etkisiyle erkeklerin geneli boşanmış kadınları ikinci el bir mal, bir fahişe, onların ilişkilerini de namussuzluk, ahlaksızlık, fahişelik, fuhuş olarak görmektedirler. Kadınları insan olarak değil, saçlarından seslerine kadar tahrik unsuru bir cinsel obje olarak gördüklerinden, başını açmayı donunu çıkarmakla bir tuttuklarından, rahatsız eden erkekleri değil, rahatsız edilen kadınları, tecavüz eden erkekleri değil, tecavüze uğrayan kadınları suçlamaktadırlar. Kadınların başlarını örtmesi gerektiğini iddia edenler de aynı şekilde başlarını örtmeyenleri ahlaksızlıkla suçlamış oluyorlar ve suçluyorlar da.

Oysa bekaretini yitirmiş olanlar, başlarını örtmeyenler namussuz olabileceği gibi, bekaretini yitirmemiş olanlar ve başlarını örtenler de namussuz olabilir. Genç kızların evlenmeden bekaretlerini yitirmeleri onların namussuz oldukları anlamına gelmediği gibi, bakire olarak evlenmeleri de namussuz oldukları anlamına gelmez. Bir genç kız bekaretini kazayla yitirebilir, bekaretini yitirmeden çeşitli şekillerde cinsel ilişkiler yaşayabilir, kızlık zarı bozulsa da diktirebilir, bakire olarak evlendiği halde eşini aldatabilir, bakire olarak evlenmediği halde eşine çok sadık da olabilir. Bekaretini korumuş olması onun namuslu olduğunun göstergesi değildir. Yani namus bekaret değildir. Asıl namus, başkalarının en doğal hak ve özgürlüklerini çiğnememek, engellememek, saygı göstermektir. Asıl namus ya da namussuzluk, ahlak ya da ahlaksızlık; başörtüsünde, bedende, bekarette değil, beyindedir, zihindedir, vicdandadır.


Erkekler evlenmeden cinsel özgürlüğe sahipken, hatta evlenmeden cinsel ilişkiye girmeyenler ayıplanırken, erkekler çok evlilik yaparlarken ya da evliyken eşlerini aldatırlarken, kadınlardan bekaret beklenmesi ve evlenmemiş ya da boşanmış kadınların en doğal haklarının engellenmesi, baskılanması, kapatılmaları çok büyük haksızlık ve yanlıştır.

Kadınlar da erkeklerin sahip olduğu cinsel özgürlüğe sahip olmalı evlenmeden cinsellik yaşayabilmelidir. Dahası daha uyumlu, sağlıklı ve mutlu bir evlilik için çiftlerin evlenmeden önce cinsellik konusunda da tanımaları, uyuşup uyuşmadıklarını, bir birlerini bu konuda da beğenip beğenmediklerini öğrenmeleri gerekir. Kadın olsun erkek olsun, cinselliği engellemek insanın hava gibi, su gibi en doğal ihtiyacını engellemektir. İnsanın bu en doğal ihtiyacını engellemek canlının, insanın doğasına aykırı olduğundan İslam şeriatında bile ‘Muta nikahı’ denilen bir çözüm üretilmesine neden olmuştur. Muta nikahı, yalnızca cinsellik için uydurulan bir nikahtır.

İnsanın en doğal ihtiyaçlarından olan cinselliğinin engellenmesi, insanın aklının sürekli cinsellikte olmasına, dolayısıyla da sağlıklı ve mantıklı düşünmesini, davranmasını, asıl sorunlara ve yaşama yönelmesini engeller. Dikkat edilirse, tıpkı beslenme, barınma gibi en doğal ihtiyaçlarını karşılamış olan insanlar gibi fiziksel olarak beğenilme, sevgi, cinsellik ihtiyaçlarını karşılayan insanların başka konulara yönelebildikleri, çok daha rahat araştırma, inceleme, okuma, yazma, çalışma yapabildikleri, algılayabildikleri, üretebildikleri, yaratabildikleri, sorun çözebildikleri, yani asıl yaşama yöneldikleri ve çok daha mutlu oldukları görülür.

Freud’un iddia ettiği gibi cinsellik etkeni psikolojik rahatsızlıkların en önemli nedenlerindendir, ancak, gerçekte tek neden değildir.

Marks’ın dediği gibi insanların her şeyden önce yiyip içmeleri, barınmaları, giyinmeleri ve bunları temin etmeleri gerekmektedir.

Hayvanlar ve insanlar önce, şiddet görmemek ve ölmemek için korunma, barınma, beslenme ve cinsellik gibi bedensel ve maddesel ihtiyaçlarını giderecekler, daha sonra da ilgi, beğenilme, sevgi ve zekasal olarak kendini gerçekleştirme gibi zihinsel ihtiyaçlarını gidereceklerdir. Elbette bedensel ve zihinsel ihtiyaçların giderilmesi çoğu zaman iç içe geçmiş durumda ve birlikte gerçekleştirilir. İnsanlarda zihinsel kapasite ve ihtiyaçlar hayvanlardan çok daha yüksektir. İnsanlarda görülen psikolojik rahatsızlıkların nedeni, tüm bu ihtiyaçların çeşitli nedenlerden dolayı giderilememesinin ve insanın bilinçli ya da bilinçsiz olarak edindiği değer ölçütlerine göre kendini haksızlığa uğramış olarak görmesinin yanı sıra, haksızlık ve yanlış yapmış olduğunu düşünerek suçlamak, kendini beğenmemek, aşağılamak, utanmak, gibi etkenlerdir.

Psikolojik rahatsızlıkların büyük bir kısmı da, özellikle kadınlarda en doğal ihtiyaçlarından olan beğenilme, ilgi, sevgi, aşk ve cinsellik gibi ihtiyaçlarını engellenmelerden yasaklamalardan, baskı ve şiddetten dolayı giderememekten, çaresiz duruma düşmekten, kendini haksızlığa uğramış görmekten, cinsel taciz ve tecavüzlerden, kandırılıp kullanılmalardan, aşağılanmalardan kaynaklanır. Kadınlara uygulanan şiddetin büyük bir kısmı da kadınların bu en doğal ihtiyaçlarının dürtüsüyle bu yasakları delmelerinden kaynaklanır.

Ayrıca, kadınlara cinsel özgürlüğün olmaması demek, aynı zamanda, cinsellik yaşayabilecekleri özgür kadınların çok kısıtlı olduğundan erkeklerin de cinsel özgürlüklerini ancak kısıtlı yaşayabilmeleri demektir. Bu durum ise hormonal olmayan eşcinselliklere neden olduğu gibi kadınları kandırıp kullanmalara, taciz ve tecavüzlere de neden olur. Dahası çocuklarla cinsel ilişkilere de neden olur. Erkek ve kız çocuklarının insan olarak değil de kız ve erkek olarak yetiştirilmeleri de onların birbirlerini insan olarak, arkadaş olarak, kardeş olarak, aile üyeleri olarak değil cinsel obje olarak görmelerine neden olur. Çocukların ebevenlerinden bile kız ya da erkek olduğu için sakınılıp birbirlerine ebeveyn çocuk değil de karşı cinsler olarak gösterilmeleri de ensest ilişkilere neden olur.
Artık toplumumuzda da bekâretle ilgili kadına yönelik şiddet uygulamalarını, bakire olmadığı düşüncesiyle intihara zorlanan/intihar eden, nikahsız doğurdukları bebekleri tuvalete ya da çöpe atan, dövülen, öldürülen kadınları yaratan erkek egemen ataerkil toplumun değerlerine kültürel silahla karşı koymak ve soyut bir kavram olan bekâretin kültürlerimizde yeniden tanımlanma sürecini başlatmak gerekmektedir.
Kadınlar üzerine kurulu ahlak anlayışından başka, halk arasında yalan söylemek, sözünde durmamak, dolandırıcılık, rüşvet, hırsızlık, emanete ihanet, iftira, alay, rahatsız, israf etmek, yalnızca kendisini ve çıkarını düşünmek, çıkar karşılığı arkadaşlıklara ve cinsel ilişkiye girmek, insanları kandırmak, kullanmak, haklarını çiğnemek, haklarından mahrum bırakmak, engellemek, korkutmak, fiziksek, cinsel, sözel, psikolojik baskı ve şiddet uygulamak ve sorumlu ve zorunlu olmadıkları, istemedikleri şeyleri yapmaya zorlamak, taciz, tecavüz gibi davranışlarda bulunanlara da namussuz, ahlaksız denilmektedir ki asıl namussuzluk ve ahlaksızlık da budur, bu olmalıdır.

Ahlaklı olmak için dinlere gerek yoktur. Ahlakın kaynağı ve gerekçesi doğaüstü güçler ve dinler değil, insan doğası ve toplu yaşamın gerektirdiği insan hak ve özgürlükleri, akıl, mantık ve vicdandır.

Gerçek ahlak için tanrıya ve dine gerek olmadığı gibi, dinler bugüne kadar insanları ahlaklı da yapmamıştır. Dinler bugüne kadar, korkuya dayalı, kadınlar üzerine kurulu, cinsiyet ayrımcılığı yapan, din mezhep ayrımcılığı yapan dinsel ahlakı dayatarak tüm insanları kapsayan, ‘insan’ üzerine kurulu evrensel gerçek ahlakın oluşmasını engellemiştir. Tanrı inancı ve cehennem korkusu insanların akıl ve mantıklarını durdurarak şimdiye kadar insan hak ve özgürlüklerini engellemiş, sayısız çatışmalar, savaşlar, akıl almaz infazlar, katliamlar, yani ahlaksızlıklar yaptırmıştır. Tüm bunlar halen devam etmektedir.

Egemenler yararına ve kadınlar üzerine kurulu, dinsel ahlak anlayışının zamanı artık geçmekte, yeni bir ahlak anlayışı ortaya çıkmaktadır. Artık zamanımızda insanların doğru davranmaları için cehennem korkusuna gerek yoktur, bunun yerine bilim vardır, hukuk vardır, evrensel insan hakları vardır. Artık giderek insanlar kötülükleri cehennem korkusu yüzünden değil, insanlığın, aklın, mantığın, vicdanın ve toplu yaşamanın bir gereği olarak yapmamaya, dinden bağımsız gerçek ahlakı öğrenmeye başlamışlardır ve her şeyin geliştiği gibi, bu ahlak da zamanla daha da gelişecektir.

Herhangi bir dine, ırka, milliyete, cinsiyete, cehennem korkusuna, cennet vaadine dayanmayan bu yeni ahlak anlayışı kadınlar üzerine kurulu değildir. Aslında yeni de değildir, kökleri, İslamiyet’ten de önceye, Antik çağa, Museviliğin ortaya çıktığı dönemlere dayanır.

Kadınlar üzerine değil, hak ve özgürlükler üzerine kurulu ahlak anlayışını Antik çağa kadar dayanan şu sözler çok güzel ifade ediyor:


‘’Hiçbir karar tamamen kusursuz değil, ama aynı zamanda, yapabildiğimiz zaman insanlığın çektiği acıyı azaltmamızı talep eden bir evrensel ahlak var. ‘’- Segolene Royal

‘’Haksızlığa uğramak, haksızlık yapmaktan daha iyidir’’
Sokrates ve Demokritos

‘’Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapma!’’
Konfüçyüs

‘’İnsanların sana yapmalarını istediğin her şeyi onlara yap!’’
Hz. İsa

‘’Aynen iki elin parmakları gibi, insanlar da birbirine eşittir. Hiç kimse, kimse üzerinde hak iddia edemez. Siz kardeşsiniz.’’ - Hz. Muhammed

‘’İstediğin evrensel bir yasa olacakmış gibi davran!’’
Kant

‘’Tanrısal bir ödül beklemeksizin yapılan iyi işler, tek dürtücü etkeni tanrısal ödül olan işlerden çok daha ahlakidir.
Kötü davranışlardan kaçınmasının biricik nedeni bu tür davranışları sadece onursuzluk saymak olan bir insan, kötü davranışlarda bulunmayı yalnız öte dünyada göreceği ceza korkusuyla istemeyen bir insandan çok daha ahlaklıdır.’’
Pietro Pomponazzi

"Bir insanın ahlaki ve etik davranışları diğerlerini anlamasına, eğitimine ve sosyal ilişkilere dayalı olmalıdır, dini temele ve dini dayatmalara gerek yoktur. Zira ölümden sonra ceza korkusu veya ödül iştahı ile hareket eden kişi zavallıdır. İnsan, eğer ölümden sonra ceza korkusuyla ve ödül umuduyla kontrol altına alınmak zorundaysa, şüphesiz kötü bir yoldadır." Albert Einstein
“Milli ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle tenmiye ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; özellikle dikkat nazarınızı çekerim. Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de şayan değildir.”(25 Ağustos 1924,
“Gerçek dayanağı dışarıda değil,içerde kendi vicdanımızda arayacağız.” M. K. Atatürk

’Gerçek uygarlık, herkesin diğerine kendisi için istediği her hakkı vermesidir. ‘’- Robert Ingersoll

"Dinsizler, tarihin her çağında insan hakları için savaştı, ve her zaman özgürlüğün ve adaletin korkusuz avukatı oldular."
Robert Ingersoll

Ben vaktimi kadınlarla geçirip cinsel arzularımı tatmin edeceğime ezilen işçi sınıfını bulunduğu bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı değildir. Asla böyle aşağılık bir tabakada bulunamaz. Kadını bir köpek gibi eğlenme amaçlı görenler ise Burjuvalardan başkası değildir! Friedrich Engels

Bu ahlak anlayışına göre asıl namussuzluk, bir erkeğin, kendisi çapkınlıklar yapıp başka kadınlarla cinsel ilişkiler kurduğu halde eşini baskı altında tutmasıdır. Bir erkeğin çok eşli olup da karılarının başını kapatıp eve kapatmasıdır asıl namussuzluk. Bir erkeğin, karısını, kızını, kız kardeşini, annesini bir erkekle görüştüğü için dövmesi öldürmesidir asıl namussuzluk.

Asıl namussuzluk ve ahlaksızlık kadınları kapatmamak değil, onlara fiziksel, sözel, cinsel taciz, tecavüz ve şiddet uygulamak, onları şiddetle ya da cehennemle korkutarak psikolojik ya da fiziksel baskıyla kapatmak, onların hormonlarını, duygularını yok saymak, onların ekmek gibi, hava gibi, su gibi en doğal ihtiyaçlarından mahrum bırakarak tacizcisine, tecavüzcüsüne, kullananına aşık olacak derecede onları aç susuz bırakmak, onların kadınlıklarını, insanlıklarını yaşama hak ve özgürlüklerini engellemektir, zihinlerini, psikolojilerini felç etmektir. Bu bir insanlık suçudur.

Sonuç olarak, Namus bekaret değildir. Kadınlar üzerine kurulu olmayan, insan hak ve özgürlükleri üzerine kurulu olan gerçek ahlak için dinlere gerek yoktur. Erkeklerin sahip olduğu evlenmeden cinsellik hakkına kadınlar da aynen sahip olmalıdır. Dahası, sağlıklı, mantıklı ve doğru olan, evlenilecek kişiyle cinsellik yaşanıldıktan sonra evlenilmelidir.


Nilüfer Tekin


(Kadın ve Erkek İlişkilerinde) Kadınlar ne İster?

Çok basit:

Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmasını ister...(Oscar Wilde)

Evlilik haricindeki ilişkilerde, öznel tercihlerin ve isteklerin dışında genel olarak kadınlar, erkeklerinde birçoğunun istediğini, yani ciddi bir ilişki isterler.


Ciddi bir ilişki ise, yalnızca cinsel ihtiyacı giderme ya da sex olmadığı gibi evlilik de değildir.

Aşağılama, kandırma ve kullanmanın olmadığı, karşılıklı aşk, sevgi, saygı, şefkat, özveri, emek ve sadakate dayalı, duygu ve düşüncelerin, başarı ve başarısızlıkların, yeteneklerin, zevklerin, ilgi alanlarının, dertlerin, acıların, sevinçlerin, iyi ve kötü günlerin, maddi giderlerin, yani her şeyin paylaşıldığı duygusal bir ilişkidir.

Evlilikten farklı olarak nikah, ekonomik bağımlılık, çocuk, gelenek, aile, çevre vs baskısıyla zoraki değil, karşılıklı isteğe dayalı, özlem olması için sürekli beraber olunmayan, ya da sürekli beraber olunmadığı için özlem olan, istenildiğinde görüşülen, sevginin yanında aşkın da sürebildiği bir ilişkidir.

Yani geldiği zaman boşluk dolduran biri değil bu, gittiği zaman yeri doldurulamayan,

Yani erkeğinin kadını olmak,

Yani insanı bütünleyen diğer yarı,

Elbette gittiği yere kadar.

Sevgi emek ister ama bir yere kadar; zorla güzellik, zorla aşk, zorla sevgi, zorla cinsellik, zorla ilişki olmaz, bunlar karşılıklı olmalıdır.

Genelde ciddi ilişkileri kadınlar arar, ama erkeklerden de ciddi ilişki arayan yok değildir, tam tersi çoktur.
Ama genelde evdeki hesap çarşıya uymaz özellikle kadınlar açısından. Kadınların aradığı genelde evlilik ya da ciddi bir ilişki iken ve ilişkilerinin öyle olduğunu sanırlarken karşılarında ciddi bir ilişkiyi ve bağlanmayı düşünmeyen, yalnızca farklı bir tat ya da sex arayan bir erkek olduğunu anlarlar. Bazen sex ilişkisi tek taraflı ya da karşılıklı aşk ilişkisine dönüşebilirken bazen de sex ilişkisi aşk ilişkisine dönüşebilir vs.


Bekareti yitirmenin namussuzluk olduğu, evlenmeden cinsel ilişkinin fahişelik olduğu dinsel geleneğin de etkisiyle kadınlar bekaret karşılığında evlilik beklerler, evlilik haricindeki ilişkilerinde de genelde daha duygusal, uzun süreli ve ciddi ilişkileri tercih ederler. Kadınlar üzerinde böyle bir baskı olmasa bile tek eşlilik ya da seçici olmak hem erkekler hem de kadınlar için bedensel-ruhsal sağlık ve mutluluk açısından da gerekli ve doğru olandır.

Erkekler genelde erkeklere cinsellik serbest olduğu halde kadınlara yasak olduğundan her türlü fırsatı değerlendirmek isterler. Kadınlar cinsel ilişkiyi genellikle evlilikle birlikte düşündüklerinden erkekler ciddi bir ilişkiden evliliği anlarlar ve kaçınırlar. Ama birçoğu da ciddi bir ilişkiyi tercih eder.

Ciddi bir ilişki genelde erkeklerin işlerine gelmez. Kadınların ne istediklerinin belli olmadığından, kadınların anlaşılamadığından şikayet edip kadınları suçlayan erkekler de bu erkeklerdir.

Genel olarak kadınların gönlünü kazanmanın yolu, onları flört aşk, sevgi ve cinsellik ilişkilerini erkekler gibi özgür yaşadıkları için fahişe yerine koyup aşağılamamaktan ve onlara saygı, sevgi göstermekten geçer.

Evlilik, Aldatma ve Boşanma

Neden gelenek görenekler, dinler, onca şiddet, öldürme, hukuki yasalar, evlenmeden cinsel ilişkiye girmeyi ve zinayı bir türlü önleyememektedir?

Çünkü flörtün yeri ayrı, aşkın yeri ayrı, sevginin yeri ayrı, cinselliğin yeri ayrıdır. Bunlar birbirinin yerini tutamazlar.

Evlilik ya da beraber yaşama gibi sürekli beraber olunan ilişkilerde flört (kur yapma) kalmadığı gibi aşk da fazla sürmez; evlilik aşkı öldürür. Ama aşk, ‘’ciddi bir ilişki’’de yaşayabilir.

Evlilikte ya da beraber yaşamada çiftler, sürekli beraber olmanın monotonluğundan, sıkıcılığından, heyecanı yok etmesinden, birbirlerinin birçok yönünü gördüklerinden beğenmedikleri yönlerini görüp küçümsemekten, beğenilmeme, kaybetme korkusu, özlem ve bunlardan kaynaklanan heyecan kalmaz, elbette bunlardan oluşan aşk da giderek azalır.
Birbirlerinin beğenmedikleri yönlerini görüp küçümsemek, birbirini yıpratmak da aşkı azalttığı gibi sevgiyi ve saygıyı da azaltır.

Ama evlilikte sevgi ve saygı, uyuşup uyuşmamayla orantılı olarak azalır ya da artabilir ve azalsa da sürebilir. Ancak, sevgi ve saygı sürse de insanlar bir süre sonra flört ve aşk ihtiyacına düşerler. Çoğu zaman da, çoktan bitmiş bir evlilik, aile ve çevre tarafından sürdürülmeye zorlanır, sürdürülür de, hem de ömür boyu. İlişkilerin özgür olarak yaşanamamasından, hatta tanışmaların bile yasak olmasından, birçok kişi ilk yakınlaşabildiği kişiye aşık olur ve beraber olabilmek için evlenmek zorunda kalırlar. Esasen birçok evlilik de, çiftler evliliğe zorlanmayıp özgür ilişkiler yaşayabilmiş olmaları ve evli olduğu kişiyle bu şartlarda tanışmış olmaları halinde birinin ya da ikisinin de diğeriyle asla evlilik düşünemeyeceği, yalnızca cinsellik bile düşünmeyeceği kişilerle yapılır ve bu evlilik ömür boyu sürdürülür. Başka bir hayatımız daha olmadığı düşünüldüğünde bu durumdaki kişilerin ömür boyu evliliğe mahkum edilmeleri korkunç haksız bir durumdur.

Dinlerin, törelerin, yasaların, onca şiddet ve öldürmelerin bir türlü önleyemediği, namus anlayışı değişmediği ve evlilik zorunluluğu kalkmadığı sürece de önleyemeyeceği zina ve aldatmalar da tüm bunların neden olduğu tatminsizliklerden ve boşluklardan kaynaklanır.


Evlilikte ya da sürekli beraber olunan bir ilişkide aşk geçici olduğundan insanlar eşleri ya da beraber yaşadıkları sevgilileriyle ne kadar uyuşup anlaşsalar da, onları sevip saysalar da flört, aşk, heyecan ihtiyacına düşerler. Bu cinsellik arayışı değildir, çünkü cinselliği eşleriyle ya da beraber yaşadığı kişiyle cinsellik yaşamaktadırlar. Bu, heyecan arayışı denilen flört ve aşk ihtiyacıdır. Ama anlaşmanın, sevgi ve saygının sürdüğü evliliklerde eşler flört, aşk, heyecan ihtiyaçlarını ve duygularını bastırıp böyle bir duruma kendini kaptırmayabilir, sevgiyi, saygıyı ve evliliği bir ömür boyu sürdürebilirler.

Fakat bu ihtiyaç zaman zaman onları rahatsız eder. Özellikle de çocuklar biraz büyüyüp çiftler biraz nefes aldıklarında kendilerine gelmeye başlarlar. Dikkatleri kendilerine ve çevreye yönelir, kendilerini daha iyi tanımaya başlarlar, daha önce fark etmedikleri yönlerini fark etmeye başlarlar ve giderek yaşlandıklarını, ömürlerinin geçtiğini de fark ettiklerinde ömür bitmeden yaşama telaşına kapılırlar. Flört ihtiyacını daha çok duyumsar, başkalarına ilgi, başkalarının ilgilerinden daha çok hoşlanırlar. Bu, ‘kırk yaş bunalımı’ denilen durumdur. Tüm bunlar özellikle de anlaşmanın sevginin saygının kalmadığı evliliklerde insanda bir boşluk, bir tatminsizlik, bir mutsuzluk yaratır. Ama çoğu insan da bunun ne olduğunu, neden kaynaklandığını anlayamaz. Ya kendini aşırı çalışma, yeme, sigara, alkol gibi aşırılıklara kaptırır ya da sinirli, şiddet kullanır vb hale gelir. Geçim derdi, çocuk yetiştirme gibi sorunlar da tuzu biberi olur.

Ama boşanmak da kolay değildir. Çocuklar, aile çevre, gelenek, dinler, ama temelde ekonomik bağımlılık ve sorun boşanmayı engeller. Kapitalist sistemin bir kurumu olan aile, ekonomik bir birimdir. Aile üyeleri kapitalizmin dinsel, geleneksel, sosyal ve ekonomik koşulları ve yaptırımlarıyla birbirlerine bağımlıdırlar. Aile üyelerinden namus ve sadakat beklenmesinin asıl gerekçesi bu ekonomik birimin bozulmaması ve mirasın kalacağı çocukların başkasından olmamasıdır. Bu ekonomik yapının bozulmaması için ailede anlaşmazlık çıkması, ailenin dağılması istenmez. Boşanamamak da ekonomik bir sorundur. Temelde ekonomik olan bir sorun kadınların eşlerine sadık kalmaları için baskı altına alınması şeklinde geleneklere dönüştürülüp dinlere aktarılmıştır. Yani kadınlara yapılan ayrımcılık, baskı ve boşanamamak, asıl olarak kapitalist sistemin bir sorunudur.

Halk arasındaki boşanmanın görücü usulü evliliklerde daha az olduğu, anlaşarak evlenenlerde daha çok olduğu iddiası doğrudur. Ancak görücü usulü evliliklerde boşanmanın az olması onların evliliklerinin çok iyi olduğundan değil, bu geleneğe uyan kesimde boşanmanın çok daha kabul edilemez olduğundandır. Anlaşarak evlenen kesimde boşanmaların daha olmasının nedeni de kadınların, daha eğitimli olduklarından daha bilinçli olmaları, haklarının bilincinde olmaları, zoraki bir evliliği yürütmenin yanlış olduğunun bilincine varmaları ve ekonomik özgürlüklerini kazanmış olmalarıdır. Artık günümüzde aile bireylerinin psikolojisini, huzurunu bozan kötü bir evliliktense boşanmanın daha iyi olduğu anlaşılmış durumdadır. Evlilik iki tarafın da istemesiyle olur ama boşanma için tek tarafın istememesi yeterlidir. Evlilik nasıl medenice yapılıyorsa, boşanma da aynı şekilde kavgasız gürültüsüz medenice yapılmalıdır.

İnsanlar herhangi bir şeyi satın alırken kılı kırk yarabiliyorlar ama evlenirken birbirlerini görmeden evlenebiliyorlar. Oysa sağlam ve mutlu bir birliktelik için çiftler evlenmeden önce birbirlerini fiziksel, zihinsel olarak tanımaları gerektiği gibi bedensel ve cinsel olarak da tanımaları, beğenmeleri ve uyuşmaları gerekir. Yani bekaretin sorun olmasının aksine, çiftler birbirlerini bedensel ve cinsel olarak da tanıdıktan sonra, eğer hala birbirlerini seviyorlar ve birlikte yaşamak istiyorlarsa öyle evlenmeliler, yoksa evlenmemeliler. Ancak böyle bir evlilik daha sağlam olabilir, eşler flört ve aşk ihtiyaçlarını bastırabilirler.

Ama anlaşmanın, sevginin saygının kalmadığı, eşlerin baş başa olmaktan, sohbet etmekten zevk almaz hale geldikleri, her konuşmaları tartışmaya, kavgaya, huzursuzluğa dönüştüğü zoraki yapılmış ya da zoraki yürüyen evliliklerle insanların bir ömür boyu birbirlerine mahkum edilmesi çok büyük bir haksızlıktır. Çünkü insanın doğasına aykırıdır. Çünkü yaşayabileceğimiz bir başka hayatımız daha yok. Esasen evlilik, kapitalizmin bir kurumudur, evlilik ekonomik, dinsel, geleneksel bir birimdir ve insanlık tarihinde yaşanması gereken tarihsel, geçici bir evrenin ürünüdür, kapitalizmle birlikte tarihe gömülmesi kaçınılmazdır.


Mutluluk Nedir?
Mutluluğun ne olduğunu anlamak için öncelikle hayatın anlamının ne olduğunu anlamak gerekir.
Hayatın anlamı nedir?

Öncelikle hayatın, doğaüstü tanrısal bir anlamı yoktur. İnsanlar tanrı inancını yeni düşünmeye başladıkları bilgisizlik evresinde edinmişler tanrıları kendileri, kendi suretlerinde yaratmışlar ve yarattıklarına tapmaya başlamışlardır. İnsanlar tanrısız olarak doğarlar, tanrı inancı ve hayatın tanrısal anlamı insanlara sonradan empoze edilir.

Gökcisimleri, doğa, canlılık, insan, toplum gibi canlı cansız her şeyiyle birlikte evren, doğa yasalarının ve evrimin zorunlu bir sonucudur. İnsanın da bu konuda cansızlar, bitki ve hayvanlardan farkı yoktur. Biz de diğer canlılar gibi doğa yasalarının ve evrimin zorunlu bir sonucu olarak evrimleşerek var olduk. Zorunlu olarak oluştuk, evrimleştik, canlı cansız her şey gibi doğduk, yaşıyoruz ve öleceğiz. Ölünce ne olacağız? Cansızlara, bitkilere, hayvanlara ne oluyorsa o olacağız, yani doğaya karışıp yok olacağız, doğmadan önce ne isek o olacağız. Bir eşeğin, bir hıyarın ve hayatının anlamı nedir? Bunların ve tüm varlıkların anlamı neyse insanın ve hayatının da odur! Görüp göreceğimiz hayat budur, çünkü yaşayabileceğimiz bir başka hayatımız daha yok, doğadan ötesi yok. Hayatı erteleme şansımız, olanağımız ve lüksümüz yok. Şu halde hayatı elden geldiğince çok iyi değerlendirmek gerekir. Hayatı iyi değerlendirmek ise; gönlümüzce yaşamak ama günümüzü gün etmek, anı yaşamak, çıkarlarımıza göre yaşamak anlamında değil, bilinçli olmak, bilinçli yaşamak, hayata, günümüze, geçmişten ve mümkün olduğunca da gelecekten ve uzaydan bakabilmek, kendi geleceğimize, sevdiklerimizin ve sorumlu olduklarımızın geleceğine, toplumun, insanlığın geleceğine yönelik düşünerek yaşamak demektir.

Herkesin kendisine göre olan istekleri, hedefleri, umutları ve beklentileri de hayatın kişilere özel, öznel anlamlarıdır.


Bu durumda hayatın insanlar için genel anlamı fiziksel (maddi) ve zihinsel (manevi) ihtiyaçları karşılayabilmek, istek, özlem ve ideallerini gerçekleştirebilmek ya da gerçekleşmesine katkıda bulunmak, kimseye, diğer canlılara ve doğaya zarar vermeden, elden geldiğince de insanlara ve insanlığa, doğaya, canlılara faydalı olarak gönlünce yaşayabilmektir.

Gönlünce yaşamak özgür olmak demektir ve mutluluk verir. Yani hayatın anlamıyla mutluluk aynı şeydir:

Öznel mutluluk, tıpkı insanların hayattaki öznel amaçlarının farklı farklı olması gibi insanlara göre farklı farklı olduğu halde genel olarak mutluluk; fiziksel (maddi) ve zihinsel (manevi) ihtiyaçlarını karşılayabilmek, istek, özlem ve ideallerini gerçekleştirebilmek ya da gerçekleşmesine katkıda bulunmak, kimseye, diğer canlılara ve doğaya zarar vermeden, elden geldiğince de insanlara ve insanlığa, doğaya, canlılara faydalı olarak gönlünce yaşayabilmektir.


Maddi ve manevi ihtiyaç, istek ve idealleri gerçekleştirebilmek yeter derecede özgürlüğü gerektirdiği gibi insan doğasal ve toplumsal zorunlulukların bilgisini edinip egemen olduğu, istek ve ideallerini karşılayıp gerçekleştirebildiği oranda da özgürleşir ve mutlu olur. Bu anlamda, mutluluk aynı zamanda özgürlüktür. Özgürlüğün gereklerinden biri yeterince demokratik bir ortam olduğu gibi aynı zamanda yeterince bilgi ve düşünceye sahip olmaktır. Bilgi ve düşünce, deneyimlerle, gezip görmekle elde edilebildiği gibi bundan çok daha fazla olarak okumakla elde edilir.

Önce fiziksel ihtiyaçlar ve fiziksel mutluluk, sonra zihinsel ihtiyaçlar ve zihinsel mutluluk gelir. Çünkü Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin ne olduğunu ifade ederken belirttiği gibi “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce çalışmalıdır.”

Fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlar arasında kesin bir ayrım yapılamamakla birlikte şöyle örneklenebilir: Fiziksel ihtiyaçlar; can güvenliği, bedensel ve zihinsel olarak sağlıklı olmak, beslenme, barınma, soğuk ve sıcaktan korunma, cinsellik, eğitim, iş, ekonomik ve sosyal güvence, dinlenme, spor, tatil vb. dir. Zihinsel ihtiyaçlar; din, bilim, ideoloji, toplum, siyaset, felsefe, sanat meşgul olabilmenin yanı sıra sevgi, saygı, şefkat, anlayış görmek, flört, aşk yaşayabilmek, fiziksel ve zihinsel olarak beğenilmek, özellikle de kendisinin beğendiği ve flört, aşk, sevgi, cinsellik duygularını duyabileceği biri tarafından beğenilmek ve sevilmek, kendisini beğenenler aracılığıyla da kendisini beğenmek, sevmek, yani kendisini güzel/yakışıklı, başarılı, akıllı, zeki hissetmek ve kendisiyle barışık olmaktır.

‘’Mutluluk her şeyden önce vücut sağlığındadır’’ Curtis

Doğum günü ve yeni yıl kutlamalarında sağlık (bedensel ve zihinsel sağlık) başarı (zihinsel) ve mutluluk (sonuç) dilemeyi eksik etmeyiz.

Maddesel temel ihtiyaçların karşılanmasından sonra insanı en mutlu eden şey onun amaçları, hedefleri, değerleri ile ilgili olsa da genel olarak kendisini güzel/yakışıklı, başarılı, akıllı, zeki hissetmek ve kendisiyle barışık olmak herkesi mutlu eder.

İnsan, fiziksel olarak bakımlı olduğu, beğenildiği oranda kendisini güzel/yakışıklı ve huzurlu hisseder, fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılayabildiği, istek ve ideallerini gerçekleştirebildiği ya da gerçekleşmesine katkıda bulunabildiği oranda da kendisini başarılı, akıllı, zeki ve huzurlu hisseder.

İnsanların nelerle kendini başarılı, akıllı, zeki hissedeceği kişiden kişiye değişir.
Kimi, keşif yapmakla, kimi, doktor olmakla, kimi felsefe yapmakla, kimi ideolojik, toplumsal, siyasal uğraşlarla, kimi, iyi yemek yapmakla, kimi temizlik yapmakla, kimi çok sayıda kadını yatağa atmakla, kimi hırsızlık yapmakla kendini başarılı, akıllı, zeki hissedebilir.

Akıl, zekanın doğrular yönünde, doğru yolda kullanılmasıdır. Herkes kendi doğrusunun, doğru yolunun nesnel olduğunu sanır ve iddia eder. Ancak, öznel olanların dışında doğru yol, belli koşullara göre tektir, maddesel gerçekliğe bağımlıdır ve tüm insanlara göre aynıdır, yani nesneldir.

İnsanların, insan içine çıkma, paylaşma ve beğenilme gibi çok doğal bir ihtiyaçları vardır. İnsanlar, aileleri, çevreleri, her cinsten arkadaşları ile sorunlarını, dertlerini, üzüntülerini paylaşarak rahatlamak istedikleri gibi başarılarını ve sevinçlerini de paylaşarak onlar tarafından zihinsel ve fiziksel olarak beğenilmek ve onlar aracılığıyla kendilerini beğenmek isterler. Böylece kendilerine daha çok güvenir, kendilerini daha huzurlu ve mutlu hissederler.
Ama insanlar tanıdığı ya da tanımadığı insanlardan çok daha fazla olarak kendi değerlerine uyan, uyuştuğu, özendiği, yücelttiği, takdir ettiği kişiyi sever, ve onun tarafından fiziksel ve zihinsel olarak beğenilmek, sevilmek isterler, bunların arasından da özellikle beğendikleri, flört, aşk, sevgi ve cinsellik duyguları duyabilecekleri kişiler tarafından beğenilmek isterler. Bu erkekler için olduğu gibi kadınlar için de yiyecek gibi, gibi hava gibi su gibi en doğal ihtiyaçlardan biridir. En doğal ihtiyaçlarını karşılayamayan erkek ya da kadın bir elmanın iki yarısı gibi yarımdır, yarım insandır. İnsan içine çıkıp fiziksel ve zihinsel olarak beğenilme, flört, aşk, sevgi, cinsellik gibi en doğal ihtiyaçlarını ve bunları karşılamalarını erkekler için doğal görüp kadınlar için bunu aşağılayıcı bir şekilde, erkek ya da koca arama (insanın karşılıklı anlaşıp mutlu olabileceği birini araması da elbette çok doğaldır), erkekleri tuzağa düşürmek, fahişelik vs. görmek, kadın erkek ayrımcılığı, kadın düşmanlığı yapmak, kadını aşağılamak, kadının insanlığını, hormonlarını, kadınlığını yok saymak, engellemek, baskılamak, zihinsel, bedensel ve ruhsal sağlığını felç etmektir. Bu yüzden insanlık dışı bir görüş ve tutumdur.

Kadın erkek ilişkilerinin cinselliğe dayalı olanlarında önemli değil ama ciddi bir ilişkide, özellikle de evlilikte, fiziksel, zihinsel ve cinsel olarak uyuşmalı çiftler.

Fiziksel olarak; boy, kilo, yaş, güzellik/yakışıklılık, tip, cinsellik vs uyuşmalı
Zihinsel olarak; zeka, eğitim, kültür düzeyleri, karakter, felsefe, ideoloji, ilgi alanları, zevkler, niyetler, beklentiler, duygular vs anlaşmazlık ve mutsuzluk yaratmayacak derecede uyuşmalı, uyuşmazlıklar uyuşmaların yanında göz ardı edilemeyecek düzeyde olmamalıdır.
Fiziksel ve zihinsel durum yarı yarıya önemlidir, ikisi de en azından itici gelmeyecek düzeyde olmalıdır. Ama insanlar kendilerini tanımadıklarından, dolayısıyla da neye bakacaklarını, ne istediklerini bilmediklerinden daha çok fiziksel ve ekonomik duruma önem verirler ve birbirlerini yeterince tanımadan evlenirler, bu da anlaşmazlıkların, aldatmaların ve boşanmaların en önemli nedenidir.

Felsefe deyip geçmemek gerek. Felsefe temel olarak ikiye ayrılır: 1-Tanrısal bir güce dayanan (Dinsel)felsefe(İdealizm), 2-Bilime dayanan (Bilimsel) felsefe (Materyalizm). İnsanı değerlendirmede felsefesi ve felsefe açısından uyuşmak, arkadaşlık, dostluk, mutlu ve uzun süreli bir evlilik ya da ilişki için çok önemli bir unsurdur. Arkadaşın, dostun güzeli çirkini, zengini fakiri olmaz, olmamalı, ancak, çevredeki insanlarla ilişkilerde, ’’ Bilime aykırı olmamak, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı ve dayatmacı olmamak koşuluyla benim başka dinlere, dini inanca ya da inançsızlığa veya farklı felsefesel görüşlere saygım vardır’’ diyebilirsiniz ama iyi arkadaşlık ve dostlukta, özellikle de evlilikte ya da ciddi bir ilişkide diyemezsiniz. Birinin felsefesi doğaüstüne, dine dayalı, diğerininki bilime dayalı olması, din ile bilim temelde ve sonuçta uzlaşmaz iki karşıt olduğundan az ya da çok sorun olur. Çünkü bunlar insanın bilinçli ya da bilinçsiz edindiği ve insanı ömür boyu etkileyen, doğumdan, günlük yaşamda selamlaşmaktan, nikahtan erkeğin ve kadının konumuna, özgürlüğüne, oruca, sünnete, ölüme, defnedilmeye kadar sürekli karşılarına çıkan ayrı birer dünya görüşü, yaşam tarzıdır. Çiftler bu gibi farklılıklarda hem hangisinin doğru olduğu, hangisine göre davranacakları, hangisini uygulayacakları konusunda çatışma ve tartışma yaşarlar hem de karşı tarafın doğruyu göremediğini, algılayamadığını vs düşünerek birbirlerini düşüncelerinde ya da sözle küçümserler. Dolayısıyla birbirlerine karşı saygı ve sevgileri azalır. Bu görüşler arasındaki fark ne kadar çoksa arkadaşlığın, dostluğun, aşkın, sevginin, saygının ve evliliğin ömrü de o kadar az olur. Felsefesel görüşler ne kadar doğru olur ve uyuşursa anlaşma ve mutluluk da o kadar çok olur.

Kendisini, insanları değerlendirmek, ne istediğini, nasıl birisini beğendiğini, istediğini, ailesi, arkadaşı, sevgilisiyle uyuşup uyuşmadığını bilmek ve mutlu olabilmek için önce kendisini tanımalı insan: sonra karşısındakini. Psikolojik ve nörolojik durumu nedir; sessiz mi, sosyal mi, hoşgörülü mü, tacizci, tecavüzcü bir sapık mı, bir psikopat mı vs? Bedensel ve genetik sağlığı nasıldır, kalıtsal ya da kalıtsal olmayan bir hastalığı var mı? Din hakkındaki görüşü nedir; teist mi, deist mi, panteist mi, agnostik mi, ateist mi? Siyasal görüşü nedir; dinci mi, milliyetçi mi, sosyalist mi, felsefi görüşü nedir; idealist mi, materyalist mi? Yoksa bunların ara formları, versiyonları ya da sentezleri mi? Felsefesini okuyarak, araştırarak, düşünerek, sorgulayarak mı edinmiştir yoksa çevreden gördüğünü mü edinmiştir? Hayatın anlamı nedir: kulluk (kölelik) mu, mutlu olup, insanlığa katkıda bulunmak mı? Nereden gelip nereye gidiyordur, Adem’le Havva’dan mı gelmiştir yoksa diğer canlı ve cansız maddeler gibi doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak evrimleşerek mi oluşmuştur, ölünce öteki dünyaya mı gidecektir, yoksa doğaya mı karışıp gidecektir. İnsanları değerlendirme ölçütü nedir: Din, ırk, milliyet, cinsiyet, maddi durumu, fiziksel durumu mu, yoksa hak ve özgürlüklere saygısı, insanlara, insanlığa, canlılara ve doğaya verdiği değer mi? Hayattaki amacı nedir; karın doyurmak mı, para mı, cinsellik mi, insanlığa katkıda bulunmak mı? Hayata nereden bakıyor; apış arasından mı, cüzdanından mı, doğaüstünden mi, bir dünya idealinden mi, nasıl bir dünya idealinden?

Evlilikte ya da beraberliklerde çiftler fiziksel ve zihinsel olarak anlaşabildikleri oranda mutlu, anlaşamadıkları oranda mutsuz olurlar. Arkadaşlıklar da aynı şekilde anlaşmayla orantılıdır.

Beraber olduğunuz kişiyle aranızdaki benzerlikler banka hesabınızdaki servetiniz, farklılıklar ise eninde sonunda ödeyeceğiniz borçlar gibidir. Borcunuz azsa ödeyebilirsiniz, çoksa iflas edersiniz!

İnsanların genel olarak insanı değerlendirme ölçütleri başlangıçtan beri, bedensel güç, maddi güç, zeka gücü, mevki gücü, bilgi gücü, dini, ırkı, milliyeti, cinsiyeti olmuştur. Oysa insanı değerlendirme ölçütü her şeyden önce ’insan’ yani karakter; hak ve özgürlüklere, insanlara, insanlığa, canlılara, doğaya verdiği değer, dünya görüşü, felsefesi, ideolojisi, paratiği olmalıdır. Genel olarak insanı değerlendirmede zeka, kültür, yetenek gibi nitelikler daha sonra gelir, ancak evlilik ve beraberliklerde bu nitelikler çok önemlidir. Din, mezhep, ırk, milliyet, cinsiyet gibi niteliklerin ise insanı değerlendirme ölçütünde yeri olmamalıdır. İnsan, ‘insan’ olmadıktan sonra bunların bir önemi yoktur, eğer insan insansa bunların gene bir değeri yoktur. Bu değerlendirme ölçütü giderek yaygınlaşmaktadır ve hiç kuşkusuz, gelecekte insanı değerlendirme ölçütü yalnızca insanın insanlığı olacaktır.


Mutluluk Amaç mıdır Sonuç mu?

Mutluluk, amaç olabileceği gibi sonuç da olabilir.

Örneğin beğenilmek, kendini beğenmek amaç da olabilir sonuç da. İnsanlar yaptıklarını çoğu zaman ihtiyacı olduğu için, doğru bulduğu için, inandığı için, ideali vs için yapar ve sonuçta beğenilir, kendini beğenir ve mutlu olur. Kendini beğenmek ve mutluluk burada amaç değil sonuçtur.

Örneğin, insan mutlu olmak için yemek yemez, acıktığı için yer ama tekrar acıkana kadar geçici olarak mutlu olur. Mutluluk burada sonuçtur. Aynı şekilde beslenme, barınma, soğuk ve sıcaktan korunma, dinlenme, cinsellik gibi fiziksel ve maddesel ihtiyaçların karşılanmasının verdiği mutluluk, bedensel rahatlamanın verdiği hazdan kaynaklanan bir sonuçtur ve geçici bir mutluluktur ama sürekli tekrarlanan bir mutluluktur.

Mutluluk genelde bir sonuçtur ama bu sonuç aynı zamanda istenen, amaçlanan bir sonuçtur.



Mutluluk konusunda tartışma konusu olan konulardan biri, insanın tek başına mutlu olup olamayacağıdır.

Tek başına bir adada yaşayan bir insan fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabildiği, kendisini başarılı hissettiği oranda mutlu olur. Ama fiziksel ve zihinsel yeterliliğini, başarısını hiç kimseyle paylaşamadığı için mutluluğu bu anlamda çok eksik olur. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Birey ve toplum diyalektik bir birlik ve bağımlılıktır. Bireyle toplum karşılıklı etkileşim halindedir. Genellikle belirleyici olan toplumdur, ancak bazen ‘’tek bir kişi dünyada fark yaratabilir’’ anlamında birey de toplumu belirleyebilir. İnsanın temeli toplum tarafından atılır, insan, haklarını savunabildiği, söz sahibi olabildiği, toplumun olumsuz etkilerinin bilincine varabildiği, bunları kontrol edebildiği ölçüde özgürleşir, bireyleşir, toplumun gelişmesini ve mutluluğunu umursadığı ve bu konuda elinden geleni yaptığı ölçüde toplumsallaşır. Toplumun mutluluğu toplumcu birinin en büyük mutluluk kaynaklarından olduğu gibi toplum mutlu değilse zaten bireyin mutluluğu da kısıtlıdır, bireyin mutluluğu toplumun sosyo-ekonomik yapısı ve mutluluğuna sımsıkı bağımlıdır. İnsan topluma ve başka insanlara ihtiyaç duyar. İnsanın ihtiyacı olan üretim, bilim, teknoloji vs insan tek başına yapamaz, bunlar toplumsal ürünlerdir. Üretim ve çeşitli sorunlar karşısında insanlar işbirliği yapmak yardımlaşmak zorundadırlar. Ayrıca insan mutluluğu da mutsuzluğu da başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hisseder çünkü dertler, üzüntüler, mutsuzluklar paylaştıkça azalır, başarılar, sevinçler, mutluluklar paylaştıkça artar. Anlaşılmak ve onaylanmak, insanlara bir şeyler katmak, onlardan bir şeyler almak insana mutluluk verir, anlaşılmamak, terslenmek, hakaret, küfür, şiddet gibi tepkiler görmekse mutsuzluk.

Kendisini toplumdan soyutlamış çok az kişiyle görüşerek asosyal yaşayan bir insan da hep sanıldığını tersine çok mutlu olabilir, hatta sosyal yaşayanlardan çok daha mutlu da olabilir. Böyle biri, toplumsal ve kişisel kötülüklerden uzak kalarak bir ölçüde mutsuzluktan da uzak kalmış olur. Zihinsel uğraşlarına kendisini çok daha fazla verebilir. Esasen okumak, yazmak, araştırmak ve topluma, insanlığa katkıda bulunabilmek için toplumdan bir ölçüde ya da gerektiğinde soyutlanmak da gereklidir. Mutluluk ve mutsuzluklarını çok az kişiyle paylaşmak ona yetebilir. Zihinsel uğraşlarını yazarak çok fazla kişiyle de paylaşabilir.

Yani hem birey, hem de toplumcu olabilmek, yalnızca birey olmak ve yalnızca toplumcu olmaktan daha çok mutluluk verir. Nazım Hikmet’in dediği gibi bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yaşayabilmektir mutluluk.

‘’Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran insan en mutlu insandır’’ Goethe

Istırabı, mutsuzluğu hiç tatmamış biri mutlu olabilir mi?

Hiç ıstırap tatmamış biri olsa bile başkalarının ıstıraplarından, evrimsel gelişimin tarihinden ıstırabı tanıyabilir, ıstıraplı hiç kimse olmamış olsa bile ıstırabı hayal edebilir, kendini mutlu eden şeylerin olmadığını hayal edebilir, dolayısıyla durumunun bir mutsuzluk değil de mutluluk olduğunu anlayıp mutlu olabilir.

Hayvanlar mı daha mutludur, insanlar mı?

Mutluluk konusunda çok tartışılan bir konu da Hayvanların mı insanların mı, cahillerin mi kültürlülerin mi, bilinçsizlerin mi bilinçlilerin mi daha mutlu olduğudur ve genellikle hayvanların, cahillerin, bilinçsizlerin daha mutlu olduğu, mutluluğun maddiyat olduğu iddia edilir. Bu iddia doğru değildir. Bu konuda Herakleitos şöyle diyor:

''Mutluluk maddi sevinçlerden ibaret olsaydı, çayıra koşan öküzleri mutlu saymak gerekirdi.''


İnsanlar mı daha mutludur, hayvanlar mı?


Mutluluk konusunda çok tartışılan bir konu da Hayvanların mı insanların mı, cahillerin mi kültürlülerin mi, bilinçsizlerin mi bilinçlilerin mi, ilkellerin mi medenilerin mi daha mutlu olduğudur ve genellikle hayvanların, cahillerin, bilinçsizlerin ve ilkellerin daha mutlu olduğu iddia edilir.

Mutluluk, hayvanlar için maddi ihtiyaçlarının karşılanması, insanlar için hem maddi hem de zihinsel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

Hayvanların mutluluğu karın doyurmak, cinsellik gibi fiziksel, maddi, temel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlıdır, yaşamak için yemezler, yemek için yaşarlar. Hayvanlar sürekli av arayışı ve avlanma tehlikesi içindedirler, çoğu zaman yiyecek bulamazlar, kışın soğukta üşürler, aç ve tehlike içindedirler, yiyecekleri paylaşmak ve cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için ölümüne kavga ederler, barınaksızlık, açlık ve tehlike nedeniyle rahat bir uyku uyuyamazlar, Temel ihtiyaçlarını karşıladıkları oranda mutlu olurlar, ama bu hayvansal bir mutluluktur, insansal ve gerçek bir mutluluk değildir.

İnsanların hayvanlardan farklı olarak farkındalıkları, zihin yetileri, bilinçleri hayvanlardan çok daha fazla gelişmiş olduğundan ve soyut düşünebildiklerinden maddi ihtiyaç ve istekleri çok daha fazla olur, ayrıca maddi ihtiyaçların dışında felsefesel, bilimsel, teknolojik, toplumsal, siyasal zihinsel ihtiyaçları, soruları, sorunları, amaçları, hedefleri, uğraşları ve idealleri vardır. Düşünmek, sorular sorabilmek, sorulara yanıt aramak, özellikle de bu yanıtları bulmak hayvanların hiç tatmadıkları farkında bile olmadıkları bir mutluluktur.

İnsanlar zihinsel olarak hayvanlardan daha gelişmiş olduklarından onlardan çok daha fazla mutlu ya da mutsuz olabilirler. İnsanlar, hayvanların tatmadığı oranda mutlu olabildikleri gibi onların tatmadığı oranda mutsuz da olabilirler. Aynı şekilde bilinçliler bilinçsizlerden çok daha fazla mutlu olabildikleri gibi onlardan çok daha fazla mutsuz da olabilirler.

Örneğin insan aşkına karşılık gördüğü oranda mutlu, karşılık görmediği oranda mutsuz olur. Aynı şekilde, insan, kötülüklerin, haksızlıkların, adaletsizliklerin, sömürünün, engellenmelerinin, zorunluluklarının, bağımlılıklarının bilincine vardığı ve bir şey yapamadığı oranda mutsuz, bunlara egemen olabildiği, bunların düzeldiğini, iyileştiğini gördüğü ya da bunların tarihsel geçici bir durum olduğunu kavrayabildiği, bu düzelmeye, iyileşmeye, ilerlemeye katkıda bulunabildiği oranda da mutlu olur.

"Sıradan insanların huzurlu olmalarının nedeni, düşüncelerinin olmamasıdır.."

Romain Rolland

Acaba gerçekten böyle midir?

Maddesel, bedensel, fiziksel ihtiyaçların ve isteklerin karşılanması ve kendini kandırmaya dayalı bir mutluluk, hayvansal bir mutluluktur,  gerçek mutluluk değildir. İnsanlar için gerçek mutluluk; mutsuzluk riski ve derecesi çok daha fazla da olsa, insanın düşünsel, ideolojik, felsefi, duygusal zihinsel ihtiyaçlarının, isteklerinin ve ideallerinin isteklerinin karşılandığı, gerçekleştiği, kendini gerçekleştirdiği ve gerçeklere dayalı insansal mutluluktur, yolu toplumun sosyo-ekonomik yapısından, okumaktan, bilinçlenmekten, iyi bir karaktere ve doğru felsefeye sahip olmaktan ve bunların gerçekleşmesinden geçer.

Mutlu olmak, mutluluk derecesinde mutsuzluğu göze almayı gerektirir. Mutluluk, aynı zamanda mutluluk derecesinde mutsuzluk olasılığı demektir. Mutlulukla birlikte mutsuzluk riski de büyür, ancak, büyük mutsuzluğu göze almazsak büyük mutlulukları da tadamayız. Mutsuz olmamak için çeşitli ve daha büyük mutluluklara kendimizi kapatırsak mutsuzluğumuz belki az olacaktır ama mutluluğumuz da az olacaktır. Bir şey isteyip elde edemediğimizde ne kadar mutsuz olursak elde ettiğimizde de o kadar mutlu oluruz.


‘’Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür’’ Arthur Schopenhauer


‘’Ancak kaybedeceğin bir şey yoksa özgürsündür.’’ Chuck Palahnıuk


Bu anlayışa göre en büyük mutluluk hiç doğmamaktır…


"Ne mutlu dünyaya gelmemiş olana"

~Ömer Hayyam

 
Oysa:

‘’Hiç hata yapmamış olan hiçbir şey yapmamış olandır’’

‘’Kaybetmeyi göze alamayanlar hiçbir zaman kazanamazlar’’

Gerçek mutluluğu, ancak, mutsuzluğu göze alabilenler tadabilirler



Dindar insanlar daha mı mutludur

Sanıldığı gibi inanan insanlar huzurlu ve mutlu değildir.


İnandıkları dinlerinin gereklerini yerine getirdikleri oranda huzurlu ve mutlu olsalar da dinsel inançlarından ve gereklerini yerine getirip getirmediklerinden şüphe ettikleri, dinlerinin gereklerini yerine getirmedikleri oranda ve işledikleri suçlar oranında, yani mutluluklarından çok daha fazla, bir ömür boyu huzursuzluk, korku, kaygı ve mutsuzluk duygularıyla yaşarlar, dindarların dinsel konularda ağlamaları da bu yüzdendir! Üstelik bu, mutsuzluktan da öte insanın aklını, mantığını durduran, psikolojisini felç eden, canlı bombalığa, şiddete sürükleyebilen, çocuklarını bile öldürtebilen vs korkunç bir ruh halidir!

Özgürlükleri bağlayan her türlü zincir kırılmalı, en başta da kafalardaki "iman zinciri". İman zincirine bağlı düşünce sabittir, değişmezdir. Bu ise doğanın değişken yapısına terstir. Zincirli zihin gelişme gösteremez; değişmelere, gelişmelere ayak uyduramaz. Turan Dursun
  
“En büyük cezaevi, cahil bir insanın kafasının içidir.”

Montaigne

‘’Bilginin amacı; insanı bilgisizlik ve boş inançlardan kurtarmaktır. Bu olmadan mutlu olmaya imkan yoktur.’’ Epikuros

İnsanların çoğunun mutluluğu tıpkı hayvanlarda olduğu gibi maddi ihtiyaçlarını karşılamakla, fiziksel mutlulukla sınırlıdır ne yazık ki. Yaşamak için yemezler, yemek için yaşarlar. Mutluluk eksikliği nedeniyle beyinlerinin mutluluk merkezlerini sigara, içki, çok aşırı yeme vs ile doyurmaya çalışırlar. Bunun en büyük nedeni ise kapitalist sistemdir. Çünkü kapitalist sistem ve onun bir parçası olan dinsel ve geri zihniyet, insanları (özellikle de kadınları) ve mutluluklarını maddi ihtiyaçlarını giderme uğraşına mahkum etmekte, onların insansal ihtiyaçlarını yok saymakta, engellemekte, aşağılamakta, baskılamakta, öbür dünyaya havale etmekte, maddi ihtiyaçları dışında düşünmelerine, bilinçlenmelerine zihinsel ihtiyaçlarını gidermelerine ve gerçek bir mutluk tatmalarına fırsat vermemektedir. Ama kapitalist sistem de elbette tarihsel ve geçici bir evredir ve insanlar arasından bilinçlenmeye ve bu sistemi tarihin çöplüğüne atmaya fırsat bulacak yeter sayıda insan çıkacaktır.



‘’İnsan mutlu olduğunda daha iyi kalplidir’’ Oscar Wilde

İnsan mutlu olduğunda çevresine karşı daha iyi kalpli, sabırlı, anlayışlı, hoşgörülü, güler yüzlü olur, çevresini de mutlu eder, çevresine mutluluk saçar. İnsan mutlu olduğunda çevresinin mutluluğuna katkıda bulunmuş olur, mutsuz olduğunda çevresini de mutsuz eder, mutsuzluk saçar. İnsan çevrenin mutluluğunu ya da mutsuzluğunu etkiler ama çevre de insanın mutluluğunu ya da mutsuzluğunu etkiler.


Mutsuzluğu azaltmanın ve mutluluğu artırmanın ana yolu, özgürleşmekten, bunun için de kendini ve çevresini, zorunlulukları, sorumlulukları, sorunları tanımaktan, bilmekten, doğru dünya görüşünü seçebilmekten geçer. Herkesin kendine göre doğru ve yanlışları vardır ama bir de asıl doğrular ve yanlışlar vardır. Bir öznel doğrular ve yanlışlar bir de nesnel yani doğaüstüne dayanmayan, doğa yasalarına ve doğaya dayanan ve herkes için geçerli olabilecek asıl doğru ve yanlışlar vardır. Nesnel doğrular ve yanlışlar, herkesin doğru ve yanlışlarının arasından da çıkabilir bunların dışından da çıkabilir ya da insanlığın ömrü ve becerisi bazı asıl doğru ve yanlışları bulmaya yeterli olmayabilir de ama bu nesnel doğru ve yanlışların olmadığını göstermez. İnsanlar ve insanlık, asıl doğru ve yanlışları arayıp bulup bunlar için mücadele ettiği ve bunlara göre davrandığı oranda mutlu, bunlara göre davranamadığı, yaşayamadığı, bunlara aykırı davrandığı ve yaşadığı oranda da mutsuz olur.

Mutsuzluğu azaltmanın, mutluluğu artırmanın tali yolu ise imkan dahilinde olmayanlardan, karşılanamaz hayallerden ve isteklerden vazgeçmekten, imkansızı istememekten, imkan dahilinde olanlar için mücadele edip başarmaktan geçer.
İmkan dahilindeki şeylerin gerçekleşmemesi insanı mutsuz eder ama imkan dahilinde olmayan şeyleri istemek insanı boş yere mutsuz eder. İnsan imkan dahilinde olmayan hayal ve isteklerinden vazgeçtiği ve imkan dahilindekiler için mücadele ettiği ve başardığı oranda mutlu olur. Elbette imkanın sınırlarını görmek için imkansızı denemek, yani sınırları zorlamak gerek, ama imkansızı denemeden önce, hayal kırıklığına uğramamak ve mutsuz olmamak için kendisini bunu elde edemeyebileceğine hazırlamak gerek. Kimse mükemmel değildir. Herkesin çirkinlikleri, eksiklikleri, hataları, suçları vardır. Önemli olan değiştiremeyeceklerini kabullenip hatalardan, suçlardan ders çıkartarak değiştirebileceklerine, başarabileceklerine, daha doğruya, daha iyiye yönelmektir.
Her ne kadar gelecekte ne olacağını, nelerin imkan dahiline gireceğini bugünden kesin olarak bilemesek de en azından günümüz için imkansız olanlar vardır. Örneğin geçmişi yeniden yaşamayı istemek, geçmişteki bir olayı değiştirmek, boyu kısayken daha fazla uzatılamayacak kadar uzun olmasını istemek, müzik, resim gibi yeteneksiz olduğu bir alanda yetenekli olmayı istemek, artırabileceğinden fazla zeki olmayı istemek, karşılık görmesi imkansız olan birine aşık olmak, sahip olamayacağı bir mesleğe ya da zenginliğe sahip olmayı istemek, belki de yüzyıllar sonra koşullar olgunlaştığında gerçekleşecek bir şeyin kendi ömrü süresinde gerçekleşmesini istemek gibi imkansız şeyleri istemek, insanı boş yere mutsuz eder. Ama durumunu kabullenip kendisiyle barışmak, imkansız olmayana yönelerek mutluluğu başka yerde aramak, sürekli sınırlarını zorlamak ve başarmak, başaramasa bile üstüne düşeni, elinden geleni yapmış olmak insanı mutlu eder, mutsuzluğu mutluluğa çevirir, mutlu etmese bile mutsuzluktan kurtarır.


Son olarak bu yazı bir mutluluk reçetesi değildir, mutluluğun ve mutsuzluğun ne olduğu, nedenleri, kaynakları üzerine bir denemedir, bunları bilmek mutsuzluğu azaltabilir ama insanı mutlu etmeyebilir, çünkü bilmekle gerçekleştirebilmek ayrı şeylerdir, nedenleri bilirseniz de koşulların uygun olmaması ya da henüz olgunlaşmamış olması nedeniyle değiştirip gerçekleştiremeyebilirsiniz. Değiştirmek, gerçekleştirmek için çaba göstermiyorsanız, hesap sormayı hak etmediğiniz gibi mutluluğu da hak etmiyorsunuz demektir. Kendi ömrün süresince değişmeyeceğini bilsen de toplumun, gelecek nesillerin, ve insanlığın geleceği için mevcut durumu değiştirmeye çabalayıp üstüne düşen görevi, elinden geleni yapmak da büyük bir huzur ve mutluluktur. İnsanların davranışlarına, toplumlara ve tarihe yön veren de maddi ve manevi ihtiyaçlar, çıkarlar, bunların oluşturup yönlendirdiği istek ve ideallerdir. İnsanların bireysel mutluluk ya da toplumsal mutluluk istemeleri bireyci ya da toplumcu olmalarına bağlıdır. Ama toplumsal mutluluk gerçekleşmeden bireysel mutluluk da ancak sınırlı gerçekleşebilir. Sosyo-ekonomik yapının bozuk, çürümüş ya da eskimiş olduğu ve toplumsal mutluluğun olmadığı bir toplumda ve dünyada bireysel mutluluk da bu yapıyla sınırlı olacaktır. Bu yüzden; mutluluk yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Nilüfer Tekin