25 Kasım 2011 Cuma

OSMANLI GERÇEĞİ(özet)-ERDOĞAN AYDIN

İçindekiler:

1) Sünnilik, Şiilik, Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Heterodoksluk, Ezoterizm, Batınilik, Kerbela Olayı

2) Sünni Osmanlı Despotizmine Karşı Alevi Türkmen İsyanları, Şeyh Bedrettin Ve Pir Sultan Abdal

3) Osmanlı Despotik Bir Devletti

4) Devşirme ve Kozmopolit Osmanlı

5)Osmanlı Bir Türk Devleti miydi?

6) Celali İsyanları+ Eğer Beylikler Yenişemeseydi Ne Olurdu?

7) Osmanlı'nın Dini, Mezhebi + Osmanlı Laik miydi?


1) Sünnilik, Şiilik, Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Heterodoksluk, Ezoterizm, Batınilik, Kerbela Olayı
13 Mart 2011 Pazar, 14:53 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi




Sünnilik ve Şiilik

Sünnilik ve Şiilik Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifelik kavgalarıyla başlamıştır.
Sünnilik ve Şiilik İslamiyet’in iki ana kolu ya da mezhebidir. Her ikisi içinde de çeşitli tarikatlar bulunmaktadır.

Şiilik

Şia ya da Şii Muhammed’den sonra halife seçimleri sırasında halifenin Muhammed’in soyundan olanlardan (Ehl-i Beyt) olması gerektiğini ve halifeliğin Muhammed’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunan Ali yandaşları ve takipçilerine verilen addır.
Sünniler ise halifeliğin Hz. Ebubekir’in hakkı olduğunu savunanlardır.

Miras sorunu

Şii'lere göre Hz.Muhammed'in (sav) dul eşlerinin yanı sıra Hz.Ali ve Fatıma'nın da, Hz.Ebu Bekir'in hilafetinden hoşnutsuz olmalarının bir başka nedeni daha vardı . Hz.Muhammed (sav) vefat ettiğinde geride önemli miktarda arazi ve mal varlığı bıraktı. Bunların en meşhuru tartışmaların da odağında olan Fedek Arazisi'dir. Hz.Ebu Bekir'e göre bu mal ve araziler peygamber tarafından halkın yararına idare ediliyordu ve dolayısıyla devlete aitti. Hz.Ali ise "Muhammed'e gelen veraset ile ilgili vahiylerin peygamber'in mirasını da kapsadığını" iddia ederek bu duruma karşı çıkıyordu. Zira Kur'an'da vefat eden bir kişinin mirasının nasıl pay edileceği izah edilmektedir. Şiilere göre Hz.Ebu Bekir, Hz.Muhammed'in (sav) dul eşlerine devletten maaş bağlamış ancak Hz.Muhammed'in (sav) kanından olan Hz.Ali, Fatıma ve İbn Abbas'a o kadarını bile vermemişti.
Eşi Fatıma'nın ölümünden sonra Hz.Ali, Fatıma'nın peygamber'in mirasından payını almak için tekrar başvurdu ancak başvurusu aynı nedenlerle bir kez daha reddedildi. Bununla birlikte Ebu Bekir'den halifeliği devralan Ömer, Medine'deki arazileri Hz.Muhammed'in (sav) kabilesi Haşimoğulları adına Ali ve Abbas'a verdi; Hayber ve Fedek Arazisi'ni ise devlet malı saydı (Madelung, 1997 s. 62). Şii kaynaklarına göre bu durum Hz.Muhammed'in (sav) soyundan olanlara (Ehl-i Beyt), baskıcı halifeler tarafından yapılan haksızlıkların bir başka örneğidir.

Kerbela Olayı

Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı, 10 Ekim 680 (10 Muharrem 61) tarihinde bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, İslam Peygamberi Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile Emevi Halifesi I. Yezid'e bağlı ordu arasında cereyan etmiştir.
Bu savaş Şii ve Alevi inanışının belkemiğini oluşturan en önemli olaylardan biridir. Peygamberin kızı Fatıma 'nın peygamberin kuzeni Ali'den olma oğlu olan Hüseyin'in ölümü, Şiilerce her sene Aşure Günü'nde yad edilir.
Şii ve Alevi Müslümanlığında bu olayın çok önemli yeri vardır. Onlara göre Ali'nin oğulları yenilmez savaşçılardır, çok yüce şahsiyetlerdir ve halifelik makamının su götürmez sahibidirler. Sünni müslümanlığında da en yüce Sahabelerden ve dört büyük halifeden birinin oğulları oldukları için çok yüce şahsiyetlerdir ve dini liderler olarak kabul edilirler. Sünnilere göre de seçilmemiş ve zorla başa gelmiş bir halife tarafından katledilmişlerdir.

Osman asiler tarafından öldürülünce Ali başa geçti. Osman'ı halife kabul edenler onun katilini bulana kadar Ali'yi halife olarak kabul etmeyeceklerini söylediler ve Müslüman toplumu ilk kez iç savaşa sürüklendi. İslam Devleti Ali ve Muaviye önderliğinde ikiye bölündü.

(Sünni inancına göre Dört Büyük Halife'den dördüncüsü ve Cennetle Müjdelenen On Sahabe'den biridir. Şii inanışına göre ise ilk halife ve Oniki İmam'ın ilkidir. Hariciler tarafından düzenlenen bir suikastte ağır yaralanmış, birkaç gün içinde de vefat etmiştir.. http://www.genckolik.net/her-telden/47749-h-z-ali-kimdir.html)
Ali, 661 yılında Haricilerden Abdurrahman bin Mulcem tarafından gerçekleştirilen bir suikastte hayatını kaybetti ve iktidar 20 yıllığına düşmanı I. Muaviye'nin eline geçti.
(Hariciler, Hz. Ali döneminde meydana gelen Sıffin savaşından sonra ortaya çıkarlar. Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen bu savaşta,(halifeliği ele geçirme savaşı) Hz. Muaviye taraftarları yenileceklerini anlayınca mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takarlar, "aramızda Kuran hakem olsun" derler. Bunun üzerine çatışmalar durur, görüşmeler başlar. İşte bu "hakem olayından" sonra bir kısım insanlar "sen insanları hakem olarak kabul ettin. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır" diyerek Hz. Alinin saflarından ayrılırlar. Bunlara "hariciler" denir. http://www.muhakeme.net/hariciler-kimdir-nasil-ortaya-cikmistir-ve-temel-ozellikleri-nelerdir-t2833.html)
Muaviye, oğlu Yezid'in kendinden sonraki halife olarak kabul edilmesini daha hayatteyken garantiye almaya çalıştı. Taraftarlarına Yezid'e bağlılık yemini ettirdi.

Muaviye'nin oğlu Yezid, Hüseyin'in iktidarda hak iddia etmesinden korkuyordu. Bu nedenle bir elçi göndererek kendisine itaat etmesini istedi. Hüseyin bu teklifi reddetmesinin bir görev olduğuna inanıyordu. Medine'den Mekke'ye doğru hac için yola çıktı.
Öldürüleceğini biliyordu ancak ölümünün Yezid'in kötülüğünü dünyaya ispat edeceğini düşünüyordu. Küfe yakınlarındaki Kerbela'da kamp kurdu.

Hüseyin'in ölümü

Hüseyin oğlunu gömdükten sonra tekrar düşmanın karşısına çıktı ve onları teslim olmaya davet etti. Birebir savaşta çok fazla kayıp veren Ömer bin Sa'd'ın ordusu Şimr bin Zi'l Cevşen'in emriyle toplu hücuma geçti ve her taraftan ok ve mızraklar Hüseyin'in üzerine yağmaya başladı. Sinan bin Enes en-Nehai [3] veya Şimr bin Zi'l Cevşen kafasını kılıçla keserek Hüseyin'i öldürdü.[2] Kafası mızrağa takıldı ve herkese gösterildi. Üzerindeki değerli eşyalar alındı ve yarı çıplak bırakıldı.

Ali bin Ebu Talib ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı sonrasında İslam Devleti ikiye bölünmüştür. Ali yönetiminde başkenti Kufe olan ve Muaviye yönetiminde başkenti Şam olan iki devlet kurulmuştur. Ali'nin bir Harici tarafından öldürülmesi, sonrasında da Hüseyin bin Ali ve Yezid arasında gerçekleşen Kerbela Savaşı ile bu ayrım derinleşmiş ve İslam'da mezhep ayrılığının temel nedenlerinden biri olmuştur.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Kerbela_Sava%C5%9F%C4%B1


Şii mezhep ve tarikatlari
Caferilik (Onikicidir): 12 İmam'a Muhammed'in hak vasi ve halifeleri ve Allah'ın masum evliya ve huccetleri olarak inanan Şia'nın esas ve yaygın olan ana koludur yani özüdür.
Keysanilik: Ali'nin oğullarından Muhammed bin Hanifiyye'yi kabul eden kol.
Zeydilik (Beşcidir): 5. İmam olarak Zeyd bin Ali'yi kabul eden kol.
İsmaililik (Yedicidir): 7. İmam olarak İsmail'i kabul eden kol.
Karmatilik (Yedicidir): Fatımiler halifelerinin İmamlığını kabul etmeyen kol.
Dürzilik (Kısmen Yedicidir): Fatımiler 5. halifesi Hâkim'i Allah olarak kabul eden kol[kaynak belirtilmeli].
Nizarilik (Yedicidir): Fatımiler 8. halifesi Mustansir'in oğullarından Nizar'ı kabul eden kol.
Mustalilik (Yedicidir): Fatımiler 8. halifesi Mustansir'in oğullarından Mustali'yi kabul eden kol.
Nusayrilik (Onikicidir): Ali'ye uluhiyet isnad eden gulat fırkası

http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eiilik


Sünnilik

Ehli Sünnet, İslam akımları içindeki en geniş dini grubu oluşturur, sayıları islamın 90%'ını oluşturur. İslam'ı daha farklı yorumlayan Şiilik ve Haricilik birkaç yönden Sünnilik ile ayrışır. Ehli Sünnet'in kendi içerisinde 4 farklı fıkhî mezhep bulunmaktadır.
Sünni mezhepler (fıkıh okulları) dört tanedir:
Hanefi mezhebi
Şâfiî mezhebi
Maliki mezhebi
Hanbeli mezhebi
Sünni İslam anlayışında peygamberden aktarıldığı güvenilir (sahih) kabul edilen hadis kitapları şunlardır:
Buhârî
İmam Müslim
Nasa'i
Ebû Davûd
Sünen-i Tirmizi
Ibn Mâce
Sünniliğin Hadis Anlayışı

Kur'an'ın İslam dinindeki yeri tüm müslüman gruplarca benimsenmekle birlikte hadis konusunda farklı İslami grupların farklı anlayışlarla sahip oldukları bilinmektedir. Hadisler İslamiyetin ilk dönemlerindeki peygamber ve yakınlarının ibadete, muamelat denilen dindeki çeşitli konulara ilişkin görüş ve davranışları yansıtan kayıtlardır. Müslüman bilginler peygamberin vefatından sonra İslam toplumunun karşı karşıya kaldığı sorunlara Kur'an'dan ve sünnetten sonra üçüncü kaynak kabul edilen Hadislerden delillerle çözüm getirmeye çalışmışlardır. Sünnilik, Şiiliğin aksine Muhammed döneminde yaşamış peygamberin yakınındaki tüm arkadaşlarına (Sahabi denir) dinin güvenilir kaynağı olarak yaklaşmakta olduğundan çeşitli Hadis bilginlerinin hadis kritiklerine uygun buldukları tüm hadisleri hangi sahabe kanalıyla gelirse gelsin kabul etmektedir. Yine Sünnilik ilk üç halife (Ebu Bekir, Ömer ve Osman) ve Ali'yi Muhammed'den sonra gelen güvenilir ve tazime layık dini kişilikler olarak kabul ederler. Oysa Şiilik ilk üç halifeyi Ali'nin elinden halifeliği çeşitli yollarla gasp etmiş kişiler olarak bakıp tazim göstermezler. Şiiliğin bir kısım sahabeyi güvenilmez kabul edip sadece on iki imamdan gelen hadisleri doğru, güvenilir (sahih) kabul etmesine karşılık Sünniliğin güvenilirliği tüm Sahabeye genelleştirmesi her iki grubun hadis külliyatlarında bir kısım farklılıklar bulunmasına yol açmıştır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCnni

Şiilik ile Sünnilik arasındaki anlayış ve uygulama farkları
Şiiler, Hz.Muhammed (sav)'den sonra hilafet'in Hz.Ali ve soyuna ait olduğunu savunur ve sünnilerin meşru ve dince makbul kabul ettikleri ilk üç halife (Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın) hilafeti Hz.Ali'den gasp ettiklerine inanırlar. Yezid'in babası Muaviye konusunda ise bir ayrılık vardır. Şiiler Yezid hakkındaki görüşlerin benzerini Hz.Ali'nin hilafetine karşı çıktığı için Muaviye için de sürdürürler ancak Sünniler Muaviye'nin bir "ictihad" yaptığını ve ictihadında yanılsa bile Kur'an'ın vahiy katibi ve peygamberin eshabından olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar. Şiiler ise peygamberin sahabesinden olmasının daha sonra yaptığı çirkinlikleri örtemeyeceğini anlatmaktadırlar.
Sünnilere göre iktidar siyasi bir meseledir. Peygamberi bile ilgilendirse dahi bir soy meselesi olarak değil, ümmetin kendi içinde istişare ile çözeceği bir konu olarak görülür ve genellikle "devlet başkanına itaat" kültürü hakimdir, Peygamber ve akabinden gelen raşid halifeler hem devlet başkanı idiler hem de imam. Onlardan sonra bu görevlerin ayrıldığından söz edilebilir. Şiilerde ise iktidar inanç meselesidir ve meşru siyasi lider aynı zamanda ruhani liderliği de elinde bulunduran Hz.Ali ve soyundan gelen imamlara aittir. Caferi şiasında kıyamete kadar gizli kalan Mehdi dahil 12 imamın günahsız olduğuna, "Peygamberlik vahyi alma" hariç, "günahsızlık" ve benzeri konularda peygambere benzediğine inanılır.
Küçük yaşta gaip (saklı) olan 12. imamın ölmediğine ve halen hayatta olup kurtarıcı (mehdi) olarak tekrar geri döneceğine inanırlar. Sünniler ise Mehdi'nin henüz dünyaya gelmeyen, Hz.Muhammed'in (sav) soyundan birisi olacağına inanırlar [kaynak belirtilmeli].
Tehlike anında inancı saklamanın (takiyye) caiz olduğuna inanırlar.
Muta nikahının (belirli bir süreyle sınırlandırılmış evlilik) sünnilerin kabullenmemesinin aksine dinen uygun (caiz) olduğuna inanırlar. Şiilere göre bunun peygamber zamanında yapılması uygun görülmüş, Kur'an-ı Kerim'de de onaylanmıştır. Anadolu da Türk şiilerinde de bu nikah vardır. Ancak Zaza ve Kürt şiilerinde bu uygulama olmamasına rağmen kabul edilir.
Şiilik, Emeviler döneminde Ehl-i Beyt (Muhammed’in soyundan olanlar) ve Şiilik düşmanlığı nedeniyle kendilerini gizleme dönemine girmişler ve Batınilik’ten etkilenerek başlangıçta yalnızca siyasi olan farklılığı inanç farklılığına dönüştürmüşlerdir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eiilik

Kızılbaşlık

Alevilik, Şiiliğin Türkiye'deki bağlılarına verilen addır. Kızılbaşlık ise siyasal Alevilere verilen addır. Başlangıçlarda kırmızı tac giyip, kırmızı sarık sardıklarından dolayı kendilerine Kızılbaş adı verilmiştir.
Kızılbaş, Osmanlı elitistleri tarafından Şiilerle Alevileri nitelendirmek için kullanılan bir tabirdir.
Osmanlı kayıtlarında "Alici Türkmenlere" kızılbaş denilirdi.
Osmanlı belgelerinde “Kızılbaş” tabiri sıklıkla Safevi Devletinin hizmetindeki Türkmenler için kullanmaktadır.[2]
Safeviye Tarikatı'nın şeyhi olan Şeyh Haydar (1460-1488), müritleri arasında birliği sağlamak için yeni bir kıyafet kabul etti. Bu kıyafetin en orijinal tarafı başa geçirilen serpuştu. Kırmızı renkte ve 12 dilimli olan bu serpuşun her diliminde 12 imamların adları yazılı idi. Bu kırmızı serpuştan sonra Osmanlılar Şiileri nitelendirmek için "kızılbaş" tabirini kullanmaya başladı.[1]
Şah İsmail'in babası Şeyh Haydarın rüyasına çıkan İmam Ali'nin emrine göre bu başlığı takmaya başladığı düşünülmektedir.
Kızılbaşlar Osmanlı Devleti ve Şeybani Hanlığı'nın "Kızılbaş ülkesi" olarak hitap etikleri Safevi Hanedanı'nın kurulmasında büyük rolü oynamış ve 'soyurghal' adlı büyük toprak sahibi olmuşlardır. Ancak siyaseti karıştırdıkları gerekçesiyle Kızılbaş ordusu yerine saray gulam (Osmanlı'daki Kapıkulu)larından modern orduyu oluşturan Şah Abbas tarafından merkezden uzaklaştırılmışlardır.(vikipedi)
http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1z%C4%B1lba%C5%9F

Özellikle Safevilerin hükümdarı Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim arasındaki çekişmeden sonra Kızılbaş tabiri giderek Alevileri ve Ali taraftarlarını aşağılamak için kullanılmaya başlanmıştır.

Kızılbaşlık tarihi süreçte, Alevi -Bektaşi inanç ve kültür öğretisinin, toplumsal yaşam tarzının siyasallaşmış doktrinel adına ve devlet iktidarını amaçlayan stratejik hedefine sosyo-ekonomik toplumsal kuramının uygulama düzeninin sistemine denmiştir. Yani Alevilik öğretisinin toplumu bilgi ve becerilerisiyle yönetme, iktidar erkiyle uygulama modeline Kızılbaşlık sistemi denir.

Bugün ise Alevilik ve Kızılbaşlık özdeş hale gelmiştir.

Kızılbaşlık siyasetinin temellerini Hâcı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Balım Sultan (1458-1519/20) ile Şah İsmail Hatayî (1487-1524) atmışlar ve teorize etmişlerdir. Anadolu Alevi ve Bektaşi'lerinin derleniş ve toparlanışlarının birincisini, Baba İlyas (?-1240) ikincisini, Sultan Hünkâr Hâce Bektaş-ı Veli (1209/10-1271/2) üçüncüsünü, Şeyh Bedreddin (1357-1420) dördüncüsünü ise Şah İsmail Hatayî gerçekleştirir.

Pir Sultan'dan bir dörtlük

Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş,
Meğer Şah'ı sevmiş dese yoludur,
Yetmiş iki millet sevmezler şahı,
Biz severiz Şah-ı Merdan Alidir.

(http://www.hubyar.net/index.php?option=com_content&view=article&id=104:kzlbalk-nedir&catid=40:alevilik&Itemid=71)

Ezoterizm

Ezoterizm (içsel, gizli anlam/ileti)bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir.
Ezoterizm, asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefî öğretilerdir.
Bu öğretiler herkes tarafından bilinen egzoterik (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalık yaratan, Mistizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir. Ayrıca Ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır.
Ezoterizme göre, ezoterik bilgiler, yani hakikatler ve sırlar, herkese açıklanmamalı, ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış, layık olmuş kişilere belirli bir zaman içerisinde derece derece açıklanmalıdır. Kimseye, değerini ve anlamını anlayamayacağı böyle bilgilerin verilmemesi gerektiği gibi, kimseye kaldıramayacağı, taşıyamayacağı bilgi de verilmemelidir. Çünkü taşıyamayacağı bilgi, kişiye bir yarar vermeyeceği gibi, zararlı da olabilir. Bu bilgiler belirli semboller ve alegoriler vasıtasıyla aktarılır.Yüksek bilgiler insanlara anlayış düzeylerine göre ve anlayış düzeylerinin ilerlemesine göre derece derece açılan bir sembolizme bürünmüş şekilde verilir. Bu durum kutsal metinlerde de geçerlidir.

Tarihsel planda genel olarak, 'ezoterik bilgi' belirli grupların, farmasonlar gibi, dışarıdakilerden (halktan) sakladığı bilgiyi tanımlamakta kullanılmıştır.

Bu anlayışta, ezoterik bilgi çoğunlukla dışarıya dair bilgilerden farklı ve uzak olan derin, kişinin içinde sakladığı bir tür hikmettir.

Bir geleneğe göre ise “ezoterik” dinin daha derini “içrek sırlarına” işaret eder.

Pisagor öğrencilerinin arasında egzoterik ile ezoterik olanları birbirinden ayırarak ezoterik olanların daha dar bir çemberde, seçici bir kurul içinde olduğunu ve belirli öğretileri ayrıcalıklı olarak dinlediklerini belirtmiştir.


Ezoterizm, Platon felsefesinde içe giden yol anlamına gelmektedir.

İslami ezoterizme "bâtınî" terimi kullanılır. Yahudi ezoterismine Kabbala denir. Ancak, Kabbala inisiyasyon içermediği için ezoterik değildir. Budizm dininin ezoterik yorumuna ise Vajrayana denir. Bunun dışında Hrıstiyanlıkta da tarihte ezoterik yorumlar görülmüştür. Bunların arasında Behmenizm, Katharizm gibi mezhepler zikredilebilir.

Hıristiyan eleştirmenler ve Gnostik diye adlandırılan düşünce biçimi arasındaki temel fark, kendi öğretilerinin tekliği ve tanınan nesnelerin bir güce sahip olduğu düşüncesini yaymaktır. Bunun tam tersi kilise, insanın öğrenme isteğini sınırlamakta ve sadece dini hususlara değer vermektedir.
M.S. 4. yy.a kadar kilisenin gücü öylesine hükmedici durumdadır ki önemsiz hatalar yüzünden yakılma ya da kılıçtan geçirilme gibi ölüm cezaları yaygınlık kazanmıştır.

İlk olarak 1945 yılında Mısır’da (Nag Hammadi) Gnostisizm metinlerini “büyüler” başlığı altında toplamış ve ilk defa kendi fikirlerini eklemeden tarafsız, açıklayıcı ve net bir bakış açısı sunmuştur. Ortodoks mezhebi, toplanan bu metinleri tanımaktadır.
Ortaçağ’da Hıristiyan camiasının Antik Dönem öğretilerinin büyük bir bölümü etkisini yitirirken, İslam dünyasında bu düşünceler geçerliliğini korumaya devam etmiştir.
12.yy.da Güney Fransa’da Musevilik diniyle alakalı olan Kabala, yeni mistik düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Kabala önceleri Musevilikte bilinen bir inanışken daha sonra Ezoterizm tarihinde önemli bir role sahip olmuştur. İlk başta kutsal kitap olan Tevrat’ın açıklanması engellenmiş; fakat Kabala daha sonra kendine özgü mistik öğelere sahip inanışıyla bu engeli kaldırmayı başarabilmiştir.

Batınilik

Hasan sabbah tarafından yapılan şiiligi yayma amaçlı tüm calısmaların genel adıdır tarihte batıniilik propagandası olarak sıkca gecer.. sünnilere karsı oluşturulmustur.

Hasan Sabbah’ın tarikatının son aşamasında öğrenilen sır, yani keşful esrar, "tanrı yoktur sadece fiiller vardır"'dır.

Genel olarak kutsal kitapların açık anlamından çok gizli anlamlarını yorumlayan ve bu yorumları gerçek sayan doğu gizlemcilerinin ( tasavvuf ) öğretisidir. dinsel bir görünüm altında gerçek bir felsefe öğretisidir. eski mısır'dan başlayarak musevilik, zerdüştlük, pitagoras, platon, hristiyanlık, maniheizm inanış ve öğretileriyle İslam kültürüne girdi. amacı, insan kardeşliğini sağlamak, mal ortaklığını gerçekleştirmek, özel mülkiyeti ve toplumsal sınıfları ortadan kaldırmaktır. İslam inanışında Şiilik ile bütünleşmiştir. tarihte kurulan en önemli batıni devlet fatımi devleti'dir. türk-İslam kültüründe yer alan haydarilik, kalenderilik, babailik, bedreddinilik, mevlevi-lik, bektaşilik, hurifilik öğretileri batınilikten türemişlerdir.

http://www.nedir.net/batinilik.html

Alevilik

Alevilik, Türkler’in Müslüman olmasından sonra Şiiliği Türk adet ve görenekleriyle harmanlayıp içselleştirmiş bir koludur
Alevilikte incelenmesi gereken asıl inanç varlığın birliğidir. Alevîlik’te tanrının insan dâhil evrendeki her şeyin içinde olduğu inanışı vardır.
Alevilik Tanrı korkusu yerine sevgisini benimseyen, Kuran'ın şekline değil özünü kabul ettiklerini belirten, amacı "Seyr-ü süluk" (Ruhsal olgunlaşma) olan bir tasavvuf yoludur.[kaynak belirtilmeli] Özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğine ve zerresinden oluştuğuna, onun için de insanın ölümsüzlüğüne inanan, ibadetlerinde kadın erkek ayrımı yapmadan, kendi öz diliyle, musikisiyle, semahıyla inancını icra etme biçimine denir.[kaynak belirtilmeli]
Yaşamın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak, insan-ı kâmil olup, özüne dönmek olarak tanımlamaktadır. [kaynak belirtilmeli]Mürşid, Pîr ve Rehber huzurunda ikrar verilerek Dört Kapı Kırk Makam aşamasından geçilir. Alevi ibadedinin uygulandığı mekân Cemevi - Pirevidir.
Cemevi
Alevilerin ibadet ettiği yere “toplanma” anlamında “cemevi” denir; bir olma, bütünleşme yeri, Yaratan’la bir olma, bütünleşme anlamındadır. Cem herhangi bir yerde yapılabilir. Evde ya da temiz olan her yerde yapılabilir. Önemli olan Allah'a sığınmak ve ibadet etmektir. Cemevi ise sadece ibadet amaçlı kullanılmıyor, Cemevleri, salt tapınma maksadı ile kullanılmamış ve kullanılmamaktadır. Alevi topluluğunun tapınma gereksinimi dışında toplumsal, bireysel sorunların çözüme kavuşturulduğu bir meclis işlevi de görmüş ve görmektedir
Duaz ve deyiş
Duaz, Duazdeh’in kısaltılmış halidir. Duazdeh Farsça olup oniki (12) anlamına gelmektedir.
Duaz, cem âyinlerinde söylenen ve Oniki İmamlar'ın adlarının geçtiği deyişlerdir. Bazen dua olarak da nitelendirilirler. Bu deyişlerde ayrıca Oniki İmamlar'ın yanı sıra başta Muhammed ve Hacı Bektaş Veli olmak üzere Alevî ulularının adları geçmektedir.
Alevîlik ve Alevîler hakkında biraz bilgi sahibi olan kişiler için duazın, nefesin, türkünün, deyişin farklı anlamlara sahiptir. Fakat günümüz gerçekliği doğrultusunda genel bir tanım olması ve bu tanımın yaygınlaşıp kabul görmesi için Deyiş tanımı en uygun olanıdır. Deyiş Alevîliği çağrıştıran her melodinin adıdır. Türkü, nefes, duaz bunlar da alt adlardır. Alevilikte Duaz ve Deyişlerin ibadet dili Türkçe'dir.
Semah
Semah, Cemlerde deyişler eşliğinde yapılan dinsel törenin adıdır. Ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bu konuda şöyle söyler: "Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibâdeti, taliplerin maksududur. Bizim Semahımız oyuncak değil, ilahi bir sırdır. Bir kimse ki Semahı oyuncak sayar o cahildir".
Semahın kaynağı Kırklar meclisine dayanır. Bu meclise gelen Muhammed’e Salmân-ı Fârisî tarafından bir üzüm tanesi verilir ve Salmanı Farisi kendisinden bunu paylaştırmasını ister. Muhammed Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bunu içen Kırklar "Ya Allah" deyip Semah dönmeye başlarlar.[kaynak belirtilmeli]
Geçmişte sadece Cemlerde dönülen semahlar, günümüzde özüne aykırı düşmedikçe izleyiciler önünde de icra edilmektedir.Günümüzde en özgün semah Hubyarlılarca icra edilmektedir.
Tarihsel Gelişimi
Anadolu'nun İslâmlaşmasını sağlayan Hacı Bektaş-ı Veli'yi, Yunus Emre'yi, Abdal Musa'yı, Ebul Vefa'yı, Hoca Ahmet Yesevi'yi Şah İsmail (Hatai) Hubyar Sultan'ı önemser. Şah İsmail Alevilik inancının yayılmasında büyük etkisi olmuştur.
Erenler
Alevilik tarihinde yer edinmiş bilgili kişiler.
Ahilik ve Alevilik
Kendi kural ve kurulları vardır. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. "Ahîlik Teşkilatı" ile, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulundu.
Babai İsyanı
Baba İshak ve Baba İlyas'ın çıkardığı bugünkü Alevi yerleşim yerlerini belirleyen isyandır. İsyan Alevilerin çoğunlukta olduğu bölgeler başta olmak üzere, Anadolu'da etkili olmuştur.
Kızılbaş ve Safeviler
Safevi ordusundaki alevi askerlerin başlarına giymiş olduğu kızıl renkli mihverin etrafına Oniki İmam inancını simgeleyen oniki kıvrımlı kumaş ile sarılmış bandı taktıkları için kızılbaş olarak adlandırılmışlardır. Aleviler Çaldıran Savaşı zamanında Safevileri desteklemiştir. Şah İsmail ise Anadolu'daki alevileri himayesine almak istiyordu. Bu yüzden aleviler kızılbaş askerlerini safevi ordusuna yollamıştır.
Osmanlı Dönemindeki Sorunlar
Tarihi İpek Yolunun kara bölümünü kontrol eden ve bu ticareti elinde bulunduran Türkmen'lerin gittikce güçlenerek Karadeniz ve Akdenizdeki limanlara inmeleri başta Osmanlı'lar olmak üzere Ceneviz ve Venediklileri telaşlandırmıştır. Safavi Şahı İsmail'in daha fazla batıya gelmemesini isteyen Osmanlılar Çaldıranda Şah İsmailin ordusunu bozguna ugratarak bölgede kesin hakimiyet sağlamıştır.Yükselme ,Varlık döneminde sessiz kalan Aleviler duraklama zamanında çiftçilerin vergi sorunu(ekonomik), Tımar sisteminin bozulması(askeri) ve iyice teokratikleşen yönetim nedeni ile Celali ayaklanmaları ile ayaklanmaya başladılar. Bu ayaklanmalar Kuyucu Murat Paşa, IV. Murat gibi padişah ve sadrazamlar tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Gerileme döneminde Pir Sultan Abdalın bir vali tarafından asılması ile sorunlar yeniden baş gösterdi ve Sivas bölgesi ayaklanmaya başladı. Sonra Amasya Tokat bölgelerinde de başlayıp süren baş kaldırmalara Dağılma döneminde Tanzimat sonrası Tuncelide katıldı. Dağılma döneminde Dersim ayaklanmaları ile süren celali ayaklanmaları Türkiye devletinin kurulmasıyla bitmiştir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Alevilik


Alevilerin Kendi Sitelerinde Yaptıkları Tanımlar

Alevilik Nedir?

Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan , Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmayan temelinde insan sevgisi bulunan her dine , mezhebe ser inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan, dil, din, ırk, renk , farkı gözetmeyen eline diline sahip olma ilkelerini şart koşan, gelmek isteyen, inançlı insanları çatısı altına alarak manevi susuzluklarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, laik,demokrat, eiştlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, zalime ve zulme karşı gelen, mazlumun yanında olan, şeriatın bağnaz kuralllarına bağlı olmayan, ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre ve sunni inancın dışında yorumlayan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri, merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvası sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı Kamil ve erdemli insan yaratmayı ön gören, korkuyu aşıp sevgi ile tanrıya yönelen, Enel-Hak ile insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinen Varlk Birliğine varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline oturtan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hemde irfaniliğin mayası bulunan; kişinin ahlaklı ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den gelen neslin imametini teberra ve tebelle ilkesi ile sahiplenen, dini biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve batını özelliği ile evrimleştiren akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemidir. Alevilik Aleviler için üst kavramı, Bektaşilik ve Kızılbaşlık ise alt kavramları oluşturur.

Alevilikte Allahtan başka Tanrı Yoktur.

EHL-İ BEYT
Hz. Muhammed’in kızı Fatıma anamızdan gelen soydur. Bu soya giren her kişi Alevi için kutsal önderdir.
Kızılbaşlık Nedir?
Kızılbaş, Allah’ı ve Resulü uğruna kendini adamış, onların yolunda canından ve malından vazgeçmiş, bu yolda ölmek var dönmek yoktur yeminini başına sardığı kırmızı sarık ile ilan eden kişilerdir.

Bektaşilik Nedir?

Türkiyede babagan ve dedegan kollarına bağlı Aleviler kendilerini Bektaşi olarak tanımlarlar.

ALEVİLİKTE AHLAK SİSTEMİNİN TEMELİ NEDİR?

Alevi sisteminin temeli ; eline , beline, diline hakim olmaktır. Eline demek, kendisine izinli olmazan şeylere dokunmamak; beline demek; kendi eşi dışında hiç kimseyle cinsel ilişkide bulunmamak; diline demek ; yalan söylememek demektir.

MUHARREM ORUCUNUN ANLAMI NEDİR?

Kurban Bayramı Hicri Takvim'e göre Zilhicce ayının 10. günü başlar. Kurban Bayramının 1'nci gününden başlayarak 20 gün sayılır. Toplam 15 gün oruç tutulur. Muharrem Ayının 13'ncü günü kurbanları tığlanır ve AŞURE dağıtılır. Kurban imam Ali Zeynel Abidin'in Kerbela Katliamından kurtuluşundan duyulan sevinci belirtir.

Muharrem Ayında eğlence yapılmaz, bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez, düğün-nişan-sünnet törenleri yapılmaz, karı koca ilişkileri kesilir, kurban kesilmez, et yenilmez. Kerbela şehitleri'nin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez, eğlence yerlerine gidilmez, saç ve sakal traşı olunmaz.
Günümüzde bunların bir bölümü uygulanamamaktadır. Örneğin, sakal traşı olmamak gibi...
Su saf olarak içilmemektedir. Vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden, çay-kahve-meşrubat-meyve suyu-ayran gibi sıvı içeceklerden karşılanır.
Alevi inancı şekilciliğe takılıp kalmayı değil, özü benimser. Aklın ve ilmin yolundan ayrılmaz. Önemli olan imam Hüseyin'in ve diğer Kerbela şehitleri'nin çektikleri acıyı ve zorlukları beyninde, kalbinde ve gönlünde duymaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşayıp, onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumdan yana olmaktır. Eline-diline-beline sadık olup insanca ve onurluca yaşamaktır. Onlara layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamaktır. Yaşayan ölü olmamaktır. Yarın onlar'ın huzuruna alnı açık yüzü pak çıkmaktır. Onlar'ın bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır.
Belirlenmiş bir iftar vakti'de yoktur. Akşam olup güneş batınca, karanlık gözle görünce oruç açılır. Gece sahura kalkma uygulaması Muharrem Orucu'nda yoktur.
Oruç tutulmadan önce (yatmadan önce) şöyle niyet edilir. Niyetten sonra Muharrem Orucu başlar.

DEMOKRATİK MÜCADELEDE ALEVİLERİN TEMEL İLKELERİ
• Özgürlük ilkesi: Öğretisinde insanı kutsal varlık olarak kabul eden Alevi örgütlenmesi; kişi özgürlüğünün, inanç ve düşünce özgürlüğünün en aktif savunucusudur.
• Eşitlik ilkesi: Alevi örgütlenmesi yaşamın her alanında, gelirlerin paylaşımından öğrenime kadar, bireyin eşitliğini savunur. Hiçbir kimseye , hiçbir kuruma, hiçbir ulusa ya da inanca bu eşitliği bozucu ayrıcalıklar tanınmaz.
• Demokrasi ilkesi: Barış: ve demokrasi birbirinin ayrılmaz parcasıdır. Demokrasi için, insan hakları için, barış için mücadele etmek ve Aleviler arasında bu düşüncelerin yayılmasına çalışmak en başta gelen görevimizdir.
• Barış ilkes: Yurtdaşlarımız arasında yayılmak istenen savaş, şiddet, nefret duyguları yerine sevgiyi ,dayanışmayı, dostluğu egemen kılmak için çalışmalıyız.
• Laiklik ilkesi: Alevi örgütlenmesi, devlet idaresinde laiklik ilkesini, varoluş mücadelesinin temel taşlarından biri olarak görür.
• Emeğin üstünlüğünü savunma ilkesi: Aleviler emeğin üstünlüğüne inanır , emek verilmiş bütün çalışmalara emekçilere saygı duyar.
• Bağımsız örgütlenme ilkesi: Hz. Ali’nin ‘haksızlık karşısında eğer susuyorsanız, yalnız hakkınızdan değil, aynı zamanda şerefinizden de olursunsuz’ ilkesi bizim ilkesidir. Alevi örgütlenmesi mazlumun yanında, zalimin karşısında her zaman taraftır.
( http://www.cemevi-gooi.nl/dosyalar/Alevilik_nedir.html)

Erdoğan Aydın’ın Yorumu

Şiilik de Sünnilik gibi Ali ile Muaviye arasındaki çatışmada Arap-İslam geleneği içinde biçimlenmiş olmakla birlikte, Sünni hegemonya ve baskı nedeniyle, ancak Acem gelenek içinde kurumlaşabilmiştir. Bazı biçimsel ayrımlar bir yana bırakılacak olursa, en az Sünnilik kadar ortodokstur ve dogmatizmle maluldür. Tıpkı onun gibi egemen sınıf ve devlet ideolojisidir. Buna karşılık Batınilik, Sünnilik kadar Şiilikten de uzak, İslamiyet’e oranla dünyevi ve kural dışıdır; göçebe ilişkiler üzerinden şekillendiğinden eşitlikçidir. Şiilikle paylaştığı tek öğe Ali ve 12 imam kültürüdür, ki bunlara yüklediği anlam da farklıdır.s.170,171

‘’16. yüzyıl sonrasında Şii ideoloji, bir yandan Akkoyunlu ve Safevi devletini kuran Türkmen dinamizmine, diğer yandan, Acem toprağının köklü kültür ve devlet geleneğine dayanarak, devletleşmesini sağlamıştır. Bir diğer ifadeyle de, Osmanlılar karşısında yenilen ve geleneksel Acem toraklarına geri çekilmek zorunda kalan, Anadolu’ya sıçrayamayan Akkoyunlu-Safevi Türkmen devletleşmesi, Çaldıran’da yenilip Türkmen halkın çoğunluğundan koparılınca, sıkıştığı Acem topraklarında giderek Acemleşmiş ve Şiileşmiştir.’’s.171

‘’Nasıl ki Sünni ideoloji Osmanlı’ya kurumlaşma ve istikrar avantajı sağlamışsa, Şii ideoloji de Safevi Devieti’ne aynı kurumlaşma ve istikrar dayanağı sağlamıştır.(…)Bu iki devletin kurucu etnisite ve ideolojik anlamda çok kesin olan ortak bir paydaları vardır; Türkmenlik ve Batıni-heterodoks ideoloji her ikisinin de kuruluşuna yataklık yapmıştır. Bir diğer ortak paydaları da, her iki Türkmen heterodoks devletin, önce Osmanlıların, çok daha sonra da Safevilerin, Ortodoks ideolojik dönüşüme uğrayarak kendi halklarına yabancılaşmalarıdır. Dolayısıyla daha sonra Alevilik adını alacak olan Anadolu halkının heterodoks inancını ‘Şiilik’ olarak yorumlamak, hem ciddi bir yanlışlık olacaktır hem de(…) Osmanlı devşirmeleri ve onların günümüze gelen ideologlarının, bu kırımları meşru göstermelerine hizmet etmekten başka bir anlam taşımayacaktır.’’s.172

‘’Şiilik hiçbir zaman ‘yoksul köylülerin ya da tımarını kaybetmiş sipahilerin dünya görüşü haline’ gelmemiştir. Bu kesimlerin küçük bir kesimi Sünni, büyük bir çoğunluğu ise başından beri Kızılbaş (Alevi) idi ve hiç Şii olmadılar. Anadolu Türkmenleri ve Kürtleri hiçbir zaman Şii olmadılar; Şii olanlar, Osmanlı’ya yenilip Anadolu’dan kopan Safevi Türkmenleridir, ki bu da daha sonraki zaman içinde gerçekleşmiştir. S.172

Heterodoks

‘’Öncelikle bilinmelidir ki, başta Osmanlılar olmak üzere gaza yapan Türkmenler arasında çok farklı bir inanç atmosferi söz konusudur. Egemen olan anlayış, Ortodoks İslam’dan temel ayrımla heterodoks, yani Ortodoks-Sünni dinsel esaslara aykırı, bu esaslara pek de itibar etmeyen ve eski geleneklerini sürdüren anlayıştır. Özetle 8. ve 11. yüzyıllarda karşılaştıkları Müslümanlaşma baskısına boyun eğmiş, ancak kendi eski inançlarını da bırakmayarak karma bir dinsel sentez sergileyen heteredoks bir toplulukla karşı karşıyayız.(…) Bundandır ki bu süreçte belirgin bir Hıristiyan düşmanlığı söz konusu değildir. Hatta Hıristiyan komşularıyla gazaya çıkıp ganimet paylaşımına bile rastlanmaktadır.(…)’’s.61

Türk boylarının kabul ettiği İslamiyet özellikle başlangıçta’’Oğuzların eski Şaman inançlarında fazla bir değişiklik getirmeyen, katılaşmamış, derme çatma bir din yapısındaydı. S.71

‘’Zaman içinde İslamiyet’i benimsemek durumunda kalan Türkler, İslamiyet’i kendi kültürlerine uydururlar. Alevilik ve Tasavvuf işte bu gizli direnişin ifadesi olarak yaygınlaşır. (Direniş gösteren ve sık sık isyan eden Alevilere ‘Kızılbaş’ Özellikle göçlerle Anadolu’ya akan Türkmenler açısından Aleviliğin, zahiri olarak İslam diye nitelenen, ancak içeriği Türklerin eski dinsel adetlerinin yanı sıra Anadolu halklarında görülüp benimsenen bir dizi ek öğeyle biçimlenmiş (Sünni karşıtı) heterodoks bir sentez ile karşı karşıyayız.(Katıksız dogmadan, bağnazlıktan çok çeşitli ibadet biçimleri ve dualardan meydana gelmişti.s.71, 72) Bu durum Selçuklu sarayı ve kısmen şehirleri dışında kalan ve başta Osmanlı olmak üzere diğer beylikleri kuracak olan asıl Türkmen kitlesinin davranış ve dini önderlerinde net olarak görülür. Aybek Baba, Buzağı Baba, Abdurahman Baba, Baba Halil, Sarı Saltuk, Barak Baba, ve Hacı Bektaş gibi Türk şeyhleri ile Yesevi şeyhleri, İslamiyet’i adeta bir Türk dinine çeviren’ heterodoks şahsiyetlerdir.’’s.70

‘’13. yüzyılda Anadolu ve Türkistan’da, bizzat Sünni İslam savunucularının ifadesiyle ‘’milyonları aşan ehlisünnet harici’’ Müslüman yaşamaktadır.’’s.71

‘’Göçebe demokrasisi içinde, daha sonraları Kızılbaş adı altında toplanacak olan Batıni inanç, bu dönem Anadolu’sunda en yaygın inanç durumundadır.

Osmanlı’nın mezhebi İmparatorluğun ve egemenlerin çıkarı doğrultusunda toplumu kaderine daha rahat razı edip kontrol edebildiği Sünnilikti. Türkmenlerin ezici çoğunluğu ise Sünni değil Kızılbaştı(Alevi).s.45

Üstelik bu durum salt kuruluş yıllarına özgü bir durum değildi; kuruluş sonrası egemenler bir iktidar etme ideolojisine olan gereksinimleriyle tıpkı Selçuklu Devleti gibi Sünnileşmişlerse de, Türkmen halkı, kendisine yukarıdan dayatılan şeriata karşı 17. yüzyılda hala kırılamayan oldukça etkin bir sivil itaatsizlik göstermekten geri durmayacaklardı.’’s.71


‘’Esasen Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, iktidarda temsil edilen dinsel anlayış da alabildiğine gevşek ve kurallardan uzaktır.’’ S.72

Türkmenlerin ve Osmanlı’nın başlangıcındaki egemenlerin Sünni katılıktan uzak heterodoks bir inanç kavrayışına sahip olmaları Anadolu’nun yerleşik Hıristiyan halkının İslamlaşmasını kolaylaştıran ciddi bir işlev görüyordu. S.76 İlk Osmanlılar Hıristiyan halka genellikle Bizans imparatoru ve feodallerinden daha adil davranıyorlar, gerektiğinde onları diğer beyliklerin saldırılarına karşı koruyorlardı. Hıristiyan halk da hem kendilerini koruma gücünü yitirmiş hem de dinsel bağnazlık ve ağır vergilerle boğan Bizans yerine Osmanlı’yı tercih ediyordu S.76

Osmanlı’nın kuruluş sonrası egemenler kendi yararlarına bir iktidar etme ideolojisine olan gereksinimleriyle tıpkı Selçuklu Devleti gibi, başlangıçtaki heterodoks inanç devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Sünni ideolojinin ise çok köklü bir devlet tecrübesi ve esasen bir iktidar ideolojisi olmasından Sünnileşmişler, daha sonra da aynı gerekçelerle Sünniliğin Hanefi ekolünü benimsemişlerdir. Türkmen halkı, 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla giderek azınlığa düşürülseler de kendisine yukarıdan dayatılan şeraite karşı 17. yüzyılda hala kırılmayan oldukça etkin bir sivil itaatsizlik göstermekten geri durmayacaktır. S.71

Özellikle Kanuni döneminde Şeyhülislamlığa getirilen Ebusuud sonrasında şeriatçı taassubun devlet içinde kurumlaşması artmış, Osmanlı’nın Müslüman ve Sünni olmayan halklara karşı yabancılaşması ve baskı süreci başlamıştır. Bir yandan Osmanlı gerilemeye ve bağımlılaşmaya başlamaktadır, diğer yandan da İslamcılaştırmaya. s.46

Selçuklu dönemi Babai ayaklanmasının artıklarının bir kısmı devletle uzlaşırken diğerleri dışlanmaya başlıyor, pay alanlar Osmanlı’ya eklemleniyor, alamayanlar ya da dayatmalara boyun eğmeyip karşı çıkanlar merkezden çevreye dışlanıyordu.s.362

Bektaşi tarikatı, ilk Osmanlı sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslamlaştırmakla görevliydi.s384

Bektaşi dergahı, Sünnileştirilmesi sürecinde halkın direncini kıran önemli bir faktör olmuştur.s.390

Hace Bektaş-ı Veli’nin halifesi Bektaşi önderi Abdal Musa’nın karşı çıkmasına rağmen ya da onun izniyle Bektaşi örgütüne halkı eğitip yola sokma görevi yüklenerek kökü Babai ayaklanmasında ve tepkilerin kaynağı olan halkın sisteme muhalefeti önleniyordu.s.360 14. yüzyılda Yeniçeri ve Bektaşi örgütü birbirine bağlanıyrodu.s.361,384 Osmanlıların dergaha yaptıkları bağışlar 2. Beyazit’ten sonra son buldu.s.362 2. Beyazıt Balım Sultan’ı Anadolu’daki Kızılbaşları, Şii-Safevi etkisinden kurtarmak için Hacı Bektaş dergahının başına görevlendirir.s.386 Bu nedenle dergahtan umudunu kesen Anadolu Kızılbaş halkı, bu dönemde, Şahkulu isyanı ile başlayarak peşpeşe ayaklanmaya başlayacaktır.s.386

Gerek bu ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevi kırımları sürecinde sessiz kalan, Bektaşi Dergahı, Balım Sultan’ın ölümünden sonra Kalender Çelebi döneminde tam tersi yönde değişmeye başlayacak, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır.s386,387 Kalender Çelebi ayaklanmasından sonra Dergah 26 yıl kapatılır.s.387 Ancak bu arada dergah fiili varlığını gayr-i resmi olarak sürdürdüğü için, Bektaşi-Alevi toplumunu kontrol aracı olarak dergaha olan gereksinim kendini dayatacak ve 1552’de tekrar açılacak ama Anadolu Alevi topluluğunca kabul görmeyecektir.s.387

Özetle kandaş göçebe aşiret yaşamından kozmopolit devletleşme, sınıflaşma, gaza gelirlerinin paylaşımı, ötekilerle ilişkilerin nasıl düzenleneceği, vergi toplama gibi karmaşık problemler aşamasına yükseldikleri andan itibaren Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular gibi Türk kökenli devletler gibi Osmanlılar da kandaş topluluk ideolojisi durumundaki Kızılbaşlığı aşarak devlet hukukunu geliştirmiş olan Sünni hukukun yazılı kaynaklarını esas almaya başlıyorlardı.s.370

Osmanlı, kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünni hukuka yönelmek ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünniliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek; adalet mekanizmasını medrese hocalarına verirken ordu kurumlaşmasını da çoğunluğu oluşturan ve Türkmen halkın etkisiyle din değiştiren bölge halkı üzerinde büyük etkisi olan heterodoks inancın en etkili kesimi olan Bektaşilikle ilişkilendirecekti. Bu iş de, kendisiyle özdeşleşen, ikna edilen veya satın alınan dervişler üzerinden gerçekleştirilecek, dolayısıyla Bektaşilikteki ilk bölünme de, bu dönemde yaşanacaktı.s.366 Nitekim, kendisi Sünnilikten uzak olduğu halde topluma cami ve devlete Sünni hukuk örgütlenmesini başlatan Orhan Bey döneminde s.368, Bektaşiliğin Bitanya’da yayılması ve örgütlenmesinde önemli bir işleve sahip olan ve Hace Bektaş’ın halifesi olan Abdal Musa Osmanlı’dan ayrılarak Antalya’ya gidecekti. Geride kalıp Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşiliği ise bir başka Bektaşilik olacaktı.s.367

Bir yanda Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve tüm ezme ilişkilerine karşı biçimlenmiş bir Türkmen Aleviliği, diğer yanda, bu ezme ilişkilerinin ilk oluşumuna doğrudan katılmış bir başka Türkmen Aleviliği olacaktı.s.383

Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’da Bektaşi dergahları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken ve Balkanlar’da yayılma alanı bulurken, Anadolu’da Kızılbaşlar(Aleviler) yoğun bir Sünnileştirme baskısına uğrayacaklar, inancında direnenler ise haklarında defter tutulup katledileceklerdi.s.368

‘’Özetle Osmanlı’yı heterodoks inançlı insanlar kurmuş, ancak bunların felsefesi devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Osmanlı Ortodoks bir dönüşüme uğramış ve uğratılmıştır. Aynı şekilde başta nüfusun ezici çoğunluğu bu Batınilerden oluştuğu halde daha sonra önce şehirlerde, sonra da tımar sisteminin devlete sağladığı ekonomik çıkarı dağıtma avantajının yanı sıra, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla kırlarda da giderek azınlığa düşürülecektir. Daha sonra Alevilik adı altında toplanacak olan bu inanç geleneğinin dışlanması ve kamu hayatında meşru kabul edilmemesi geleneği, Osmanlı mirası üzerinden ne yazık ki Cumhuriyet sonrasıda da devam edecektir.’’s.75,76

Osmanlı’ya egemen olan şeriatçı zihniyetin ve despotik devletin baskıları ve katliamları sonucunda Anadolu halkının önemli bir kesimi Sünnileştirilmeye boyun eğmek zorunda kalmıştır; eğmeyenlerin bir kesimi Osmanlı’nın savunucusu durumundaki Bektaşi tekkelerinin çevresinde toplanırken geriye kalan kesimi heterodoks ideolojisini halkçı bir evrimleştirme ile Alevilik adı altında bugünlere taşımıştır.’’s.172

‘’Alevilik, esasen Arap ordularının, başta Türkler olmak üzere zorla egemen oldukları diğer halklara dayattıkları İslamiyet’in revizyondan geçirilerek hümanist bir kalıba dökülmesidir. Aleviliği alevilik yapan, yani ideolojik şekillenmesini sağlayan şey, bizzat onun karşı çıktığı ezilme ilişkileridir’’s.382

(Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın)

Günümüz Alevileri ne istiyor?

**Alevi kimliğini resmen tanınmalıdır.
**Türkiye gerçekten laik bir ülke olmalıdır. Devlet din içinde değil, din dışında kalmalıdır.
**Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Çünkü laiklik ilkesi ihlali olan bu kurum gericiliği ve siyasal islamı besliyor.
**Zorunlu Din Dersleri Kaldırılmalıdır. Çünkü Alevi çocukları ve diğer farklı inanç sahibi çocuklara zorla Sünnilik eğitimi almak istemiyor. AİHM kararı bunu bir insan hakları ...ihlali olarak karara bağlamıştır
**Alevi köylerine cami yaptırma politikalarından vazgeçilmelidir. Bugüne kadar yapılan camiler derhal bir kararname ile cemevine çevrilmeli ve bu köylerdeki imamlar derhal geri çağrılmalıdır.
**Cemevlerimize derhal "ibadet yeri" statüsü verilmelidir. Bu yıllardır gasp edilmiş bir haktır. Derhal düzeltilmesi gerekir.
**Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi tamamen çıkartılmalıdır. Çünkü bu uygulama ayrımcılık üretmekte olup, Yasalarla bireylere dinsel kanaatlerini açıklama zorunluluğunun getirilmesi, din ve inanç özgürlüğünün özünü zedelemektedir.
**Radyo ve televizyonlardaki tek yanlı yayınlara son verilmelidir. Tek yanlı yayınlar, “ötekiler” yaratarak, egemen dinin sosyal baskı mekanizmalarını üreterek, farklı olanlarını kendisini tanıtmasını kamu hizmeti adına engellemektedir.
**Ders kitapları, sözlükler, ansiklopediler ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplardaki, Aleviliği aşağılayan; tanımlamalar düzeltilmelidir.
**Basın ve yayın organları, dinsel hoşgörüsüzlüğü kışkırtan haber ve yayınları engellemek için öz denetim mekanizmalarını işletmelidir.
**Hacı Bektaş Dergahı’nın Yönetim ve Bakımı Alevilerin kurumlarına ya da yerel yönetime bırakılmalıdır.
**Alevilere karşı yapılan ayırımcılık ve haksızlık derhal düzeltilmelidir. Kanunlarda ve yasalardaki tüm ayrımcılık içeren maddeleri ayıklanmalıdır.
**Alevi eşitlik haklarından yararlanmak istiyorlar. Bu nedenle yasalar ve uygulamasında fiili eşitlik yaratılmalıdır.
**Uluslararası belgelere, insan haklarına ve temel özgürlüklere dayalı, bir toplumsal mutabakat sözleşmesi olan eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulculuğu esas alan demokratik bir Anayasa istemektedirler.
**Alevi kimliğinin tanınmasını, kendi özgünlüklerini yaşamak ve kendilerini, kendileri tanımlamak istiyorlar.
**Devlet “Alevilik” hakkında tanım getirmek ve Aleviliği devletleştirme projesinden vazgeçmelidir.(İzmir Büyük Alevi Mitingi duyurusundan)

Nilüfer Tekin



2) Sünni Osmanlı Despotizmine Karşı Alevi Türkmen İsyanları, Şeyh Bedrettin Ve Pir Sultan Abdal
13 Mart 2011 Pazar, 15:13 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi

Şeyh Bedrettin


Sünni Osmanlı Despotizmine Karşı Alevi Türkmen İsyanları

‘’Esasen Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, iktidarda temsil edilen dinsel anlayış da alabildiğine gevşek ve kurallardan uzaktır.’’ S.72

Türkmenlerin ve Osmanlı’nın başlangıcındaki egemenlerin Sünni katılıktan uzak heterodoks bir inanç kavrayışına sahip olmaları Anadolu’nun yerleşik Hıristiyan halkının İslamlaşmasını kolaylaştıran ciddi bir işlev görüyordu. S.76 İlk Osmanlılar Hıristiyan halka genellikle Bizans imparatoru ve feodallerinden daha adil davranıyorlar, gerektiğinde onları diğer beyliklerin saldırılarına karşı koruyorlardı. Hıristiyan halk da hem kendilerini koruma gücünü yitirmiş hem de dinsel bağnazlık ve ağır vergilerle boğan Bizans yerine Osmanlı’yı tercih ediyordu S.76

Osmanlı’nın kuruluş sonrası egemenler kendi yararlarına bir iktidar etme ideolojisine olan gereksinimleriyle tıpkı Selçuklu Devleti gibi, başlangıçtaki heterodoks inanç devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Sünni ideolojinin ise çok köklü bir devlet tecrübesi ve esasen bir iktidar ideolojisi olmasından Sünnileşmişler, daha sonra da aynı gerekçelerle Sünniliğin Hanefi ekolünü benimsemişlerdir. Türkmen halkı, 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla giderek azınlığa düşürülseler de kendisine yukarıdan dayatılan şeraite karşı 17. yüzyılda hala kırılmayan oldukça etkin bir sivil itaatsizlik göstermekten geri durmayacaktır. S.71

Özellikle Kanuni döneminde Şeyhülislamlığa getirilen Ebusuud sonrasında şeriatçı taassubun devlet içinde kurumlaşması artmış, Osmanlı’nın Müslüman ve Sünni olmayan halklara karşı yabancılaşması ve baskı süreci başlamıştır. Bir yandan Osmanlı gerilemeye ve bağımlılaşmaya başlamaktadır, diğer yandan da İslamcılaştırmaya. s.46

Selçuklu dönemi Babai ayaklanmasının artıklarının bir kısmı devletle uzlaşırken diğerleri dışlanmaya başlıyor, pay alanlar Osmanlı’ya eklemleniyor, alamayanlar ya da dayatmalara boyun eğmeyip karşı çıkanlar merkezden çevreye dışlanıyordu.s.362

Bektaşi tarikatı, ilk Osmanlı sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslamlaştırmakla görevliydi.s384

Bektaşi dergahı, Sünnileştirilmesi sürecinde halkın direncini kıran önemli bir faktör olmuştur.s.390

Hace Bektaş-ı Veli’nin halifesi Bektaşi önderi Abdal Musa’nın karşı çıkmasına rağmen ya da onun izniyle Bektaşi örgütüne halkı eğitip yola sokma görevi yüklenerek kökü Babai ayaklanmasında ve tepkilerin kaynağı olan halkın sisteme muhalefeti önleniyordu.s.360 14. yüzyılda Yeniçeri ve Bektaşi örgütü birbirine bağlanıyrodu.s.361,384 Osmanlıların dergaha yaptıkları bağışlar 2. Beyazit’ten sonra son buldu.s.362 2. Beyazıt Balım Sultan’ı Anadolu’daki Kızılbaşları, Şii-Safevi etkisinden kurtarmak için Hacı Bektaş dergahının başına görevlendirir.s.386 Bu nedenle dergahtan umudunu kesen Anadolu Kızılbaş halkı, bu dönemde, Şahkulu isyanı ile başlayarak peşpeşe ayaklanmaya başlayacaktır.s.386

Gerek bu ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevi kırımları sürecinde sessiz kalan, Bektaşi Dergahı, Balım Sultan’ın ölümünden sonra Kalender Çelebi döneminde tam tersi yönde değişmeye başlayacak, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır.s386,387 Kalender Çelebi ayaklanmasından sonra Dergah 26 yıl kapatılır.s.387 Ancak bu arada dergah fiili varlığını gayr-i resmi olarak sürdürdüğü için, Bektaşi-Alevi toplumunu kontrol aracı olarak dergaha olan gereksinim kendini dayatacak ve 1552’de tekrar açılacak ama Anadolu Alevi topluluğunca kabul görmeyecektir.s.387

Özetle kandaş göçebe aşiret yaşamından kozmopolit devletleşme, sınıflaşma, gaza gelirlerinin paylaşımı, ötekilerle ilişkilerin nasıl düzenleneceği, vergi toplama gibi karmaşık problemler aşamasına yükseldikleri andan itibaren Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular gibi Türk kökenli devletler gibi Osmanlılar da kandaş topluluk ideolojisi durumundaki Kızılbaşlığı aşarak devlet hukukunu geliştirmiş olan Sünni hukukun yazılı kaynaklarını esas almaya başlıyorlardı.s.370

Osmanlı, kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünni hukuka yönelmek ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünniliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek; adalet mekanizmasını medrese hocalarına verirken ordu kurumlaşmasını da çoğunluğu oluşturan ve Türkmen halkın etkisiyle din değiştiren bölge halkı üzerinde büyük etkisi olan heterodoks inancın en etkili kesimi olan Bektaşilikle ilişkilendirecekti. Bu iş de, kendisiyle özdeşleşen, ikna edilen veya satın alınan dervişler üzerinden gerçekleştirilecek, dolayısıyla Bektaşilikteki ilk bölünme de, bu dönemde yaşanacaktı.s.366 Nitekim, kendisi Sünnilikten uzak olduğu halde topluma cami ve devlete Sünni hukuk örgütlenmesini başlatan Orhan Bey döneminde s.368, Bektaşiliğin Bitanya’da yayılması ve örgütlenmesinde önemli bir işleve sahip olan ve Hace Bektaş’ın halifesi olan Abdal Musa Osmanlı’dan ayrılarak Antalya’ya gidecekti. Geride kalıp Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşiliği ise bir başka Bektaşilik olacaktı.s.367

Bir yanda Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve tüm ezme ilişkilerine karşı biçimlenmiş bir Türkmen Aleviliği, diğer yanda, bu ezme ilişkilerinin ilk oluşumuna doğrudan katılmış bir başka Türkmen Aleviliği olacaktı.s.383

Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’da Bektaşi dergahları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken ve Balkanlar’da yayılma alanı bulurken, Anadolu’da Kızılbaşlar(Aleviler) yoğun bir Sünnileştirme baskısına uğrayacaklar, inancında direnenler ise haklarında defter tutulup katledileceklerdi.s.368

‘’Özetle Osmanlı’yı heterodoks inançlı insanlar kurmuş, ancak bunların felsefesi devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Osmanlı Ortodoks bir dönüşüme uğramış ve uğratılmıştır. Aynı şekilde başta nüfusun ezici çoğunluğu bu Batınilerden oluştuğu halde daha sonra önce şehirlerde, sonra da tımar sisteminin devlete sağladığı ekonomik çıkarı dağıtma avantajının yanı sıra, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla kırlarda da giderek azınlığa düşürülecektir. Daha sonra Alevilik adı altında toplanacak olan bu inanç geleneğinin dışlanması ve kamu hayatında meşru kabul edilmemesi geleneği, Osmanlı mirası üzerinden ne yazık ki Cumhuriyet sonrasıda da devam edecektir.’’s.75,76

Osmanlı’ya egemen olan şeriatçı zihniyetin ve despotik devletin baskıları ve katliamları sonucunda Anadolu halkının önemli bir kesimi Sünnileştirilmeye boyun eğmek zorunda kalmıştır; eğmeyenlerin bir kesimi Osmanlı’nın savunucusu durumundaki Bektaşi tekkelerinin çevresinde toplanırken geriye kalan kesimi heterodoks ideolojisini halkçı bir evrimleştirme ile Alevilik adı altında bugünlere taşımıştır.’’s.172

‘’Alevilik, esasen Arap ordularının, başta Türkler olmak üzere zorla egemen oldukları diğer halklara dayattıkları İslamiyet’in revizyondan geçirilerek hümanist bir kalıba dökülmesidir. Aleviliği alevilik yapan, yani ideolojik şekillenmesini sağlayan şey, bizzat onun karşı çıktığı ezilme ilişkileridir’’s.382


Şey Bedrettin İsyanı

Bayezit karşısında Anadolu’nun renkli siyasal haritası tarihten silinmek üzeredir. Bizans kralı Manuel’den Türkmen beyliklerine kadar herkes, Osmanlı’nın İmparatorlaşmasına karşı bir durdurucu aramaktadır artık. İşte bu kurtarıcı, 1399’da Anadolu’ya doğru, geçtiği yerleri silip süpürerek yol almakta olan Timur olacaktır. Boyun eğmiş eğmemiş tüm diğer güçler, çaresiz bir şekilde kendilerine kan kusturan büyük despota karşı uzaklardaki daha büyük despottan çare umarlar ve hep birlikte Timur’u Bayezit’le savaşmaya ikna ederler. İki ordu 1402’de Ankara Çubuk Ovası’nda karşı karşıya gelirler. Bayezit’in ordusundaki Türkmenler Timur’un ordusuna geçerek oradaki Türkmenlerle birleşirler. Bayezit’in ordusundaki Sırplar ve yeniçeri savaşmaya devam ederler. Bayezit yenilerek esir düşer ve işkenceyle ya da zehir içerek ölür. Timur, Bayezit’in cenazesini Bursa’ya götürmesi için oğlu Musa’yı da serbest bırakır. Timur sayesinde Türkmen beyliklerinin yeniden kurulmasından sonra Timur Frankların elinde olan İzmir’i de fethettikten sonra geri çekilir..s 155

Bundan sonra Bayezit’in oğullarının(Süleyman, İsa, Musa ve Mehmet) aralarında taht mücadelesi ettikleri 1413’e kadar sürecek olan Fetret Devri başlar.s.155

Daha önce Süleyman’ın elinde olan Balkanlar’ı ele geçiren Musa, Osmanlı tarihinde çok önemli bir tercih başlatmıştı. Musa, vezirden sonra gelen askeri kadı, kadıasker (kazasker) makamına, sonraki dönemde komünizan bir karaktere bürünecek halkçı bir kimliğe sahip olan ve ekseni Balkanlar’a kaymış bir Osmanlı’nın dinsel tercihlerinde Hıristiyan-İslam entegrasyonu veya eşitliğine yatkın, Hallac-ı Mansur geleneğine bağlı, panteist bir Hurifiyi, Şeyh Bedrettin’i atamıştı. Şey Bedrettin, görüşlerinde dinler arası ortak yanları içeren ve ortaklaşacılık temelinde halkın çıkarlarının savunuculuğunu yapan bir sufiydi. Rumeli’ne geçmiş olan siyasal ve toplumsal ağırlığın gereğine uygun olarak Bedrettin, diğer fikirlerinin yanı sıra, Osmanlı devlet sisteminin, Hıristiyanlığı tabi konumda tutan niteliğinin düzeltilmesini dayatıyordu. Onun fikirlerinde dinlerin eşitliği ve devlet sisteminde de ‘Hıristiyanlarla ilişkilerin düzenlenmesi ön plana geçti. Bayezit’in haraç ideolojisi de, Musa’nın gazilik fikri de (…) tamamıyla olumsuz şeylerdi. Bedrettin, geniş çaplı bir hoşgörü düşüncesiyle, Türkler ve yerli halk arasında bir kaynaşma sağlamak istiyordu. Dinlerin eşitlik ilkesini bu amaçla yayıyordu. Ancak burada sadece dinsel alandaki ayrımcılığın değil, siyasal alandaki ayrımcılığın da terk edilmesi söz konusuydu. Yenenler ve yenilenler yeni bir devlet sistemi içinde kaynaşmış bir toplum oluşturmalıydılar; (…Şeyh’in öngördüğü) böyle bir toplumda dinsel ve etnik sınırlar kalmayacaktı.’(Büyük Bir Devletin Doğuşu)s.156,157,159

"...Ve sular,parmaklarından dökülüp,tekrar göle dönerken,dedi kendi kendine, O ateş ki kalbimin içindedir,tutuşmuştur,günden güne artıyor.Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna,eriyecek yüreğim ve huruç edeceğim,Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz ... ve kuvvetli bilimi,sırrı tevhidi gerçeklendirip...İktidar olup biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz.." Şeyh Beddrettin-1416, Aydın
http://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/seyh_bedrettin_destani.htm


Bu fikirlerin Bedrettin’in fikirleri olduğu konusu tartışmalı olsa da bu fikirler Bedrettin’in halifesi Börklüce Mustafa tarafından net olarak ifade edilmiştir.s.160

‘’Musa’nın Balkanlar’da Süleyman’ı yenerek geliştirdiği egemenlik, hızla bir halk hareketine dönüşerek bölgenin tüm egemenlerinin ve bu arada Osmanlı’nın Rumeli beylerinin çıkarlarını tehdit etmeye başlayınca bu güçlerin hepsi, Osmanlı yüksek bürokrasisiyle birlikte çelebi Mehmet’i desteklemeye başlayacaklardı.’’s.156 Sırp ve Rum egemenlerinin desteğini alan Osmanlı merkezi bürokrasisi, bu güçlerle Musa’yı yendikten sonra onu boğdurarak hem tahtı ele geçirdi hem de Osmanlı’nın yüksek bürokrasisi dahil bölgenin tüm egemen güçlerini Musa ve Bedrettin’in neden olduğu bu halkçı kabustan kurtardı.s.156 Fetret Dönemi sona ermiş, Osmanlı tekrar ayağa kalkmıştı.s.156

‘’Mehmet döneminin en önemli gelişmesi, hiç kuşkusuz Musa’nın kadıaskeri Şeyh Bedrettin’in öncülüğünde, Anadolu’dan Balkanlar’a yayılan yoksul halkın ve diğer merkezkaç güçlerin ayaklanması ve bunun bastırılmasıydı. Bu, herhangi bir şehzade desteğinden, dolayısıyla taht beklentisinden bağımsız ayaklanma, Osmanlı topraklarındaki halkın ne denli katlanılmaz bir çaresizliğe sürüklendiğinin göstergesi olurken, aynı zamanda Fetret Dönemi’ni atlatan Osmanlı egemenlerinin ne denli büyük bir etkinlik ve gözükaralılığa ulaştığının göstergesi olarak da tarihte çok büyük bir önem taşır.’’s.157

‘’Bu yaygın ayaklanma, Ankara Savaşı’ndan (Timur-Bayezit Savaşı) beri düzeni iyice bozulmuş, sonraki taht kavgalarında zoraki birbirine kırdırılan ve büyük bir yoksulluk ve çaresizlik içinde sürüklenmiş olan, Müslümanı Hıristiyanı, Alevisi Sünnisi ve değişik etnisitelerden halkın, Şeyh Bedrettin’in şahsında bulduğu kurtarıcı etrafında Osmanlı despotizmine son verme umudunun ifadesiydi.’’s.157

‘’Çelebi Mehmet’in iktidar tümüyle ele geçirmesinin ardından, Bedrettin’in halifeleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in ayaklanmaları patlak verecektir. Börklüce Mustafa’nın 1415’te Aydıneli’nde (Aydın) başlattığı ayaklanma sırasında Bedrettin, ikamete mecbur edildiği İznik’ten kaçarak önce İsfendiyaroğulları topraklarına oradan da Balkanlar’a geçerek, Osmanlı iktidarı ve resmi görüşünün temel tehdit unsuru haline gelecekti. Bu sırada Bayezit Paşa ve Şehzade Murat komutasındaki güçler, bu ilk isyanı uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra bastıracak ve Börklüce’yi de Roma geleneği üzerinden çarmıha gererek öldüreceklerdi. Bunu takiben Şeyh’in diğer halifelerinden Torlak Kemal’in, onu takiben de Kazova’da Aygıloğlu’nun isyanı başlayacak, ancak bu isyanlar da, yürütülen tenkil politikaları sonucunda ezilecek, sağ kalanların ve tabii önderlerin başı kesilecekti.’’s.157,158

‘’Bunun üzerine Eflak’ta Sarı Saltuk tekkesini kendine merkez yapan Bedrettin, toprakları ellerinden alınmış sipahilerin, bir kısım Hıristiyanların ve kalenderi dervişlerinin de desteğini alarak 1416’da ayaklanacaktı. İdris-i Bitlisi; ‘Şeyh Bedrettin’in, din ve mezhep bağlarını ortadan kaldırmak, haramları helal saymak, şarabı ve müzik aletleri dinlemeyi mübah addetmek gibi, halktan bir kısım insanların tamah ve hırslarını, dünyevi zevklerini tahrik edecek vaatlerde bulunarak memleketi isyana katılanlar arasında paylaştıracağı propagandasını yaptığını ileri sürer’’’s.158

‘’İdris-i Bitlisi’nin bu ifadeleri, vakanüvis geleneği içindeki tarih yazımlarının ahlaksızlığını göstermek açısından belgesel nitelik taşıyor. Asgari bir gerçeklikle görüleceği gibi, hayatları tamah, hırs, istismar ve dünyevi zevklerle geçen ve memleketi kendine mülk edenler, halkın bu duruma karşı ‘yeter artık!’ diyen çığlığını ‘tahrik’ olarak kayda geçiriyorlar.’’s.158

‘’Çelebi Mehmet, ayaklanan halkla birlikte Rumeli’ne yönelen Bedrettin’in üzerine doğrudan kendisi gidecektir. Savaş meydanında sipahilerin kendisini terk etmesi üzerine Bedrettin, Edirne’de ağır bir şekilde yenilecektir. Bunun üzerine Deliorman’a sığınmayı başaran Bedrettin, güçlerini tekrar toplamaya çalışacak; ancak Akıncılar, Yörükler ve Hıristiyan reayadan oluşan güçleri, etkili bir karşı saldırı gerçekleştirmesine yetmeyecektir. Bedrettin, Mehmet’in yoğunlaşan takibatıyla yakalanacaktır.’’s.158,159

‘’Ancak isminin büyüklüğü karşısında Mehmet onu hemen öldürmeyi göze alamayıp, dönemin din egemenleri devreye sokacaktır. Bir mollalar mahkemesi, baştan belirlenmiş cezaya şer-i kılıf üretmek üzere yargılamayı başlatır. Ancak Bedrettin’in duruşuyla kararı şeriat açısından gerekçelendirmeyi başaramayan heyet, onun siyaseten, devlete isyan gerekçesiyle asılmasına karar verir. Bedrettin 18 Aralık 1416’da, ibret-i alem olsun diye Serez Çarşısı’nda halkın gözü önünde asılır.’’s.159

‘’Gerçek feodalizm ve üretici güçlerin gelişeceği ortam, imparatorluk karşısında küçümsenen küçük beylikler düzeninden çıkacaktır. Nitekim bu gerçek, sonraki süreçte Osmanlın ile Avrupa arasındaki gelişme farkında da somutlanacaktır.’’s.162

Başka bir ifadeyle, Bedrettin başarıya ulaşıp suçlanıldığı gibi memleketi isyana katılanlar arasında paylaştırmış olsaydı, büyük olasılıkla bu yeni düzenden Avrupa kapitalizminin ve gelişmesinin önünü açan Avrupa usulü feodalizm ortaya çıkacaktı.

‘’Bu yenilginin ardından Osmanlı devletindeki şeriatçı kurumlaşmanın yeni bir zaferle ve artan bir kararlılıkla yoluna devam ettiğini söyleyebiliriz.’’s.163

‘’(…)Osmanlı tarihi, Osmanlı’nın, düşmanlarına karşı kullandığı yöntemlerin aynısını kendi halkına karşı kullanarak onları köleleştirmesinin tarihi olarak şekillenecektir.’’s.166

‘’15. yüzyıl başında gerçekleşen Bedrettini direnişin ezilmesi, Osmanlı İmparatorlaşmasının önünü açan bir milat olacaktı. Bunun üzerinden kurumlaşmaya başlayacak olan yapı modern öncesi dönemin son imparatorluğuydu. Bütün imparatorluklar gibi bir fetih, talan, eşitsizlik, despotizm iradesini temsil etmekteydi. Bedrettin ise, tam tersine, bütün benzerleri gibi barışın, paylaşımın, birlikte üretip yönetme hayalinin tarihsel sesiydi.(…)’’s.165

‘’tarihin bütün dönemleri ve örneklerinde görüldüğü gibi imparatorlaşmak ve imparatorluk siyaseti, adaletsiz bir hiyerarşinin içte ve dışta kendini dayatmasıdır; boyun eğdiriyorsa sömürmesi, eğdiremiyorsa katletmesidir. Bu basit ve evrensel gerçekliği anlayabilmek için, tarihe ve bugünümüze ideolojik ön koşullamalardan kurtularak bakabilmek yeter.’’s.165

‘’Tabii imparatorluklar da sonsuz değildir ve onların ulaşabildiği zirveler, aynı zamanda çöküşün de başlamasının işaretidir. Bu dönemler, eğer çürütülmemişse halkların da tepki vermeye başladığı dönemlerdir. Bedrettin’den 100 yıl sonrasının Osmanlısı işte böylesi bir zirveyi yaşamaktadır. Osmanlı’nın Yavuz ve Kanuni namlı despotlarının dönemi, kanla, öldürme fetvalarıyla örülmüş devasa bir imparatorluğa işaret ederken, aynı zamanda zincirlerinden başka kaybedecek şeyi kalmayan halkın ‘artık yeter!’ demeye başladığı dönemdir.’’s.165,166

‘’Osmanlı’nın tarihi üç büyük direniş dalgasıyla karşılaşacaktır. Bunların birincisi Fatih dönemi de dahil kuruluştan imparatorlaşmaya geçen 14. ve 15. yüzyıllara damgasını vuran ve ilhak edilen Türk-Müslüman beyliklerin direnişleridir. İkinci dalga 16. ve 17. yüzyıl imparatorluk dönemine damgasını vuracak olan ve önce Kızılbaş sonra da Celali ağırlıklı halk ayaklanmalarıdır. Üçüncü dalga ise 19. yüzyıldaki Hıristiyan ve diğer bağlı halkların bağımsızlık mücadeleleridir.’’s.166

‘’Beyliklerin Osmanlı’ya karşı direnişlerinin son olarak Fatih döneminde iyice ezilmesi ve yine aynı dönemde ekonomik dengelerin bozulmasına bağlı yükselen pahalılık ve keyfiyetler halkı ayaklanma noktasına getirmiştir. İşte bu koşullarda Fatih’i izleyen dönemde başlayacak olan Türkmen halk hareketi de sınıfsal bir karaktere bürünecektir. Bu isyanlar resmi tarihlerce genellikle es geçilecek, gerçek nedenleri ve bunun yanı sıra alan ve nüfus yaygınlıkları ve sıklıkları gözlerden gizlenmeye çalışılacaktır. En bağnazları bu isyanları ‘sapkınlık’, ‘rafizilik’ diye açıklarken, daha usturuplu olanları ise bir Acem devleti olarak tanıtacakları ‘Safevi Devlet’nin Osmanlı’yı içten çökertme girişimlerinin sonucu,’ diye çarptıracak; böylece hem bizzat düzenin kendisinden kaynaklandıklarını gizlemeye hem de bastırılmalarını meşru kılmaya çalışacaklardır.’’s.167

Çünkü ‘’ Hep bir ağızdan yaratmaya çalıştıkları ‘600 yıllık istikrar, adalet ve huzur’ tablosunu alaşağı eden nirengi noktalarıdır bu isyanlar. Çünkü bunların yaygınlığı ve nedenleri ortaya konulduğunda, Osmanlı tablosu daha çok bir adaletsizlik ve kıyım tarihi haline gelmektedir. Kuşkusuz ki Osmanlı adaletsizlik ve kıyım tarihinden ibaret değildir; ancak bunların, Osmanlı tablosunun en temel renklerinden olduğu da açıktır. İşte bu nedenle isyanları ve nedenlerini araştırmak, onları derli toplu bir Osmanlı tablosunun olmazsa olmaz bütünlüğü içine yerleştirmek, Osmanlı gerçeğini kavramakta temel sorun alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.’’s.167,168

‘’Kendi Türkmen ve heterodoks geleneğine yabancılaşarak beylikleri ezdikten sonra, Osmanlı egemenliğine karşı gelişen halk tepkisi, artık beylerin öncülüğünde değil, doğrudan kendi içlerinden çıkaracakları önderlerin etrafında toplanarak direnmek olacaktır. Bu geleneğin de ezilmesinin ardından iyice derinleşen çaresizlik, Celali ayaklanmalarında olduğu gibi kitlesel bir eşkıyalık biçiminde patlak verecektir.’’s.166


Baskı ve ayaklanmaların gerçek nedeni ekonomik ve siyasal.s.172

Sadece Fatih döneminde 16 krat olan Osmanlı akçesinin 1480’lerde 5.25 krata düştüğü, çift resminin 22 akçeden 32 akçeye çıkarılması gerçeği bile yaşanan enflasyon ve fakirleşmeyi göstermek açısından çarpıcıdır.

‘’Bürokrasinin artan harcamalarını karşılamak üzere vergi artırımı politikasının başlangıç dönemi de bu dönem olacak, bunu karşılamak üzere hem vergi artırımı hem de yeni vergi koyma politikasıyla halk, artan bir sömürü ve istikrarsızlığa sürüklenecektir.(…)Tüm bunların üzerine 1494-1503 yıllarında yaşanan büyük bir kıtlık ve veba, sarayı değil ama Anadolu’yu altüst edecektir. Ve bu atmosferden, farklı olması nedeniyle bir kat daha ezilen Alevilerin isyanı patlayacaktır.’’s.173


‘’Bu dönem Anadolu’sunda halk çoğunluğunun doğal inancı Alevilik, kültürel yapısı da Türkmendir.(…) Bu süreçte Anadolu’nun eski yerleşik halkının önemli bir kesimi de, kendi doğallığında bu Batıni-Türkmen kimliği benimseyecek, ortak kaderle aynı baskı ve direniş sarmalına katılacak, bu sürecin doğallığında Türkçe, Anadolu’nun hakim iletişim dili halne gelecektir. Doğallıkla diyorum, çünkü Osmanlı’nın, ulusal devlet örneklerindeki gibi topluma tek dil dayatma yönelimi olmayacağı gibi, tersine Türkmenleri temel düşmanı bellemiştir. Osmanlı’nın derdi Türkleştirmek değil, Ortodoks-Hıristiyan Kilise ve diğer kurumlar üzerinden vergi denetimi altında tuttuğu gayrı-Müslimler hariç, halkın bütününü Sünni-İslamlaştırmaktı. Geçmişte Bizans ve Ortodoks yapıya uzak kalmış halktan Rumların da bu yeni süreçteki tepkisi Türkmenlerle örtüşmüş, bu ise hem kaynaşmayı hem de Türkmenleşmeyi geliştirmiştir. Sürecin belirleyici etkeni ortak sınıfsal karakterdir. Esasen bu durum Bizans dönemindeki halk ile egemenler arasındaki saflaşmanın, Osmanlı egemenliğindeki yeni koşullarda devamıdır Dünkü Bizans sarayının yerini Osmanlı sarayı alırken, halk açısından da dünün Rumi ağırlıklı kültürel atmosferi Türkmen ağırlıklı bir yapıyla yer değiştirmiştir. 0smanlı Sarayı da onları kendine tebaalaştırmak için (tıpkı dün Bizans Sarayı’nın Ortodoks-Hıristiyanlığı yaygınlaştırmadaki amacında olduğu gibi) Ortodoks-İslamlığı topluma dayatmaktadır. Bu dayatmanın nedeni ise, hep yinelediğim gibi, sömürü ve denetimi güvence altına almak, halkı kullaştırmak ve tebaalaştırmak, yönetimin her türden savaş, vergi, göç ettirme gibi keyfiliklerine kayıtsız şartsız boyun eğmesini sağlamak, onların ruhlarını teslim almaktır. Ancak 16. yüzyıl başında henüz hem Anadolu’nun fethi tamamlanmamıştır hem de halkın ruhunun teslim alınması. Bu nedenle bu dönemde Osmanlı Sarayı, hem Anadolu ve diğer İslam coğrafyasının fethine hem de halkın mutlak tebaalaştırılmasına yönelecektir; ki bu misyonun padişahı, Yavuz lakaplı 1. Selim olacaktır.’’s.173,174,175

‘’Diğer yandan bu dönem içinde Osmanlı’nın doğusunda (İran) ortaya çıkan Safevi devletinin hızla büyümesi ve Anadolu Türkmenleri nezdinde olağanüstü bir etkinlik sağlaması da, osmanlı’nın doğu seferini zorunlu kılıyordu. Gerçekten de bu dönem Anadolu’sunun bütününde halk, Osmanlı’nın ağır vergileri (vergi çeşitleri s.177)ve Sünnileştirme politikalarına karşı direnişe yönelmekte ve kurtuluşu Safevi devletinin genç önderi Şah İsmail’de görmektedir.’’s.175

‘’(…)Osmanlı artık halkın anlamadığı bir melez dil olan Osmanlıca konuşur ve devşirme bir bürokrasiyle yönetilirken, Safeviler duru bir Türkçe konuşmakta, Türkmen geleneklerini sürdürmektedirler. Anadolu Türkmen halkıyla Şah İsmail ve onun Türkmen devleti arasında doğrudan bir dil ve kültür birliği vardır.’’s.177

‘’Bu niteliğiyle halk, kendini ezen Sünni-devşirme Osmanlı’ya muhalif olup henüz, Şiileşmekten Acemleşmekten çok uzak olan Safevi Türkmen devletleşmesine yakındır. Safevi devleti ise, dinsel ve siyasal-örgütsel yapı olarak Osmanlı’nın ilk dönem yapısıyla büyük benzerlik gösterirken devlet olarak henüz kurumlaşmasını tamamlamamıştır. Bunla birlikte alabildiğine dinamik, dolayısıyla Osmanlı’ya başlıca rakip ve Müslüman Doğu’ya bütünüyle egemen olmanın yanı sıra (Yeni yolların keşfedilmesiyle, Osmanlı’nın geç aklıyla henüz farkında olmadığı ve artık önemini yitirmeye başlayan) İpek Yolu’nu bütünüyle denetim altına almanın da önündeki fiili engeldir.’’s.175

‘’(…)Kaldı ki Yavuz, Safevi üzerine yürüken henüz kılıç zoruyla da olsa henüz halife olabilmiş değildi.’’s.176

1511’de başlayan Şahkulu ayaklanması, Bedrettin’den sonra ilk örgütlü halk hareketi olacaktır.s.185
Şahkulu ayaklanmasını, Osmanlı devleti adına araştıran görevlinin Divan’a verdiği raporda belirtildiği gibi, halk giderek ağırlaşan bir şekilde haksızlıklara uğramaktadır. Bunu bastırmakla görevli sipahiler ise ayaklanmayı neredeyse desteklemektedirler. Çünkü tımarları ve gelir kaynakları kesilmekte, ellerinden alınmakta, satılmaktadır. Alınıp satılan tımarlar altında asıl haraca bağlanan ise köylüdür. S.183Ayaklanmada Kızılbaş(Alevi) tonu belirgindir, ancak asıl faktör halkın ayaklanma dışındaki umutlarını yitirmesindeki çaresizliğinin yanı sıra tımarları ellerinden alınıp ‘Saray hademelerine verilen Türkmen sipahilerin tepkisidir.s.185 Ayaklanmanın temel nedeninin inanç ayrılığı olmadığı bizzat sipahilerin katılımından ve devlet raporunun teslim ettiği yolsuzluklardan bellidir.s.183

‘’Antalya yöresi Türkmenleri üzerinden başlayıp kısa zamanda yayılan Şahkulu ayaklanması padişah’ın ordu göndermesi üzerine bastırılarak Şahkulu öldürülür. İşte kadın erkek birlikte girdikleri bu savaşta önderlerini kaybetmeleri üzerine geriye kalanlar Safevi’ye doğru çekilirler. Bu arada 1512’de Sivas merkezli yeni bir ayaklanma, Nur halife ayaklanması başlar ancak gönderilen orduyla bu ayaklanma da bastırılarak Nur Ali Halife de öldürülür.s.186

‘’Bu arada Yavuz Selim, bir darbeyle babası 2. Bayezit’i tahttan indirp yerine geçer ve Kızılbaşları ‘kafir ve mülhid’ ilan edip kitlesel olarak katledilmelerini ‘vacip’ gören fetvayı aldıktan sonra saldırıya geçer. İlk hedef Kızılbaşlardır, ardından da Safevi’ye karşı topyekün saldırıya geçecektir.’’s.186

‘’Ancak Anadolu’da yürütülen tenkil ve ardından Şah İsmail’in yenilmesi(1516) genel hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmadığından ayaklanmalar devam eder. Şah İsmail devre dışı bırakıldığı halde halkın ayaklanmaya devam etmesinin önü alınamamıştır; çünkü sebep dışta değil içtedir, bizzat Osmanlı düzeninin kendisidir. Nitekim Yavuz Mısır seferine çıkarken Yozgat Türkmenlerinden Şeyh Celal ayaklanır. 1519’da ayaklanma dağıtılarak Şeyh Celal yakalanıp parçalanır.’’s.187

‘’Baba Zünnun ayaklanması ise, köylülere yapılan zulümle patlamıştır.’’s.185

‘’Bu arada Kanuni Süleyman gelir. Halkın iliğinden akçe çıkarmaya yönelik yeni uygulamalarla durum daha da ağırlaşır. Yozgat köylülerinden Söğlün Koca, kendisine biçilen verginin yarıya indirilmesini istediğinde, zorla sakalı kesilip aşağılanınca çevre halkı Baba Zünnun önderliğinde ayaklanır.Yıl 1525.’’s.187 Ayaklanma, gönderilen orduyla ezilir, ayaklanmacılar kılıçtan geçirilir, Baba Zünnun öldürülür.s.188

1526’da o güne kadarki ayaklanmaların en büyüğü ve ‘en tehlikelisi’ olan kalender Çelebi ayaklanması başlar. Bu ayaklanma kısa zamanda yayılır ve hemen hemen Türkmenlerin tümünü yanına alır. Ayrıca daha önceki Şeyh Celal ayaklanmasını bastıran ve Yavuz Selim tarafından Dulkadir Türkmen Beyi yapılmış olan Şehsuvar Ali Bey’in Kanuni tarafından öldürtülmüş olması bir yana tımarlarına el konulmuş sipahiler de ayaklanmanın çapını artırıyordu.s.188

Ayaklanmayı bastıracak olan orduya katılan beyleri ve güçleri de yenince Osmanlı ordusunun bütün ağırlığı Kalender Çelebi’nin eline geçer.s.189 Bunun üzerine İbrahim Paşa, çözümü ayaklanma güçlerini bölmekte bulur: Dukadirli neylerine, dirliklerini kendilerine iade ve yolsuzlukları engeleyeceğine dair gizlice söz yollayarak onları Kalender’den ayırmayı başarır. Güçleri iyice azalan Kalender’i Başsaz denilen yerde sıkıştırarak ezer, Kalender ve Ona sadık Dulkadir beylerinden Veli Dündar’ın başlarını kesip atların arkasına bağlayarak Kanuni’ye sunar. Yıl 1527.’’s.189

Son Büyük Alevi ayaklanması 1578’deki Şah İsmail ayaklanmasıdır. ‘Düzmece’ diye tabir edilen bu Anadolulu şah İsmail 1576 iran seferiyle de örtüşür. Ancak ayaklanmalar artan vergilerin dayanılmaz boyutlara ulaşmasının sonucudur.s.192 Bu dönem Osmanlısında, Alevi Sünni, reaya, suhte, ehl-i örf ehl-i şer ayrımı olmadan her kesimi ve her bölgesiyle büyük Celali ayaklanmalarına doğru hızla savrulduğu, çok ağır bir bunalım, sömürü ve zulüm yaşanmaktadır.s.193


Pir Sultan Abdal

Bu ayaklanmalar sürecinde, sadece eylemiyle değil, sözü ve sazıyla da çok önemli bir rol yüklenmiş olan halk direnişinin en önemli simgelerinden biri de Pir Sultan Abdal’dır.

Onda yaygın kullanım bulan ‘şah’ miti etrafında, o dönem Türkmenlerinin tercihlerini buluruz. O, devşirme Osmanlı’ya karşı Türkmen Safevi’den, şeriatçı baskıya karşı kendi Kızılbaş inancından ve tabii dayanılmaz baskı ve eşitsizliğe karşı adil bir düzen için mücadele misyonunun bayraktarıdır. Böyle bir tepki ve özlem, Pir Sultan’ın söyleminin temel özelliği olup, günümüz resmi tarihçiliğinin egemen otorite ve eşitsizlikçi düzenden yana çarpıtmalarına karşı bu gerçeklerin özellikle anımsatılması gerekiyor.


Pir Sultan Abdal geleneği, bize, değiştirilmesi istenen düzenin yerini alacak, özlenen, uğrunda savaş verilen toplum düzeninden çizgiler verir. Bunların en belirlisi, elinde hak ve adalet kılıcı taşıyan, yaşadığı yere bolluklar ve şenlikler getirecek olan bir güçlü varlık düşüdür. Bu yüce varlık, ara sıra kimsenin hakkını kimsede koymayan Tanrı’dır; pek seyrek olarak Muhammed’dir. Asıl ve çokluk, Ali ve onun soyundan gelen imamlardır. Hüseyin’dir, Şah’tır, Güzel imamdır, Ali neslidir ve nihayet Mehdi’dir.

Pir Sultan’ın deyişlerinde yansıyan ‘Şah’, sırasıyla Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail, daha sonra Bektaşi Tekkesi Postnişini Şah Kalender şeklinde çeşitlilik gösterir.
Şah dosttur ve gelip kendilerini ‘Rum sultanından’, daha da ötesi ‘kafir’ ve münkir addedilen Osmanlı’dan kurtaracaktır.


‘’Bu kavganın temelinde yeni bir toplum düzeni arama vardır. Ancak Pir Sultan Abdal, içinde yaşadığı düzenin sosyal ve ekonomik temelinden çok, güçlüleri ile kavgalıdır. Onun baş düşmanları, Osmanlın düzeninin (sözde) adalet dağıtıcıları, kadıları, ve müftüleri; siyasi gücü elinde tutanları, Beylerbeyileri, paşaları, valileri; sonra da onların ardındaki en büyük din ve siyaset gücü olan sultandır. Aşık şiirlerinde irili ufaklı Osmanlı memurlarını kınama, taşlama bir gelenektir. Ama padişa-sultan her zaman kötülüklerin üstünde görülmüş, ona dil uzatılmamıştır. Pir Sultan, tam tersine, en ağır yergilerini sultanın kendisine yöneltir. O ve Sivas’taki el ulağı Hızır Paşa, bütün kötülüklerin baş sorumlusudur.’’(İlhan Başgöz, Pir Sultan Abdal ve Pir Sultan Abdal Geleneği,s.48)s.197


Uğrunda kavga verilen bu düzende padişah masumları boğdurmayacak, halkın feryadına sağır olmayacak, paşalar hak söyleyen dili kesmeyecek, yetimin yoksulun hakkı yenmeyecek zulüm olmayacak, Tanrı adaleti yürüyecektir


Pir Sultan Abdal’ın kişiliğinde, Anadolu Türkmenlerinin Osmanlı karşıtı ayaklanmasının edebi destanının yanı sıra, aydın sorumluluğu anlamında da kararlı bir duruş görürüz.s.194

İşlediği konuların zenginliği, söyleminin gücü, dili ve deyimleriyle günceli ve bireysel olanı dile getirirken tarihsel ve toplumsal olanı yakalayıp ezilenlerin özlemlerini dile getirmesi, emeği kutsayıp ‘cennet’i dünyada araması’, deyişlerinin etkisini ve yaygınlık alanını artıran, onu özgün kılan öğelerdir.

‘’Dünyanın üstünde kurulu direk
Emek zay olmadan sızlar mı yürek
Bu yolu kim kurmuş bizler de bilek
Söyle canım söyle dinlesin canlar
Pir Sultan Abdal’ım farz ile sünnet
Yola gelmeyene edilmez minnet
Cümlenin muradı dünyada cennet
Söyle canım söyle dinlesin canlar’’


Mücadelenin dinamikleri ezilmiştir, acılıdır, ama yaralarını yine de azimle sarar, zamana, idama, yokluğa yenilmez:

‘’Ötme bülbül ötme şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim eridi yağım
Dost senin elinden ben yana yana
Haberim duyarsın peyikler ile
Yaramı sararsın şehitler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin elinden ben yana yana
Pir Sultan Abdal’ım doldum eksildim
Yemeden içmeden kesildim
Hakkı pek sevdiğim için asıldım
Dost senin elinden ben yana yana

Yargılanıp idamla yargılanınca onurlu sesini şöyle yükseltecektir:

‘’Koyun beni hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Ancak onu astıracak olan Hızır Paşa, Osmanlı hizmetine girmezden çok önce Pir’in müridi olduğundan onu astırmakta ikirciklidir. İçinde ‘şah’ adı geçmeyen üç şiir okuması, yani ideolojik teslimiyet bildirmesi halinde onu affedeceğini söyler. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal, tam tersine, paşanın huzurunda içinde ‘şah’ adı geçen üç şiir okur.

1-‘’Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar Şah’a gidelim’’

2-‘’Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Dosttan ayrılmışım bağrım delinir
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa
Gör ki neler gelir sağ olan başa
Hasret koydun bizi kavim kardaşa
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz’’

3-‘’Eğer Göğeriben bostan olursam
Şu halkın diline destan olursam
Kara toprak senden üstün olursam
Ben de bu yayladan şaha giderim
Dost elinden dolu içmiş deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Ben de bu yayladan şaha giderim
Alınmış abdestim aldırırlarsa
Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Sizde şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan şaha giderim
Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz
Gitti giden ömür geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan şaha giderim’’

Diyerek zulme boyun eğmemenin bayrağı olur.

Pir Sultan asılır. Paşadan tek istediği sehpaya elleri çözülü çıkmaktır. Ardında bıraktığı yakınlarından da kendine yaraşır davranmalarını ister.s.201


‘’Bu anlamda Şahkulu ve onu takip eden ayaklanmalar, Baba İshak ve Bedrettin ayaklanmalarının devamı olacaktır.’’s.185

‘’Bu anlamda Şahkulu ve onu takip eden ayaklanmalar, Baba İshak ve Bedrettin ayaklanmalarının devamı olacaktır.’’s.185

Yenilgi sonrası canlarını kurtaran Türkmenler Safevi devleti Anadolu halkıyla aynı inanç ve aynı dili kullanan bir Türk devleti olduğundan doğal olarak Safevi’ye sığınırlar.s.184

‘’Bu arada Safevi’ye sığınan Anadolu Türkmenlerinin Safevi iktidarını da rahatsız ettiği, nitekim başta Şahkulu olmak üzere, kendilerine sığınan Anadolu’nun halk önderlerininin katledildiği bilinmektedir.’’s.184

‘’Dolayısıyla bu sığınmadan hareketle, ayaklanmaların Safevilerce örgütlendiğini iddia etmek, kendi halkının sorunlarını çözmek yerine onu sömürmeyi ve baskı altında tutmayı amaçlayan despot devlet mantığının, çözmek istemediği toplumsal sorunları ‘dış güçler’e bağlayarak saptırıcı karakterinin doğal yansıması olarak görülmelidir.’’s.184

‘’Bu ayaklanmalar ‘Osmanlı yönetiminin baskı ve zulmü ile birleşen yoksulluktan çıkmış, ancak muhalif bir dinsel kimliğe bürünmüştür.(resmi tarih tarafından da ekonomik neden gizlenerek bu dinsel neden öne çıkarılarak gerçekler çarpıtılmaktadır) Marks’ın da belirttiği gibi burada din, ‘ıstıraba karşı protesto’ aracı olarak ciddi bir işlev görecekti. Ama yalnız halk için değil, aynı şekilde egemenler açısından da halkı kontrol altında tutmanın, tutamıyorsa ezmenin kutsal gerekçesi olacaktı. Bir farkla ki, her iki tarafın da kendini ifade aracı olan dinsel kimlikler farklı farklıydı. Halk bu kimliği Osman’ın, Ede Bali’nin ve kurucu gazilerin dahil olduğu heterodoks dinde, hatta onun sınıfsal tepkiler temelinde biraz daha halklaşmış bir yorumunda, yani Kızılbaşlıkta bulurken, padişahlık, çoğu Acem’den Arap’tan gelen Sünni ulemanın kurumlaştırdığı Ortodoks anlayışta buluyordu. Biri tanrı’nın adalet imgesine vurgu yapıyordu, diğeri otoriteye.’’s.168,169

Anadolu Türkmenlerini asıl rahatsız eden ve ayaklanmalarına neden olan durum Osmanlı’nın ekonomik, siyasal ve dinsel baskılarıdır. Durum buyken Anadolu halkının Osmanlı despotizminin gelişen baskısına karşı meşru ayaklanmalarını ‘’yabancı’’ bir devletin manipülatif ajan harekeleri olarak görmenin, yapılan kıyımları, örneğin Yavuz döneminde Şah İsmail’e sığınan, onun egemenliğini isteyen 40 bin alevi Türmen’e karşı, verilen bir fetvayla cihat ilan edilerek idam ve hapis edilmelerini mazur göstermeye ve aklamaya çalışmanın en küçük bir temeli yoktur. S.178

Diğer meşru dinlere karşı, haraç(cizye) karşılığında da olsa hoşgörülü davranan devlet ve uleması bu hoşgörüyü Alevilerden esirgemektedir. Çünkü Alevilik düzeltilmesi veya cihat edilmesi ve imha edilmesi gereken, öldürülmeleri caiz, malları helal, nikahlamanın batıl olduğu, ‘’sapkın’’ bir inanç olarak meşruiyetten yoksundur. S.180,181 Dolayısıyla Osmanlı’nın çok dinliliği, hoşgörüsü ve laikliği Aleviliği kapsamamaktadır.

‘’Ayaklanmalar özellikle Bayezit döneminde belirginleşiyor ve Yavuz, Kanuni dönemlerinde artan halk katılımı ve sıklaşan aralıklarla iyice yaygınlaşıyor. Osmanlı’nın ‘en parlak dönemi’ diye anılan bu dönemde Anadolu halkı ardı arkası gelmez bir şekilde ayaklanmakta ve tabii ardı arkası gelmez bir şekilde kırılmaktadır.’’s.168
Bu noktada onu yeniden nesnel bir gözle sorguladığımızda ‘Kimin için ‘parlak dönem?’ sorusunun yanıtı, aynı zamanda ‘Kimin Osmanlı tarihi?’ sorusunun yanıtını vermektedir. Çünkü söz konusu bu ‘parlak’lığın halkın sefalet, keyfi yönetim ve zulme karşı zincirlerini kırarak başlattığı ayaklanmaları ve bir de iç yüzü vardı.s.168

‘’ ‘’İşte bu koşullarda Anadolu halkı, karşı karşıya kaldığı bu sefalet, denetim altına alınma ve ayrımcılık dayatmalarına karşı son çareye başvurarak peşpeşe ayaklanmalara başlar. Adeta çoban ateşi gibi biri bastırılırken diğeri patlamaktadır. 1510-1530 arasında Şahkulu, Nur Halife, Şeyh Celal, Kalender Çelebi ve Baba Zünnun ayaklanmaları, irili ufaklı direnişlerden ayrımla Osmanlı’nın başına bela olacak ve ancak merkezi orduların yinelenen saldırılarıyla bastırılabilecek büyük ayaklanmalar şeklinde birbirini takip eder.’’s.182

Nilüfer Tekin

Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın




3) Osmanlı Despotik Bir Devletti (Emperyalist Osmanlı)
16 Mart 2011 Çarşamba, 01:58 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi



(Bu yazı, Erdoğan Aydın’ın ‘Osmanlı Gerçeği’ adlı kitabından derlenmiştir.)

Gaza ve Cihat

Kur’an’da gaza değil cihat vardır. Cihat, başka dinlere karşı din savaşıdır.s.64
Cihat, fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın olana kadar savaşmak’tır. ’’s.66 ‘’fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşın’’(Bakara-193) İslamiyet’te kafirlerin öldürülmeleri caiz, malı, ırzı helaldir. Ancak, cihat için de İslam yurdunun işgali gibi bir koşul olamaz. S.66‘’

Ancak Osmanlı yayılmacılıkta Hıristiyan Müslüman, Bizans ya da Türkmen ayrımı yapmamıştır. ‘’Başlangıçtan beri Bizans’a karşı ne kadar yayılmacı davranmışsa, Türkmen ve Müslümanlara da aynı şekilde davranmıştır.’’s.50

Esasen Osmanlı’nın asli kaygısının İslamiyet’i yaymak değil ‘ganimet akınları’ ve egemenlik olduğu da açıktır.s.49

‘gaza’ nın Türkmen geleneği içinde büründüğü anlam farklıdır. Gaza, Türkmen geleneği içinde klasik bir din yayma eylemi değil, yayılmanın ve talanın ideolojisidir. S.59

‘’Osmanlı kuruluşunda temel motivasyon etkeni gazadır.’’s.59

‘’Moğol baskınının yanı sıra verimli topraklarda yurt edinmek gereksinimi, hem Batı’ya göçü zorlayan hem de gaza ideolojisinin böylesi önemli bir işlev kazanmasının temel nedenidir.(…)Unutulmamalıdır ki Türkmenlerin gelip yerleştiği topraklar, kendilerine ait olmayan ve üstelik kendilerine saldırmayan, dolayısıyla saldırmaya meşru bir zemin sağlamayan başka güçlerin toprağıydı.’’s.59,60 ‘’(…) Gaza, işte bu koşullarda saldırmanın ve bu saldırılar sonrası ganimet toplamanın meşru kılınmasının kutsiyete bürünmüş ideolojik gerekçesini oluşturuyordu.’’s.60

‘’Talan akını anlamını taşıyan gaza, cihatın yükümlülüklerini içermez, doğrudan talana yöneliktir.’’s.65 Türkmenler ve Osmanlı cihat değil gaza yapıyorlardı. Bu onların ekonomik ihtiyacını ve yaptıkları talanın meşrulaştırılması ihtiyacını karşılamaktaydı.s.65

Osmanlı nezdinde de ‘gaza’ din yaymak anlamlı ‘cihat’tan temel ayrımla yayılmacılıktan ibaret bir anlamda şekillenmiştir.s.132

‘’Bu noktada gazayı, dinin gereği bir idealist eylemi olarak, dolayısıyla gazacıları da sofu dindarlar olarak değerlendirmekten özellikle uzak durmak gerekiyor.’’s.60

‘’Osmanlı, talanın ideolojisi olan gazacılığın motivasyonuyla kurulmuş ve kurumlaşıncaya kadar bunu sürdürmüştür.’’s.320

Sultan Murat, vezirine şöyle der: ‘’(…) Benim memleketimde üç helal lokma vardır; başka ülke padişahlarında yoktur. Birisi gümüş madenleri, biri kafirlerden alınan, biri de gazadan hasıl olan ganimet maldır.’’s.312

‘’Gaza Osmanlı’da sadece bir doyum aracı değil, aynı zamanda ’bir sosyal örgütlenme ve siyasi dinamizmin temel normu ve devletin kuruluşunda temel faktör’ü oluşturmaktadır.’’(Halil İnalcık)s.59

Osmanlı’da da toprakların kaynağı fetihlerdir. ‘’fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşın’’(Bakara-193) Allah’ın düzenini tüm dünyaya yaymanın Allah’ın emri olduğu, kafirin malının Müslüman’a helal olduğu şeklinde gerekçelendirilen ideolojik motivasyon, başka halklara ait toprakların işgal edilerek sahiplenilmesinin kutsal gerekçesi yapılır. S.239

Bu tarz gerekçelendirme, İslamiyet’in çok öncesinden başvurulan bir yol olmakla birlikte İslam ideolojisindeki ‘’cihat’’, ‘’gaza’’ gibi kavramlar fetih işini hem kolaylaştıran hem de zorunlu kılan bir işlev görür. S.240

Her şeyin Allah’ın emirlerinin ifası ve adalet için olduğu varsayılır. Tabii bu ‘’adalet’’ padişahın Tanrıdan aldığı mutlak otoritesince belirlenir ve yöneticilerle halk arasında ciddi eşitsizliklere tekabül eder. S.240 Sistemin Tanrısal emirler doğrultusunda olduğu, dolayısıyla yürümeyen şeyler olduğunda ya gereğince itaat etmemeye ya da dış güçlerin entrikalarına bağlanır. S.240

Bu büyük ve kutsal amaç için yönetilenlerden mutlak itaat istenir. Vergiler düzenli ve eksiksiz verilmenin, çağrılınca savaşa gitmenin, öldür deyince öldürmenin, öl deyince ölmenin, siyasete asla karışmamanın gereği sorunsuzca yerine getirilmelidir ki ‘’nizam-ı alem’’ gerçekleşsin. S.240,292

Tebaa(kayıtsız şartsız tabi olanlar) ve reaya(sürü) addedilen halk, Tanrı’nın temsilcisi addedilen padişah nezdinde hiçbir hak ve özgürlüğe sahip olmamıştır. S. 292 Ancak ölümcül görevleri olmuştur.

‘’Gayrimüslim din değiştirmemek, Müslümansa Sünni olmak(ve dinden çıkmamak) durumundadır.’’s.292

‘’Şeriatçı akıl nezdinde tek suçları başka inanca sahip olmaktan ibaret insanlardan toplanan ganimet ve haracın zulüm olan karakteri bir yana, halkın tepesinde hızla büyüyen devlet, ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiği 1. Bayezit’le birlikte bu kez dönüp içinden çıktığı halka vergi dayatmaya başlıyordu. Böylece Kuran’da olmayan vergi, Fazullah tipi akıl hocalarının ürettiği yeni yorumlarla, bid’atle halka yüklenmeye başlıyordu. Böylece zekat ve sadakanın karşılığı olduğu düşünülen malların doğrudan devlete aktarılması şeklinde, talan ve haraca ek olarak düzenli bir hazine girdisi daha yaratılmış oluyordu.’’s.313

Kuşkusuz bu vergi toplama işi Osmanlı’da başlamadı. Bizans ve Pers devlet gelenekleri üzerinden Emevi’ye, Abbasi’ye, Selçuklu’ya ve Osmanlı’ya geliyordu. Bütün bunlar devlet kurumlaşmasının sonucuydu, ama Türkmen için atasından görmediği bir şeydi. Üstelik bu vergi, kendine kamusal hizmet olarak hiçbir şey vermeyen bir gücün, kendi profesyonel silahlı güçleri sayesinde zorla çekip aldığı, yeni türde bir haraçtan başka bir şey değildi. Çünkü bu vergiyi toplayan güç, insanlara yurttaşlık hakları ve hizmetleri sunmuyordu.’’s.313

‘’Hep birlikte düşünelim: Tümüyle padişahın mülkü olan, yani vatan olmayan, halka ait olmayan bir mekandasınız; devletin size sunduğu ne bir sağlık ne bir eğitim hizmeti var ve bunlara rağmen düzenli vergi veriyor ve her istediğinde canınızı ortaya koyarak savaşa koşturuyorsunuz; üstelik devlete işiniz düştüğünde bunun karşılığı bedel ödüyorsunuz ve bunlar yetmiyor, bir de devletin sizi kontrol etmek, vergi almak, savaşa götürmek, yani devletin kendi çıkarlarını korumak için başınıza gönderdiği memurların geçimlerini de siz karşılıyorsunuz!...Ayrıca evlenirken, ya da babanızın ölüp toprağın kullanımı size geçtiğinde veya aklınıza gelen gelmeyen her vesileyle ek vergi ödüyorsunuz vs. vs.’’s.311

Hal böyle olunca vergi vermemek veya artırımlara itiraz etmek, askere gitmemek veya bu işin yasalara bağlanmasını istemek, Kızılbaş olmak, din değiştirmek ve hele ki yönetici kul taifesinin emirlerine itiraz etmek veya bir şekilde siyasette hak talep etmek isyan nedeni sayılmış ve aşağılayıcı yaptırımlar ve işkenceden başlayarak doğrudan ölümlerle eş deyişle ‘’siyaset edilmek’’ ile karşılanmıştır.’’s.292

‘’Kanuni dönemine gelindiğinde ise büyüyen Saray ve kullarına bunlar da yetmez olunca yeni bid’atlar gerekmişti. İşte bu ortamda iltizam uygulamasıyla çok daha kapsamlı bir zulüm dönemi başlatılacak ve Anadolu’da Türk ve Müslüman halk artık ‘yeter’ diyecekti. Yeter deyince ne yapacaktı? Ayaklanacaktı. Önce Alevi kimliğiyle, ardından Celali olarak.’’s.314

‘’Kendi toplumuna yabancılaşan devletin bu topluma verebileceği bir şey de kalmaz. Nitekim Türkmen’in gördüğü en büyük refah, gaza mallarının savaşçılar arasında doğrudan dağıtıldığı başlangıç dönemi olmuştur.. Sonraki dönem giderek pastanın tümü merkezi bürokrasiye akmaya başlamış; bürokrasi de bunu halkın kontrol altında tutulması ve yanı sıra kendi lüksü için kullanmıştır.(…) Yeni ele geçen toprakların bir kısmına zorunlu iskan yoluyla eski bölgelerden taşınan halk yerleştirilmiş; ki burada da toprak halka verilmemekte, padişah adına kullandırılmaktadır. Diğer yandan bu yöntem, ele geçen zenginliklerden halkın faydalandırılması değil, devletin halka karşı güvenliği, fetihlerin güvence altına alınması ve üretimin artırılması amacıyla gerçekleşmektedir.’’s.317

‘’O halde bu noktada zulmün evrensel anlamı, başkalarının hak ve özgürlüklerini her ne gerekçeyle olursa olsun zorla gasp etme eylemi olduğu gerçeğini anımsamak durumundayız; ki bu noktada, Müslüman devletin egemenliği altına girmeyen herkes ve her ülkenin dar-ül harp olduğu, dolayısıyla ‘’fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşmanız farz kılındı’(Bakara-193) şeklindeki temel cihadi hukuk bile bize, sistemin gerçek karakterini verir; ki bu, günümüze uzanan hak mücadelesinin gereği olarak Osmanlı gibi sistemler karşısında sorgulayıcı bir duruş sergilenmesini gerektirir.’’s.311

‘’Osmanlı Padişahları, bir yandan kısamadıkları devlet masraflarını karşılamak üzere memurlarını halkın boğazına salıyor, diğer yandan da onların zulüm yapmamalarını istiyorlardı. Ne var ki soymanın adaleti pek olmuyordu.’’s.315

‘’Osmanlı’nın kendilerinin de bir parçası oldukları, ama kendilerinden çok önce başlayıp kendi dışlarında da süregelen gaza akınlarından büyük bir avantajı olacaktır. Şöyle ki bölgeye doluşan birbirinden bağımsız gazacı topluluklar Bizans köylülerini ve silahlı güçlerini örseleyecek, deyim uygunsa araziyi düzleyecek; Osmanlı ise bölgenin en etkin gücü olarak hem bu avantaj üzerinden egemenliğini daha rahat yayma olanağı elde edecek hem de diğer gazacı topluluklar için çekim ve toplanma odağı olacaktır.’’s.60

‘’Öncelikle bilinmelidir ki, başta Osmanlılar olmak üzere gaza yapan Türkmenler arasında çok farklı bir inanç atmosferi söz konusudur. Egemen olan anlayış, Ortodoks İslam’dan temel ayrımla heterodoks, yani Ortodoks-Sünni dinsel esaslara aykırı, bu esaslara pek de itibar etmeyen ve eski geleneklerini sürdüren anlayıştır. Özetle 8. ve 11. yüzyıllarda karşılaştıkları Müslümanlaşma baskısına boyun eğmiş, ancak kendi eski inançlarını da bırakmayarak karma bir dinsel sentez sergileyen heteredoks bir toplulukla karşı karşıyayız.(…) Bundandır ki bu süreçte belirgin bir Hıristiyan düşmanlığı söz konusu değildir. Hatta Hıristiyan komşularıyla gazaya çıkıp ganimet paylaşımına bile rastlanmaktadır.(…)’’s.61

‘’Göçebe demokrasisi içinde, daha sonraları Kızılbaş adı altında toplanacak olan Batıni inanç, bu dönem Anadolu’sunda en yaygın inanç durumundadır. Bu ise Türkmen topluluklarının, yerleşim ve geçim olanakları elde etmeye yönelik arayışları temelinde biçimlenmesine neden olmuştur. Osmanlı devleti de, dinsel düşmanlık temelinden kopuk böylesi bir gaza anlayışı üzerinden kurulma zemini elde etmiştir.’’s.61

‘’Osmanlılar, tıpkı diğer gazi beylikleri gibi, (daha sonra bir asalet göstergesi olarak vurgulanacak olan) aşiret bağı ve bilincinden bu dönemde henüz yoksunlardı. Pek çok aşiretten ve yanı sıra gayrimüslim ve Müslümanlaşmışlardan oluşmuşlardı.’’s.101

Nitekim gazaya yollanan Türkmenlerle Anadolu’nun yerleşik halkı Rumlar aynı yerleşim ve üretim alanlarını paylaşıyorlar, din değiştirmeden birbirleriyle evleniyorlar, kendi devletleriyle olan sorunlarında birbirlerine sığınıyorlardı. S.72

Bütün göçebe gelenekler içinde yiğitlik, savaşçılık ve ‘biz’den olmayanlara ait birikimlerin talanı, askeri ve iktisadi eylem olarak birbirini içeren anlamlarıyla ‘alp’, İslamlaşmadan sonra da giderek ‘alperen ve ‘gazi’ kavramlarıyla nitelendirilmiştir.s.66,67

‘’Gazilik, S. Divitçioğlu’nun da çok özlü olarak aktardığı gibi, iktisadi mesleklerin ilk akla gelenidir.: ‘1-Gazilik, 2-Ticaret, 3- Tarım, 4-Zanaat.’ Gerçekten de ilk Osmanlı toplumunda iktisat işlevi algılanmıyordu. Daha doğrusu savaşçılık işlevi onu içerip eritmişti. Durum bütün Ortaçağ Türk toplumları için geçerlidir. Niçin? Çünkü onlarda (atalarımızda) bereketin sunduğu nimetler dışında, mallar ve emek aracılığıyla üretilmesi ve yeniden üretilmesi kavramı yoktur. Çoğalan sürü üretilmez. Ayrıca, üretilen malı üretenden gasp etmek, üretmekten daha kolaydır.’’s.66

‘’(…)Osmanlı’nın kuruluşunda tayin edici rol oynayan gazi geleneği, devlet kurumlaştıkça merkezden uzaklaştırılarak sınır boylarına itilecek olan gazilerin konumu, yeniçeri ve düzenli bir bürokrasiyle ikame edilecekti. Keza aynı şekilde Orta Asya’dan taşıdığı ve kabile geleneği içinde sürdürdüğü göçebe demokrasisi de merkezi despotik bir yönetimle değişecekti. Bu durum gazi geleneğini sürdürenlerin, daha sonraları merkeze karşı bir tepki odağına ve yer yer ikdidara karşı mücadele yürüten devrik şehzadelere destek veren merkezkaç güçlere dönüşmelerini getirecektir. Kuruluşunda tayin edici rol oynadıkları devletin artık onlara ihtiyacı kalmayınca, tarihsel olarak zamanlarını yitirmiş güçler olarak dizginlenmeye ve tımarlara yerleştirilmeye çalışılacaklardı.’’s.130

‘’Özetle Osmanlı gazayı kesin bir yaptırım olarak kullanmış, ama dini yaymayı zorlamamıştır.’’s.65


Osmanlı Adaletli, Eşitlikçi, Hoşgörülü müydü?

Osmanlı düzeninin15, 16. yüzyıla kadar, fetih ve dış talan akışı nedeniyle yoğun bir iç sömürüye gerek olmamasına bağlı olarak, genel olarak feodal sömürü koşullarında yaşayan çağdaş Avrupalı devletlere oranla daha adil ve istikrarlı bir yaşam sunduğundan söz edilebilir. S.229, 232

‘’Buna karşın onun 600 yıllık ömründe, hem yükselişe kadarki fetihler dönemi hem de 16. yüzyıl sonrası, mal, can, ve ırz güvenliği açısından hiç de güvenli yüzyıllar olmamıştır.’’s.321

‘’Tabii kabul edilmelidir ki Osmanlı diğer nedenlerin yanı sıra bu kozmopolit ideoloji kimliğinin sağladığı avantajlar sayesindedir ki İmparatorlaşacaktır.’’ S.149

‘’Önceki dönem antik imparatorluklar da Osmanlı’dan farklı bir sistem uygulamamışlardır.’’s.320

Söz konusu saldırganların tümü gittikleri yerlere kendi ‘barışlarını’ götürdüler ‘’ve dünyanın yerel birikimlerinin evrenselleşmesini sağladılar. Tabii bunu yapmak zorundaydılar; çünkü kendi hegemonik ihtiyaçları ve sömürü ilişkisi için bu gerekliydi.’’s.323,324

‘’Diğer yandan kuşkusuz o dönemde fetihler olağan bir duruma işaret etmektedir. Ama bu yine de Garaudy’nin yaptığı gibi fetihlere olumlu bir misyon yüklemeyi haklı kılmaz. Dünyadaki ‘kaosu düzeltme’ gerekçesiyle silahına davranan her girişimin, bu kendinden menkul misyonla yeni kaoslara yol açacağı bir yana, Osmanlı yayılmacılığı, bir kaosu düzeltmeye değil, uygun fırsatlardan faydalanarak işgal etmeye, haraca bağlamaya, ganimet toplamaya tekabül etmektedir.’’s.324

Dinsel Hoşgörünün bir nedeni imparatorlukların fethedilen halkları en kolay sömürmeleri ve en kolay denetim altında tutmaları için farklı halklara hoşgörü gösterme zorunluluğudur. Osmanlı’nın da daha en başından Bizans imparatorluk topraklarına hakim olması ve halkın ancak bu yoldan daha rahat yönetilebilmesidir. İstisnalar hariç tüm imparatorluklar bu yöntemi kullanmışlardır. Roma, Bizans, Pers, Avusturya-Macaristan ve çarlık Rusyası da böyledir.s.53

‘’Öteki nedeni ise, Hıristiyanların verdikleri özel verginin (cizye-kelle vergisi) mali kaynakların içinde çok önemli bir yer tutmasıdır. Devletin milyonlarca Hıristiyan tebaası ‘askere gitmemek’ ve ‘korunmak’ karşılığında bunu ödemektedir. Dolayısıyla vergi toplamını azaltmamak için, Osmanlı devleti Hıristiyan tebaasını kitle halinde din değiştirmeye asla zorlamamıştır.s.53’’

‘’Kitsikis’in de belirtmesiyle, milliyetçiliğin zaferinden önceki tüm çokuluslu imparatorluklar gibi Osmanlı’da nitelik olarak tek tek parçalarından farklı bir bütün idi.’’s.51
‘’Çağdaş federal sistemin atası olan imparatorluk, tanımı itibarıyla çokulusludur. Her imparatorluğun örgütlenmesi, biri birliğe diğeri çeşitliliğe yönelen iki karşıt gücün gelişimini gerektirir. Çeşitlilik içinde birlik zorunlu bir ilkedir. Hegel, ‘Persler pek çok halkı egemenliklerine aldılarsa da, aynı zamanda her birinin özgüllüklerine de saygı gösterdiler; egemenlikleri böylece imparatorluğa dönüşebildi.’ diye yazmaktadır.’’s.51

Demek ki hoşgörü, imparatorluklar için bir ölüm kalım sorunudur ve egemen halkın ya da yöneticinin erdemleriyle ilgisi yoktur. Türk imparator Fatih Sultan Mehmet, aynı İskender gibi, hoşgörü ilkesini hayata geçirmiştir. Her ikisi de imparatorluğun ayakta kalmasını sağlayan temel yasayı uygulamak durumunda kalmışlardır.’’s.52

‘’Bu bağlamda diğer imparatorluklar gibi Osmanlı da hoşgörülüdür. Hatta Osmanlı zımmi (bağımlılaştırılmış gayrimüslimler) politikası öncekilerden ileridir.(…)Nitekim ele geçirdiği topraklardaki halkların, kendi egemenliğine tehdit gelmemesi koşuluyla din, dil ve kültürlerine dokunmamıştır.’’s.52

‘’Kanuni, valisine gönderdiği bir fermanda devlet sistemini(ve adaleti) şöyle açıklıyordu.(…)Eğer bazıları görevlerini yapmazlarsa, ister emir ister fakir olsunlar, onları itaate zorlamalısınız. ‘Yöneticiler, hayatınız adaletin eşitçi dağılımına dayanıyor,’ ilkesini hatırlayarak her türlü düzensizliği önleyeceksiniz.’’(aktaran T. Timur)age. s.300

‘’Kınalızade’nin adalet çemberine göre de; ‘padişahın mülkü ve devlet, askerler ve diğer kullar ile varolur; bunlar için ise mal lazımdır. Malı ise reaya üretir, reaya ise adaletle düzenlenir’’’.s.300

‘’2. Murat, ‘Nasihat-ı Sultan Murat’ adlı eserinde, ‘Reayayı adalet ve şefkatle yönetilmesi gereken, Tanrı’nın bir ‘vediası’ kabul eder’, ama toplumu da şöyle görür: ‘Tanrı kullarını iki bölük eylemiştir: Nafaka verici ve nafaka alıcı. Bir zengin, bir yoksul; bir bey, bir kul. Beyin beyliği kul ile; zenginin zenginliği yoksul iledir. İnsanlar bunu bilmeli, Tanrı’nın buyruğuna uymalı, verdiği rızk için şükretmeli’’.s.303

Tabii burada ‘hoşgörü’, çağdaş anlamda hak eşitliği ve özgürlüğü en küçük anlamda içermez. Kaldı ki bu anlamda bir hoşgörü, zımmiler veya Kızılbaşlar bir yana, Sünni halk, hatta yönetici zümre kapıkulu için bile geçerli değildir. Sonuç itibarıyla Ortaçağ atmosferinde yaşanmaktadır ve egemenliğin meşruiyet kaynağı Tanrı’da ve onun adına imparatorluktadır. Buradaki hoşgörü saptanmış ağır kuralların gereğini yerine getirmek koşuluyla daha fazla tecavüz etmemektir.s.52

‘’Diğer yandan unutulmamalıdır ki, Osmanlı başka milliyetlere baskı uygulayacak bir milli benliğe de sahip değildir.’’s.53

‘’Zaten pek çok milliyeti tahakkümü altında tutan bir imparatorluk olarak onun çıkarları milli olmamaktan ve tabalarının da milli olma aşamasına yükselmesinin engellenmesinden geçiyordu.’’Demek ki milli baskının olmaması Osmanlı’nın baskıcı olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim Osmanlı da, kendi halkı, komşu beylikler ve devletlere yönelik sistematik bir baskının adı olmuştur hep.’’s.54
‘’Yani Osmanlı kendine benzeştirerek değil, başta kendi geçmişinden olmak üzere kendini herkesten ayrıştırarak, herkesin üstüne ve dışına çıkarak yönetmiş ve sömürmüştür.’’s.53

‘’Tepesinde kadir-i mutlak bir hükümdarın yer aldığı ve onun dışındaki herkesin ‘kul’ addedildiği, padişaha karşı can ve mal güvenliğini tanımayan bir ‘hukuk’un geçerli olduğu, temel ordu biriminin zorla alınan Hıristiyan çocuklarından kurulu bir lejyon ordusu olduğu, gayrimüslimlerin ikinci sınıf, resmi mezhepten farklı inanca sahip Müslümanların ‘zındık’ ilan edilip kat’llerine ferman çıkarıldığı, hakim dini değiştirmenin (ridde) ölüm riskiyle karşılaştığı, dolayısıyla vicdan özgürlüğünün olmadığı bir zaman ve düzende uygulanan hoşgörüden ‘katlanmak’ anlamı dışında bir anlam çıkarmanın demogojik bir yaklaşım olacağı açıktır.’’s.55,56

Millet Sistemi

Osmanlı’nın toplumu yönetirken başvurduğu usul, farklı dinlere mensup Osmanlı tebaasını dinsel kimlikleri temelinde bölerek yönettiği ‘millet sistemi’ olmuştur.s.420

‘’Bu sistemde her dinsel cemaatin(millet) vergi toplanması, kendine özgü içsel ilişkilerin yürütülmesi ve kontrol edilmesi, kendi içinde kurulu bir hiyerarşiye bağlanarak sağlanıyordu. Bu sistemde dinsel niteliğe sahip sorunlarda, örneğin, evlilik, boşanma, miras vb. konularda yetki, söz konusu cemaatlerin(milletlerin) dinsel hiyerarşisi içinde çözülürdü. Ancak egemen millet ve din İslam olduğundan, işin içine Müslümanların da karıştığı davalar kadının önüne gelirdi. Daha önemlisi, herkesin bağlı olduğu hiyerarşi, herkesi belirleyen sınıfsal bölünme ve genel kanunlar karşısında tüm Osmanlı reayası gibi gayrimüslimler de aynı yükümlülüklere bağlıydı. Bu noktadaki farklılık, gayrimüslimlerin Müslümanlardan daha fazla vergiye bağlı olmaları, buna karşılık bazı askeri yükümlülüklerden azade, kılınmalarıydı.’’s.421

‘’Bu sistemin düzenlendiği ilk dönemde (Fatih zamanında) patrik, hahambaşı gibi birinci derece yöneticiler devletten maaş alırken, 1496 yılından itibaren bu millet önderlerinin sultana ‘peşkeş’ adı verilen bir para ödemeye başladıklarını görüyoruz. Bu uygulama ise giderek kurumlaşacak ve oranı yükselerek patriğin kendi iktidarı için cemaatini devlete karşı ek bir yükümlülük altına sokan bir diyet haline gelecekti. Tabii patriğin padişah nezdinde ve kendi cemaatine karşı devlete dayanan gücünün artışını (hatta İltizam dağıtımında olduğu gibi kimin patrik seçileceğini) belirleyen bir haraç anlamına dönüşecekti.’’(D. Kitsikis, Türk Yunan İmparatorluğu, s.104)s.421 ‘’Böylece devlet, hem tebaasının ihtiyaçlarını karşılamakta hem de kendisine karşı sorumlu tutabileceği bir muhatap bulmaktadır.(m.m. Kenanoğlu, Düşünen Siyaset,s.126)’’s.422

Bu model şer-i hukukun gereği olarak ‘Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitsizliği temel alır; Osmanlı İmparatorluğu, gayrimüslim vatandaşlarının statülerini düzenlerken İslam hukukunun müesseselerini esas kabul etmiş ve zimmet ehli olarak nitelediği kişilerle bu çerçevede münasebet kurmuştur, yani Müslümanlar hakim millettir, gayrimüslimler ise mahküm millettir.s.422

Osmanlı’da Gayrimüslimlerin Durumu

‘’1854 yılına kadar Osmanlı egemenlik alanında yaşayan gayrimüslimlerin (zımmilerin) durumu ikinci sınıf tebaadır. Bunun anlamı ise; Müslümanlardan daha fazla vergi verme, ibadet için yeni tapınak yapmama, Müslümanlarla ihtilafa düştüklerinde kadı’nın karşısına çıkma, dolayısıyla hak eşitliğinden yoksun kalma, mahkemelerde tanık olamama vs. şeklinde sürmüştür; ne yazık ki Batı’nın etkisiyle ilan edilen Tanzimat’a kadar. Ki Tanzimat bile, o dönemde ulaşılan evrensel insan hak ve özgürlüklerinin çok gerisinde kalmıştır. Aleviler içinse osmanlı’da hayat ikinci sınıf bile olmamıştır; çünkü onlar ‘zındık’lar olarak yaşam güvencesine bile sahip değillerdir. Esasen tek başına Türkmenlere karşı düzenlenen katliam ve baskılar bile, Osmanlı’dan bir ‘Türk İmparatorluğu’, ‘Türk egemenliğinin altın çağı’ çıkarmaya çalışan milliyetçi, şeriatçı ve resmi ideoloji sahipleri açısından, tarihin ne denli büyük bir pervasızlıkla çarptırıldığının açık göstergesidir.’’s.56

Yani bugün anladığımız anlamda bir adalet değil tebaa arasında ayrıcalıklar yapılmamasına dayanan bir ‘tebaa’ adaletidir. Kızılbaşlara (Aleviler) ve gayrimüslimlere inanç temelinde farklı davranıldığı, Kızılbaşların sapkın sayıldığı, Gayrimüslim kesiminden ciye/haraç diye fazla vergi alındığı, kime tımar verilip kime verilmeyeceği konusunda tamamen keyfi davranıldığı, ezilenlere ilişkin sadece tavsiyelerde bulunulduğu, karşılıklı hak ve yükümlülüklerin değil, efendi haklarının, köle yükümlülüklerinin bulunduğu, devlet görevlileri olan ulema ve yürütme memurlarının yaptıkları hizmetin karşılığını reayadan aldığı, halka zulmünün kolaylaştırıldığı, sağlık ve eğitim hizmetinin olmadığı, evlenme ve toprağın işletmesinin miras kalması gibi akla gelen her vesilede ek vergi alındığı, Monarşinin çıkarlarınca belirlenip, özgürlüklerin filizlenebilmesini dahi imkansızlaştıran bir ‘adalet’ tir.s.300,301,309,310,311

‘’Özetle Osmanlı’nın kurduğu ‘barış’ bir imparatorluk barışıdır; kılıç zoruyla elde edilip kılıç zoruyla sürdürülebilen bir ‘barış’tır.(...) Oysa barış, muhtevası gereği hak ihlallerinden vazgeçildiği bir atmoferde geliştirilen, anlaşma ve güvenlik olarak anlamlıdır; aksi durumda olsa olsa bir katlanma durumudur, ki (Beyazıt ile Timur’un karşılaşmasında Türkmenlerin Timur’dan yana tavır alması, 19. yüzyılda tüm bağımlı ulusların bağımsızlıkları için sırtlarını büyük güçlere dayaması gibi) ilk fırsatta yerini karşı koymaya bırakacaktır.(…) Nitekim ‘Osmanlı barışı’ kesintisiz bir savaşlar dönemi olup kırımlarla süren bir egemenlikten başka bir anlama gelmemektedir. S.321,322

Esasen derdi Türkleştirmek ya da İslamlaştırmak değil Sünni-İslam kılıfıyla dünyaya ve zenginliklerine egemen olmak olduğundan, Osmanlı dünyaya egemen olan güçlü bir devlet için her yolu mübah gören Makyavelist bir siyaset izlemiştir. S. 149

Osmanlı’nın saldırgan, despotik tahakkümcü siyaseti yalnızca dışarıya ve gayrimüslimlere karşı değil aynı zamanda içeriye, Türkmenlere ve Müslümanlara karşı idi. ‘’Gerçekten de Osmanlı sefer trafiği ve yükselişine baktığımızda, önce Hıristiyanlara karşı geliştirilen saldırıların tümünü Müslümanlara karşı saldırıların izlediği Görülür.’’s.148

‘’Kozmopolit bir ideolojiyle davranan ve egemenlik amacı için her şeyi mübah gören yani tam bir Makyavelist siyaset izleyen bir güçle karşı karşıyayız. Tabii kabul edilmelidir ki Osmanlı, diğer nedenlerin yanı sıra bu kozmopolit ideolojik kimliğinin sağladığı avantajlar sayesindedir ki imparatorlaşacaktır. Kardeş oğul demeden her rakibi katletmeden, paralı asker, devşirme bürokrasisi kurmadan, talan akımları yapıp başkalarının birikimlerine el koymadan, Müslüman-Türkmen demeden yanında yöresindeki herkesin zayıf noktasını bulur bulmaz çullanacak bir erdem yoksunluğuna sahip olmadan tarihin bu ilkel dönemecinde egemen bir güç konumuna yükselmek mümkün değildir.’’s.149

‘’Halkın bir dönem yaşadığı görece adaletin nedeni dış sömürüydü.’’s.230

‘’Diğer imparatorluk rejimleri gibi Osmanlı’da da fetih, doğrudan bir ekonomik kategoriydi. Üretimin nicelik ve niteliğine dair yeterli bilinç oluşmamıştı, çünkü onun esas ‘’ekonomik’’ aklı, başkalarının ürettiği birikimlere el koymak ve yeni üretileceklere el koyabilecek bir egemenlik aygıtı inşa etmesi temelinde şekillenmişti. Fetih yapabildiği müddetçe, onun üretimin nitelik ve niceliğini kışkırtmaya yönelik etkinlik gerçekleştirmesi gerçekleşemiyordu. Başkaları üretiyor, o ise gidip el koyuyor ve sonra da düzenli bir el koyma mekanizması örgütlüyordu.’’s.230

‘’Marksist bir analizle yorumlayacak olursak, bu ekonomik yapı ile katı hiyerarşik yapı ve despotik siyaset arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi bulunmaktaydı. Osmanlı egemenlerini belirleyen asli öğe, onların üretimden kopuk bir sınıf olmaları, bu anlamda Batıdaki egemenlerden ayrımla üretimin genişleyen yeniden üretimini örgütleme konusunda bir yeteneğe sahip olmamalarıydı. Bundan dolayı, devlet harcamalarının asli girdisi dış talanla sağlandığı müddetçe kendi halklarını onlar kadar ağır ve doğrudan sömürmeyecekler, ama diğer yandan onlar gibi bir sonraki dönemde sağlanan ekonomik atılıma sokacak beceriye de sahip olamayacaklardı.’’s.231

Osmanlı egemenlerinin yeteneği, birikmiş olana el koyma üzerinde biçimlenmişti; genişleyen yeniden üretimi örgütlemeyi beceremeyen, ama üretilmişe el koymayı beceren bir sınıfla karşı karşıyaydık. Bundan dolayı da dış talanı yapamaz hale geldiklerinde, hatta dış talan artık kendilerine yetemez hale geldiğinde, dış halkların üzerine hangi acımasız talancı zihniyetle çullanmışlarsa, aynı, hatta yer yer daha büyük bir acımasızlıkla kendi halklarına çullanacaklardı. Ve resmi tarihlerin çizdiği portrenin aksine Kanuni bu çullanmanın, dolayısıyla kanunsuzluk ve zulmün zirvesi olacaktı.’’s.231

‘’Bundandır ki imparatorluk kurumlaşmasının zirvesi olan 16. yüzyıl, kimilerinin çok hoşlandığı deyimle Osmanlı’nın ‘dünyayı titrettiği’’ dönem, içeride halkın artan oranda enflasyonla boğuştuğu ve buna karşı gelişen en küçük bir itirazının da acımasızlıkla bastırıldığı bir dönem olacaktır. Esasen bu ‘dünyayı titretme’ esprisinin gerçek anlamı üzerinde de durup düşünmemiz gerek. Çünkü bu dış yayılma saldırıları, gerçekte gittikçe artan ihtiyaçlarına yetecek kadar dış talan yapamamanın hırçınlığıyla gerçekleştirilen kör saldırıların ifadesi olmaktadır. Düşünsenize, o günün geri ulaşım koşullarında, yüz binlerce askerle birlikte gidilip ‘dünyanın öte ucu’ İran’a saldırıyordu. Üstelik bugünün teknolojik koşullarında bile korkunç bir maliyeti olan çok geniş bir cephedeki savaşlardan eskisi gibi gelir de sağlanamıyordu artık Böyle olunca bu seferleri finanse etmek için halka yöneliniyor ve halk gün geçtikçe daha ağır vergilerle bunaltılıyor ve tabii bu akıl ve adalet dışı duruma itiraz geliştiremesin diye de, sopa tehdidi ve dinsel koşullandırma ile ruhu teslim alınmaya çalışılıyordu.’’s. 231,232

‘’Büyük bir güçle çok uzak mekanlara sürekli saldıran ve devasa heybetiyle gerçekten de çevresini titreten, ama bir türlü yeterince doyamayan zavallı bir aslan örneğiyle karşı karşıyaydık. Bundandır ki gerçekten de herkesin korkup kaçtığı bir dönem olacaktır 16. yüzyılın ikinci yarısı. Osmanlı’nın geleceğini duyan Avusturya kaçıyor, Safevi kaçıyor, kış gelene kadar bu ezici kuvvetin köyleri kasabaları yağmalayıp geri dönmesini bekliyor, ama karşısına çıkamıyorlardı. Tabii döndükten sonra da yağmalanan yerlere tekrar geri dönüyorlardı. Kanuni’nin at sırtında seferden sefere koşarken ölmesi işte bu çaresiz debelenmenin trajik ifadesi olacaktı.’’s.232

‘’Özetle Osmanlı toplumundaki görece adaletin, 15. yüzyıla kadar geçerli ve esas olarak dış talan akışı nedeniyle yoğun bir iç sömürüye gerek olmamasına bağlı bir durum olduğu sonucuna varabiliriz. Kaldı ki bu dönem içinde de savaş gelirlerinden halkın faydalandığı da düşünülmemelidir. Başlangıç yıllarından, yani halktan ayrışmış devlet kurumlaşmasının sağlanmasından sonra savaş gelirlerinden halk artık hiçbir şekilde faydalanamıyor, ancak devlet savaşa giderken halktan savaş giderleri için ek vergi almayı ihmal etmiyordu. Yani savaşların kazanılması halinde bile halka artı bir pay düşmezken, her halükarda savaşların finansmanı için halka ağır mali sorumluluk yükleniyordu. Üstüne üstlük ne zaman ki dış talan koşulları olanaksızlaşmaya, hatta içte giderek artan lüks ve debdebeye yetmemeye başlamıştır, daha o zamandan bu görece adalet de ortadan kalkmıştır. Yüksek bir yaşam standardına alışmış bürokratik egemenlik dış talan yetmeyince içe yönelmiş, buna bağlı olarak da iç sömürü ve keyfilik hızla artmaya başlamıştır.’’s.232

‘’Nitekim Osmanlı’da halkın yaşama standardı, Flandre’li seyyah Busbec’in Kanuni dönemindeki gezilerde elde ettiği gözlemiyle, ‘bir Flaman’ın bir günde harcadığı ile 12 gün yaşama’ standardıydı, ‘ekmek, tuz, soğan, sarımsak, süt’ ile mutlu olma standardıydı.(T. Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, s. 268) Çünkü devasa bürokrasi ve sürekli savaşlarda olan ordu, talan gelirlerinin yanı sıra toprak düzeninin gelirlerini de durmadan emen bir niteliğe sahipti.’’s.233

‘’Yani tam bir dipsiz kuyu örneğiydi. Osmanlı devlet örgütlenmesinde; gidiliyor, el konuluyor, el konulanlarla devasa bürokrasi ve ordu besleniyor, daha çok el koymak için aygıt büyütülüyor, daha çok büyüdükçe el koyma ihtiyacı daha çok artıyordu. Halka ise sadece asker ve vergi için gereksinim olduğunda gidiliyor ve bu durum güvence altında tutulsun diye halk ideolojik ve siyasal olarak ağır bir denetim altında tutuluyordu.’’s.233

‘’Ortaya çıktıkları tarihsel aşama (köleci toplum) nedeniyle hiçbir din şeriatında ve hiçbir imparatorlukta, ‘yuttaş’ dolayısıyla ‘hak ve özgürlük’ kavramları olmadığı, insanların, kayıtsız şartsız tabi olmak fiilinden ‘teba’, ‘kul(köle)’ addettikleri bilinmektedir. Diğer yandan memurun halk karşısında bir ‘kamu hizmetkarı’ değil Tanrı adına hükmeden mutlak emirin temsilcisi olması, yani bizzat yapının böyle kurulması zulmün asli nedenidir.’’s.309

‘’Osmanlı’da devlet görevlileri ulema ve yürütme görevlilerinden oluşur ve bu iki güç de, padişah adına, düzeni korumak amacıyla yürüttükleri işlerin karşılığını halktan ‘harç’ adı altında tahsil ederler. Bu noktada ulema sınıfı içinde en büyük göreve sahip kadılar, hem adalet dağıtmaları hem de bazı yönetsel işlere bakmaları nedeniyle, icrai sınıflar kadar, hatta onlardan daha fazla, zulüm suçunu işlemişlerdir.(A. Mumcu)’’s.311

‘’16. yüzyılın ilk yarısındaki ayaklanmaları, halkın birey ve topluluk olarak devlet karşısında bir değer elde etme, haklarına riayet edilmesini sağlama girişimleri olarak değerlendirme gerekmektedir. Eğer başarıya ulaşmış olsalardı, bu açıdan tarihin akışı değişecek, sonraki yüzyılların cumhuriyet doğrultusunda gelişebilmesi için koşullar oluşacaktı. Ancak kazanan devlet ve kullu ideolojisi oldu; Batıdaki gibi insana dair olan ‘hak’ kavramı yerine, Tanrı’ya ait ’Hakk’ kavramı gelişti; ‘hak’ bilinci gerçekleşmeyince ‘Hakk’a sığınma bilinci, dolayısıyla Hakk’ın yeryüzündeki gölgesi despotlara ‘tebaa’ olma, sürüleşme bilinci gelişti.’’s.297
‘’Osmanlı sisteminde hak değil yalnızca ’imtiyaz’ ve ‘lütuf’ vardır. Haklar değil de imtiyazlar peşinde koşan Osmanlı insanı, her türden birliktelikten kaçınarak, kendini devletin insafına terk etmiştir.’’s.297

Esasen derdi Türkleştirmek ya da İslamlaştırmak değil Sünni-İslam kılıfıyla dünyaya ve zenginliklerine egemen olmak olduğundan, Osmanlı dünyaya egemen olan güçlü bir devlet için her yolu mübah gören Makyavelist bir siyaset izlemiştir. S. 149

‘’Bu noktada Makyavel’in Osmanlı’ya dair görüşleri ilginçtir: ’Büyük Türk’ün tüm monarşisi sadece kendi tarafından yönetilmektedir. Diğer herkes kullarıdır. Memleketini sancaklara bölerek onlara çeşitli yöneticiler gönderir. Onları iradesine ve keyfine göre değiştirir veya geri çeker.(…) Türk’ün toprağını fethetmek zordur. Çünkü herkes sultanın kulu olduğu için onları satın almak güçtür. Ayrıca kul yöneticiler elde edilseler bile peşlerinden halklarını sürükleyemezler. Bu yüzden Türklerle savaşanlar, karşılarında birleşik büyük bir kuvvet bulacaklarından emin olmalıdırlar. Buna karşılık bir kere fethedilince Türklerin topraklarında tutunmak çok kolaydır. Çünkü halkı sürükleyen bir lider olmadığından, artık orada korkacak bir kimse yoktur.’’’s.298

‘’Gerçekten de bir kullar devleti olması merkezi despotik karakteri Osmanlı devletinin hem üstünlüğü hem de zaafıydı. Üstünlüğüydü, çünkü bu sayede alternatif güç odaklarının yaşamasına izin vermeyerek kendi süreğenliğini sağlıyordu. Komşularına karşı büyük bir aseri performans sağlıyordu. Diğer yandan zaafıydı, çünkü bu yapısı nedeniyle her türden farklı eğilimi bastırarak ekonomik, askeri, bilimsel vb. alanlarda kendini yenileyip aşabilmesini engelleyen bürokratik bir donmaya uğruyordu. Egemenlik altında tuttuğu halklara hep yabancı kalıyor, egemenliğini ancak askeri üstünlüğünü koruduğu zamana kadar koruyabiliyordu.’’s.298

‘’Sorun böylece tarihi bir evrim içinde ele alınırsa, Osmanlı devlet tipinin ‘despotik’ bir devlet tipi olduğu ve bu devlet tipinde ’merkezi’liğin ve ‘istikrar’ın devamlı sınıflaşma eğilimiyle savaşarak kazanıldığı (veya kazanılmaya çalışıldığı) görülür’’Bunun da sonucu olarak Osmanlı devletinde iktidar, devamlı olarak kavga konusu olmakta ve toplumu devamlı savaş halinde bulundurmaktadır.’’ (T. Timur) age.s.298

‘’Osmanlı padişahlarının ömrü at sırtında geçmiş; 1. Murat’ı, 1. Beyazıt’ı savaşlarda, Kanuni’yi, Fatih’i sefer sırasında kaybetmiş; yani imparatorluk sürekli savaşlarla yoğrulmuş, Balkanlar’da, Anadolu’da, Acem’de Arap’ta ve tabii hanedanın kendi içinde sürekli savaşmış durmuştur. Onun sağladığı, bu anlamda mal ve can güvenliği değil, uzun ömürlü bir devlet düzeni olmuştur. Dahası istisnalar hariç, süregeldiği savaşlarda, kendini ve meşru haklarını savunma savaşları değil, tersine ‘cihan hakimiyeti’ amacı çerçevesinde haksız ve zalimane savaşlar olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı, egemen olduğu bu uzun süre içinde, diğer imparatorluklar gibi ciddi insanlık suçlarının da faili olmuştur. Bu bağlamda geçmişte Osmanlı denetiminde olan tüm halkların Osmanlı’yı kötü anmasını, salt bugünkü egemenlerinin veya milliyetçi ideolojilerin manipülasyonu olarak göremeyeceğimiz açıktır.’’s.321

‘’Dolayısıyla Osmanlı’da sorgulanması gereken çok ciddi bir yapısal problemle karşı karşıyayız. Büyük devlet olma, ‘aleme nizam’ verme fikri temelinde sürecin halktan ve diğer halklardan yana faturasını gizleyen ve aklayan sağcı tarih yazımı, gerçekte insanın ve toplumun değil, devletin ve onunla bütünleşen çıkar ilişkilerinin ideolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. ‘Kutsallık’lar ve ‘kahramanlık’lar ardına sığınması da, esasen bu niteliğini gizlemeye yönelik kaçınılmaz bir durum olmaktadır.’’s.233

‘’Halka ve öğrencilere yönelik yazılmış resmi tarihlerde padişahları, özellikle de kuruluş ve yükseliş süreçlerindeki padişahları, savaşları, özellikle de Osmanlı’nın kazandığı savaşları öğrenir, ama üretim ilişkilerini, halkın durumunu, yaşanan hak ihlallerini öğrenemeyiz.(…)’’s.31

‘’Osmanlı’yı sorgulayan bir yaklaşım sunmamamız halinde, bulduğu her fırsatta komşu topraklarına, hem de Müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmadan, Türkmen, Arap, Rum, Sırp ayrımı yapmadan saldırıp egemenlik kurma çabasını da meşrulaştırmış oluruz. Bunun ise, günümüzde eşit, adil, birleşik bir dünya düzenine uyumlu uygar bir halk haline gelmek vaya daha mütavazisi ülkemizde farklı kimliklerle ve komşu ülkelerin halklarıyla kardeşleşebilimemiz, keza içeride de demokratikleşebilmemiz, insanlık erdemlerini tarihimizle kimlik çatışmasına girmeden yaşayabilmemiz imkansızdır.’’s.321

‘’Tanrı görev veriyor ve bizimkiler de ‘halkı yedirmek, giydirmek ve korumak’ için Orta Asya’daki çadırından çıkıp atına atladığı gibi Batının ‘aç, çıplak ve güvensiz halklarını’ kurtarmaya geliyorlar, ta Viyana kapılarına kadar! Tabii bu illüzyonun perdesini kaldırdığımızda, öncelikle ‘düşman’ın bizzat kendileri olduğunu görüyoruz. Dahası bu saldırılardan geride milyonlarca insanın kanlı bedeniyle sulanan topraklar (…) yerinden edilmiş, tecavüze uğramış, birikimlerine el konulmuş, mekanları ve tapınakları yıkılmış ya da işgalci ‘kurtarıcıların’ mekan ve tapınaklarına çevrilmiş koskoca bir coğrafya ile karşılaşıyoruz. Tabii benzeri ‘Tanrısal emir’ lerin sadece Türklere geldiği sanılmamalıdır; başkalarına da verildiğini biliyoruz; Papa 2. Urban’a da veriliyor aynı ‘Tanrısal emir’; dahası Haccac’a, Timur’a Kristof Colomb’a vs…(en son emir de Bush’a geliyor!) Tabii böylesi emirlerin geride bıraktığı, sadece tecavüze uğrayan halkların acıları değil, aynı zamanda tecavüze alet olan halkların da ağır bir ahlaki kirlenmesi oluyor’’s.323

‘’Esasen ister dün ister bugün olsun, ‘kaos düzeltme’ kaygısıyla davrandığını söyleyen tüm müdahalelerin, gerçekte kendilerini egemen kılmak, ve yeni maddi olanaklar elde etmek kaygısıyla davrandığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Nitekim Osmanlı ve Türkmen göçlerinin aradığı gerçek şey, fetihlere neden olan gerçek saik, ekonomik zenginlikler ve uygun yerleşim alanlarıydı. Aksi durumda, söz konusu asalak hiyerarşileri dağıtıp, kurtardıkları halkın teşekkürüyle dönüp geri gitmeleri gerekeceği açıktır. Oysa bildiğimiz gibi bu ‘kurtarıcılar’ çekip gitmiyorlar, aksine yerleştikçe yerleşiyordu; bu durumda yerel halka düşen de kendinden olan eski efendi yerine kendinden olmayan bu yeni efendiye haraç vermeye başlamaktı. Sonuçta neresinden bakarsak bakalım Osmanlı’nın, bölgenin diğer asalak hiyerarşilerini dağıtıp onların yerine kendi asalak hiyerarşisini kurduğu gerçeğini teslim etmek durumundayız. Bu durumda sadece görece olumluluk (ve olumsuzluklardan) söz edebiliriz, hepsi bu.’’s.324

‘’Üstelik bilmediğimiz olasılığa karşılık iyi bildiğimiz bir şey var: Adı Osmanlılar (veya Romalılar fark etmez, işgalcinin en iyisi de sonuç itibariyle işgalci) olan birilerini günün birinde palalarıyla o toprakların bin yıldır sakini, sahibi, üreticisi olan insanların karşısına dikilip, ‘bundan sonra burası bizim, ya siz de bizim gibi olursunuz, ya da artık bizim olan bu topraklarda yaşamanın bedeli olarak kelle vergisi(cizye) verirsiniz, ya da ötesini varın siz düşünün!’ dediği bir realiteyle karşı karşıyayız…Ötesi laf-u güzaf.’’s.325

‘’Dolayısıyla eğer gerçekçi bir tarih yazımı yapacaksak, söz konusu bu keyfiyeti Malkoçoğlu veya Rambo’vari bir illüzyonla anlatma yöneliminden vazgeçeceğiz; ikincisi eğer hümanist bir tarih yazma sorumluluğu duyuyorsak, ayrımsız her türden fetihçi yönelim karşısında sorgulayan bir yaklaşım sunacağız. Son olarak da bazı fetihlerde olduğu gibi eğer tarihsel evrimin önündeki bir engelin yıkılıp atılmasına veya toplumsal bazı yararlara neden olmuşsa, bunu da sonuçlar olarak ortaya koyacağız. Ama bunun dışında ‘biz’i ‘onlar’dan ayıran, ayrımcılığı meşrulaştıran, ‘bizim’fetihleri olumlayıp ‘bize’ karşı yapılmış fetihleri ‘işgal’, ‘haçlı zihniyeti’ (ki bunun izdüşümü de ‘hilal zihniyeti’dir) diye anlatan metinlerin tarih değil, olsa olsa propaganda ve koşullandırma metinleri olduğunu teslim edeceğiz.’’s.326

‘’Nitekim (Garaudy) Osmanlı ve İslam fetihçiliğinin köleliği ortadan kaldırdığını söylerken gerçeği tahrif etmektedir.(…) Köleliği kaldırmak şöyle dursun, 600 yıldan sonra Osmanlı’nın dünyanın en yaygın köle pazarlarına sahip coğrafyası olduğu da bir diğer gerçek. Osmanlı’da kölelik, ancak 1847’de Abdülmecit’in İngilizlerin baskısıyla köleliği yasaklayan fermanından sonra ortadan kalkmaya başlayacaktır. Buna ek olarak Osmanlı’da, Müslim gayri-Müslim, Sünni Alevi, yöneticiler yönetilenler arasındaki ekonomik ve siyasal eşitsizlikleri de anımsayınca ‘eşitlik ilkesinde direnmek’ sözünün doğru olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.’’s.327

‘’Osmanlı’nın daha yüksek bir ekonomik örgütlenme getirdiği iddiası da boş bir laftır. Osmanlı ekonomi düzeni görece adaletine karşın üretim etkinliği, dinamizmi ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve üretime uygulanması noktalarında çağının gerisindedir. Sosyal örgütlenme açısından da aynı şeyi yinelemek zorundayız. Osmanlı’nın çağının en büyük örgütlenmesi olduğundan söz edebiliriz; ancak en gelişkin sosyal örgütlenme getirdiği doğru değildir. Bunun en basit ifadesi Osmanlı şehirlerinin imparatorluk merkezi İstanbul hariç genel olarak Batı şehirleşmesinin çok gerisinde kalmış olması gerçeğidir. Ticari gelişime, sivil örgütlenmeye getirilen sınırlama ve ağır denetim Osmanlı şehirleşmesinin gelişimini engellemiş(…) sosyal örgütlenme ve canlılık açısından İstanbul bile bir Venedik, Ceneviz, Paris, Londra olmayı başaramamıştır.’’s.327

‘’Onca zafere ve talana rağmen, üstelik Avrupa yeni ticaret yollarını kullanmaya başlamamışken, Osmanlı ciddi bir ‘değerli maden’ sıkıntısı yaşamaya başlamıştı bile. Buna bağlı olarak dinsel bağnazlık devlette hızla kurumlaşmış; Fatih gibi dinen ‘’laik’’, siyasal olarak da çok güçlü bir padişahın döneminde her ne kadar bu çok hissedilmemiş ise de devletin topluma din dayatan ve kendi içinde değişme olanakları giderek sınırlanan yapısı da netleşmişti. Nitekim Fatih’in şeriatçıları çok rahatsız eden uygulamaları da kendi çevresi ve gayrımüslim halkların durumuna ilişkin olup, Türkmen halka yansımıyordu(Tabii kendinden sonra başlayacak olan halka yönelik dinsel terör de uygulanmıyordu).s.266
İşte Osmanlı, adeta ulaştığı zirveyi böylesine kemikleştirirken, gerçekte içsel değişim dinamiklerini ortadan kaldırıyordu.s.266’’

‘’Ekonomik kaynakların bütünüyle merkezden dağıtılması ve bununla bütünleşen siyasal tekel, devletin halkı tek yanlı olarak kendisi gibi yapmasını, yani Sünnileştirmesini beraberinde getirecekti. O güne kadar yüzeysel olarak Müslüman olan halkın Sünnileştirilmesi, sonraki dönemde hem devlet içindeki şeriatçı güçlerin etki alanını artıracak ve hem de toplumun ana damarının farklılaşmaya kapalı hale gelmesine ve tutuculaşmasına neden olacaktı.’’s.268

Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki dinsel serbestliğin aksine devlet kurumlaştıkça kendi Sünni dönüşümüyle orantılı olarak sünni ideolojiyi de kurumlaştırmış, dini toplumsal kontrol aracı olarak topluma hakim kılmaya yönelik yoğun bir çaba harcamıştır. S.262

‘’Böyle olunca, sistem kendisini bu mutlak iktidar tekeline sahip egemen sınıfın çıkarına göre dondurup kutsar ve bilim ve teknolojinin gelişimi yanı sıra üreticilerin çıkarları doğrultusundaki değişimlere de kapanır. S.240 Her türlü değişim, Tanrının işine karışmak olarak, kutsiyetin bozulması olarak ‘’Tanrı’’ adına reddedilir.

Dünyanın en büyük devletlerinden birini yaratmış olmasına rağmen Osmanlı, ekonomik akıl(üretime dair çareler düşünme yeteneği), bilim ve teknoloji, fikri ve bilimsel ilerleme anlamında dünyadaki ilerlemeden kopmuştur. Bu ise onu eskiden önünde titreyenlerin gerçekleştirdiği atılımlara tamamen seyirci kalmaya mahküm ediyordu. Zirvesindeyken kurumlaşıp dondurulan düzen, Fatih dönemi fikri zenginliğini de onun hemen akabinde yitirmiştir. Kurumlaşan düzen, Sünni şeriatçılıkla tahkim edildiği oranda, demokrasi dinamiklerinin oluşup, rejimin kendini aşma potansiyelini açığa çıkarması da olanaksızlaştırmıştır. Dahası bu Sünni kurumlaşma arttıkça, gayrimüslim tebaanın enerjisi rejime tümden yabancılaşarak bağımsızlık arayışlarına neden olurken, Müslümanların enerjisi ise (Sünni) tektipleştirmenin sonucu tevekkülcü bir sinikliğin kurbanı olmuştur.S.268

‘’Kuşkusuz çürümüş Bizans’a oranla halka daha yaşanılabilir bir düzen, iç savaşlardan yorgun Balkan’lara görece istikrarlı bir yaşam, Katolik tehdidi altındaki Ortodokslara dinsel inanç özgürlüğü sunmuş ve bunlar onun çok uzun ömründe rol oynayan faktörler olmuştur. Daha önemlisi, ilk yüzyıllardaki savaş üstünlüğü ve devasa güçleri denetim altında tutma ve yönetme inisiyatifi gösterebilecek yetkinlikteki devşirme bürokrasisi, yanı sıra çoğu Arap, ve Acem kültür sentezince şekillenmiş ulemanın Sünni devlet geleneği ve toplumun kontrolü konusundaki birikimlerini Osmanlı’ya taşımadaki yetkinlikler de bu uzun ömrün tayin edici faktörleri olmuştur.’’s.320

‘’Ancak bu ilerlemeye rağmen Osmanlı ‘’hukuk’’ sistemi, kabul edilmelidir ki insanlığın o zamanda ulaşmış olduğu düzeyin gerisindedir. Çünkü kişi hak ve özgürlükleri daha 1215’te yani Osmanlı devletinin kurulmasından bile çok önce İngiltere’de ‘’Magna Carta Libertium’’ yasasıyla güvence altına alınmıştı.’’s.294 ‘’Ve 2. Mehmet, Magna Carta’dan 262 yıl sonra, padişah olan şehzadelerin kardeşlerini öldürebileceği ilkesini getiriyordu.’’s.294 Diğer yandan Osmanlı, siyaseten katl’i bir ‘hukuk’ kurumu haline getirmekle de tipik bir despotizm örneğidir. Kuşusuz siyaseten Katl kurumu İslam hukuku sisteminin esaslı bir dalı olan İslam ceza hukukunun bir parçasıdır. Ancak Osmanlı pratiğine baktığımızda İslam hukukunun verdiği cezalandırma keyfiyetini fazlasıyla kullanan bir örnek olarak çıkar karşımıza. S.295

‘’ Osmanlı, kendi ordusunu ‘’yeniçeriyi’’ imha eden, üstelik bunu son bireyine kadar büyü bir hukuksuzlukla yapan dünyadaki tek devlet örneğidir.’’s.293 Üstelik bu hukuksuzluğun1789 Fransız Devrimi’nden, yani eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün telaffuz edilmeye başlanmasında 37 yıl sonra gerçekleştirmesi de, Osmanlı’nın dünyada yaşanan evrimden ne derece koptuğunu göstermesi açısından çarpıcıdır.’’s.293

‘’Kozmopolit bir ideolojiyle davranan ve egemenlik amacı için her şeyi mübah gören yani tam bir Makyavelist siyaset izleyen bir güçle karşı karşıyayız. Tabii kabul edilmelidir ki Osmanlı, diğer nedenlerin yanı sıra bu kozmopolit ideolojik kimliğinin sağladığı avantajlar sayesindedir ki imparatorlaşacaktır. Kardeş oğul demeden her rakibi katletmeden, paralı asker, devşirme bürokrasisi kurmadan, talan akımları yapıp başkalarının birikimlerine el koymadan, Müslüman-Türkmen demeden yanında yöresindeki herkesin zayıf noktasını bulur bulmaz çullanacak bir erdem yoksunluğuna sahip olmadan tarihin bu ilkel dönemecinde egemen bir güç konumuna yükselmek mümkün değildir.’’s.149

‘’Görüldüğü gibi bütün veriler tipik bir despotizme çıkmaktadır.’’s.293 Ama elbette, merkezi despotik yönetim salt Osmanlı’ya veya şeraite özgü değildir, bu durum imparatorlukları ve tüm din şeraitlerini ve totoliter ideolojileri belirleyen temel ilkedir ve Osmanlı da bu yolu izlemiştir. Esasen doğrunun Tanrı’dan geldiği, dolayısıyla tek ve mutlak olduğu düşüncesinin kaçınılmaz sonucudur. Dahası imparatorluklar, dinlerin mutlakçı yaklaşımlarını esneterek uygulamak anlamında, dinsel dogmatizme ve önceki dönem şeriat düzenlerine göre belirgin bir ilerleme kaydetmiştir. Egemen dinsel ve dünyevi ideolojilerin ilkelliği nedeniyle o dönemler ve imparatorluk kurmak için bunlar doğal ve normal idi, tarihi günümüz değerleri içinde yargılayamayız. ‘’Böyle bir itirazın yapılması, eğer kendi içinde tutarlı olunacaksa, şer-i hukukun evrensel ve zamanlar üstü olduğu iddiasından da vazgeçilmesini zorunlu kılmaktadır; aksi taktirde hem Osmanlı’nın günümüz değerleri temelinde yargılanmaması gerektiğini söyleyip hem de İslam hukukunun evrensel ve bütün zamanlarda geçerli bir model olduğunu söyleme bir ikiyüzlülük olacaktır.’’s.293,294

‘’Bu dini kurumlaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak rejime(ve artarak Sünnileşen halka) yabancılaşan gayrimüslimler, daha sonra dünyada gelişen milliyetçilikle kendi ulusal benliklerine yönelirken, bu durum Osmanlı’daki merkezkaç güçlere bir yenisinin eklenmesine neden olacaktı. Daha da önemlisi, dünyayla çok daha rahat eklemlenen ve bunun sayesinde Osmanlı’ya karşı çok ciddi bir inisiyatif kazanan gayrimüslimler, bu bağlamda (15-16. yüzyıllarda dünyanın egemen gücü olan s.271,274) Osmanlı’yı çökertme dinamiğine dönüşecekti. Sivil toplum oluşamadığından, gelişen bu milliyetçi dalga da, yeni bir ‘’düşman’’ve ‘’kafir’’ odak olarak kanla bastırılmaya çalışılacaktı. Tabii bastıracak güç de kalmayacaktı; çünkü devreye sömürgeci büyük devletler girecek ve sonuçta büyük ekonomik ve insani kayıplara rağmen gayrimüslimlerin bağımsızlığını kazanması yönündeki eğilimin önü alınamayacaktı. Oysa Tanzimat’la başlayan, gayrimüslimlere de eşit hak tanınması süreci akamete uğramasaydı, sonraki dönem hem böylesine tahripkar olmayacak hem de çok kimlikli bir düzene geçilerek belki de işte o zaman dünyaya örnek bir model geliştirilebilecekti.’’s269

Dış talan olanakları ortadan kalkıp iç talan giderek artınca, Osmanlı düzeni, her şeyiyle Engels’in şu yargısını doğrular bir hal almıştır: ‘’…öteki Doğu egemenlikleri gibi Türk egemenliği de kapitalist bir toplumla uzlaştırılamayacak bir şeydir. Çünkü elde edilen artık değeri, zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkansızdır. Burada burjuva mülkiyetinin bir temel şartını, yani tüccarın ve malının(mülkiyetinin) emniyet altında bulunması halini görmüyoruz’’. Böyle bir düzenin dengeleri bütünüyle dışsal bir akara (talan geliri) bağlıdır. Bu temel girdinin ortadan kalkması durumunda asalak yapının içe büzülüp kendini yiyen bir canavara dönüşmesi kaçınılmazdır.’’ S.276

‘’Kaldı ki Marks’ın özlü ifadesiyle ‘başka halkları köleleştiren halkların kendisi de özgür olamaz’lardı.’’ Nitekim Osmanlı örneğinde de gördüğümüz gibi Bitanya’dan başlayarak gazaya başlayan Türkmenler, bir müddet sonra kendi özel örgütünü(kapıkulunu) kuran efendilerinin kendilerini hizaya çekmeleri gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorlar ve zaman zaman diğer egemenlik altına alınan halklardan çok daha ağır koşullarda yaşamak zorunda bırakılıyorlardı. Nitekim Osmanlı’nın en yüksek noktaya ulaştığı yüzyıllarda Anadolu, Balkanlar’dan çok daha geri maddi koşullarda, çok daha ağır baskı koşullarında yaşıyordu. İmparatorluk imparatorluk olabilmek ve öyle kalabilmek için en çok kendi kurucu halkını yemiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı hinterlantında, maddi koşullar, yaşam güvencesi, eğitim vb. her alanda en geri olan bölgedir Anadolu. İşte ‘nizam-ı alem’ kurma iddiasıyla savaştan savaşa, kırımdan kırıma koşan Osmanlı’nın Türk halkına bıraktığı biricik miras budur. (tabii Osmanlı sarayındaki devşirmelerden daha çok yabancılaşmaya uğramış ve bu durumu daha çok Türk-İslamcılığa sarılarak gizlemeye çalışan günümüzün Osmanlıcıları da cabası)’’s.325, 326

‘’Osmanlı birliği gerçekten de kabileler, beylikler temelindeki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmış, ancak birincisi bunu milyonların ölümü pahasına gerçekleştirdiği bir yana, ikincisi halkın ezilmesi ve diğer merkezi devletlerle daha büyük çaplı ve süreğen savaşlarda kırdırması ile sürdürmüştür. Halka ve başka devletlere karşı savaşlar, bütün dünyaya egemen olmak(hala böyle ilkel hayalleri bu topluma egemen kılmak isteyenler buna ‘cihan hakimiyeti mefkuresi’ diyorlar) ve mükemmel olduğu varsayılan düzeni tüm dünyaya egemen kılmak(buna da ‘nizam-ı alem’ diyorlar) motivasyonlarıyla artarak sürdürülmüştür. Tabii sorun böylesi ideolojik ideallerin gerçekleşmesi gereğinden değil, tam tersine bunu zorunlu kılan talan temelli bir ekonomik yapı kurulmuş olmasından kaynaklanmaktadır; işte bu yapının istikrarı da bu savaşları zorunlu kılmıştır. Söz konusu ideolojik argümanlar da ‘istim arkadan gelsin’ misali oluşturulmuştur.s.328,329

‘’Kılıçla dış talan gerçekleştiren devlet, giderek teknolojik gelişmeye bağlı olarak artan bir ekonomik dış talana uğrar’’s.264

‘’Bir diğer ifadeyle Osmanlı tarihi, köleleştirenlerin köleleşmesi, fethedenlerin fethedilmesiyle son bulur.’’s.265

‘’Ancak bu yıkılış egemen Türk ideolojisi nezdinde hep bir ‘felaket’ olarak algılanageldi.’’s.30

Kabul etmek zorundayız ki Osmanlı devletinin yıkılması, diğer tüm imparatorlukların yıkılması gibi, insanları ve toplumları birleştirici unsurun din olduğu din devletleri ve imparatorluk evresinin kapanması ve evrensel tarih açısından olumlu bir olgudur.s29,30

‘’Bu noktada Osmanlılar adına mazeret üretmeyi kendilerine meslek edinmiş olan tarihçiler bunu devletin çok büyük dış tehlikelerle karşı karşıya olmasına bağlar.’’s.295
‘’Oysa burada dış tehlikenin bu sürekliliğinin, tamamen Osmanlı’nın yayılmacı ve tahakkümcü siyasetinden kaynaklandığı gerçeğinin altını çizmek gerekiyor.’’ S.295

‘’Kimi bazı uygulamalarla kıyaslayarak Osmanlı’nın dönemi içinde (diğerlerine göre) daha iyi yanları olduğundan söz edilebilir, ama (…) karşımızda duran despotik bir devlettir. Kuşkusuz tarih içinde bunu anlamak mümkün ve gereklidir; ancak günümüze benimsenecek bir durum gibi aktarmak, yanlış ve demogojiktir.(…)’’s.56

‘’Osmanlı’nın gerilemesinin nedenlerini salt dışsal, emperyalist sömürüye bağlamak şeklindeki yaygın açıklama, ciddi bir yanılgıdır.’’s.273

‘’Aksine bu geri kalışın nedenlerini öncelikle içte, merkezi iç dinamiği yavaşlatan, kaçakları ve yozlaşmayı zorunlu kılan, ticari gelişim ve üretim teknolojisinin gelişimini boğan yapısında ve tabii değişmeyi ’yoldan çıkmak’ olarak görüp bastıran dinsel dogmatizmde aramak gerekmektedir.’’s.274

‘’Dönemin siyasal süreçlerine ilişkin en kaba bakış bile başlangıcından 17. yüzyıla kadar saldırgan ve yayılmacı siyaset izleyen, dolayısıyla tüm komşuları için çok ciddi bir dış tehlike oluşturan ana faktörün Osmanlı’nın bizzat kendisi olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.’’s295

Dış tehlikenin ve sürekliliğinin de nedeni dış güçlerin emperyal siyasetinden çok Osmanlı’nın bizzat kendi yayılmacı ve tahakkümcü emperyal siyasetiydi. S.295

Emperyalizmi, başka ülkelerin halklarını kaba kuvvetle ya da çeşitli yöntemlerle sömürmek olarak tanımladığımızda, Osmanlı, zamanının en büyük emperyalistiydi.

‘’Osmanlı siyaset tarzını o günün koşullarında dahi savunmak, talan ve fetihçiliğin en başarılı örneğini savunmaktır.’’s.322

‘’(…) kendi meşrebince en uzun ‘barış’ı ve çağına göre en yüksek uygarlığı kuran Roma İmparatorluğu’nu, Türk yurtlarını kan gölüne çeviren Emevi’leri, Amerika kıtasını yerle bir eden İspanyolları ve tabii bunların çağdaş versiyonları olan emperyalistleri de savunmaktır.’’s.323


( “İnsanlarımız Arap ordularının Buhara önlerinde ne aradığını, hangi meşru gerekçeyle atalarımızın kanını döktüğünü (ve tabii aynı şekilde Osmanlı’nın Viyana önlerinde, İspanyol’un Amerika kısasında vb), hangi hakla halkların kanını akıtabildiğini sorma bilincine ulaşmak zorundadır.
Bu bilinçle donanmalıdır ki ister kendine yapılmış olsun, isterse kendisinin başkasına yaptığı, her türden insanlık suçunu aynı ölçütlerde reddetme erdemine ulaşsın; insanlaşmanın mihenk taşlarından biri de bu çünkü. Aksi takdirde hep birileri bize saldırınca “adalet ve insanlık” tan söz edip, ama fırsat buldukça coşkulanarak birilerine saldıran ikiyüzlü insanlar olarak yaşayacağız. Aksi takdirde İstanbul’un fethini, Viyana kapılarına dayanmayı kutlayıp, Bosna’da Sırpları, Filistin’de Siyonizm’i lanetlemek şeklindeki tarihsel bir şizofrenide yaşayıp gitmeye devam edeceğiz.
İnsanlarının çoğunun böyle bir çifte standart ahlak(sızlık)la belirlendiği bir dünyada ise silahlanmaya ayrılan fonlar, eğitime, sağlığa, bayındırlığa, sosyal desteklere ayrılacak fonlardan hep daha fazla olacak ve bizler de hangi inanç veya milletin parçalarıysak, onların sembollerini istismar eden egemenlerin atgözlüğü takmış kurbanları olarak, diğer sembollerin kurbanı olanlarla düşmanlaşmaya devam edeceğiz.”-Nasıl Müslüman Olduk-Erdoğan Aydın)

Nilüfer Tekin

Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın

4) Devşirme ve Kozmopolit Osmanlı
18 Mart 2011 Cuma, 02:42 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi



(Bu yazı Erdoğan Aydın’ın Osmanlı Gerçeği adlı kitabından derlenmiştir.)

Osmanlı devleti ve tarihi, Türkmenlerin devleti ve tarihi olmadığı gibi başka herhangi bir ulusal aidiyetin içine de sığmaz/sığdırılamaz kozmopolit bir imparatorluk gerçeğine tekabül etmektedir.’’s.319 ‘’O, devşirme bir profesyoneller devletiydi ve tarihen o devasa boyutlara ulaşabilmesi için de böyle olması gerekiyordu.’’s.319

‘’200 yıldır Batı Anadolu’ya akmakta olan ve adı konulmamış bir şekilde Anadolu’yu fethe uğratan Türkmen göçünün, beyliklerin kurumlaşmasına bağlı olarak özgüven kazanmış bir şekilde arttığı ve gazayla birlikte Osmanlı’ya aktığı düşünülecek olursa, Osmanlı’yı oluşturan asli öğenin Türkmen karakteri tartışılamayacak kadar nettir.’’s.77

‘’Öncelikle bilinmelidir ki, başta Osmanlılar olmak üzere gaza yapan Türkmenler arasında çok farklı bir inanç atmosferi söz konusudur.(…)’’s.61

Türk boylarının kabul ettiği İslamiyet özellikle başlangıçta’’Oğuzların eski Şaman inançlarında fazla bir değişiklik getirmeyen, katılaşmamış, derme çatma bir din yapısındaydı. S.71

‘’Göçebe demokrasisi içinde, daha sonraları Kızılbaş adı altında toplanacak olan Batıni inanç, bu dönem Anadolu’sunda en yaygın inanç durumundadır.

‘’Esasen Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, iktidarda temsil edilen dinsel anlayış da alabildiğine gevşek ve kurallardan uzaktır.’’ S.72

‘’Tabii kurumlaşmasını müteakip, Osmanlı aristokrasisi, tıpkı Selçuklu Devleti’nin yaptığı gibi; yerleşik hayat, katı hiyerarşi, toplumun kontrolü, asker ve vergi düzeninin güvencesi açısından Sünni Ortodoksinin Hanefi ekolünü devletin resmi mezhebi haline getirecektir; dahası Osmanlı, Sünni/Hanefi mezhebi kendi halkına dayatacak, dolayısıyla kendi geçmişine yabancılaşma yoluna gidecektir. Bu noktada Abbasi hilafeti karşıtı Vefai ve Selçuklu karşıtı Babai gelenek çerçevesinde biçimlenen Osmanlı kuruluşunun, kurumlaşması sonrasında egemen sınıf çıkarları çerçevesinde kurucu zihniyeti tasfiyeye yönelmesindeki tarihsel trajediye özellikle işaret edilmelidir. Öyle ki o, kendisiyle birlikte Mevlana’nın ve Hace Bektaş Veli’nin halifelerini bile yabancılaştırmayı başararak, onları devletin toplumsal kontrol aracı olarak kullanacaktır.’’s.75

Osmanlı devleti kuruluştaki Türkmen karakterine karşılık, sonraki dönemde tam tersine etnik ve ırksal, yanı sıra kültürel ve siyasal olarak Türkmenlere iyice yabancılaşmış, kozmopolit bir karaktere bürünmüş ve en çok da Türkmenleri ve inançlarını ezmiştir. S.78

‘’Özetle Osmanlı’yı heterodoks inançlı insanlar kurmuş, ancak bunların felsefesi devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Osmanlı Ortodoks bir dönüşüme uğramış ve uğratılmıştır. Aynı şekilde başta nüfusun ezici çoğunluğu bu Batınilerden oluştuğu halde daha sonra önce şehirlerde, sonra da tımar sisteminin devlete sağladığı ekonomik çıkarı dağıtma avantajının yanı sıra, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla kırlarda da giderek azınlığa düşürülecektir. Daha sonra Alevilik adı altında toplanacak olan bu inanç geleneğinin dışlanması ve kamu hayatında meşru kabul edilmemesi geleneği, Osmanlı mirası üzerinden ne yazık ki Cumhuriyet sonrasında da devam edecektir.’’s.75,76

Türkmenlerin ve Osmanlı’nın başlangıcındaki egemenlerin Sünni katılıktan uzak heterodoks bir inanç kavrayışına sahip olmaları Anadolu’nun yerleşik Hıristiyan halkının İslamlaşmasını kolaylaştıran ciddi bir işlev görüyordu. S.76 İlk Osmanlılar Hıristiyan halka genellikle Bizans imparatoru ve feodallerinden daha adil davranıyorlar, gerektiğinde onları diğer beyliklerin saldırılarına karşı koruyorlardı. Hıristiyan halk da hem kendilerini koruma gücünü yitirmiş hem de dinsel bağnazlık ve ağır vergilerle boğan Bizans yerine Osmanlı’yı tercih ediyordu S.76

‘’İlk Osmanlıların Hıristiyan halka genellikle Bizans İmparatoru ve feodallerinden daha adil davranması da Hıristiyanların, bu yeni egemenlerin dinine geçmelerinde büyük etki yapacak ve sonuçta çok köylüler Müslüman olacaklardır. Bu ise Osmanlı toplumsal, kültürel ve siyasal yapısını kaçınılmaz olarak etkileyecektir.’’s.76

‘’ Tabii tüm bu gelişmeden, Osmanlı’nın aynı zamanda bir Rum devleti olarak kurulduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Kuşkusuz bu süreçte ister tebaa isterse de savaşta ve devletleşmede katılımcı pek çok Rum vardır. Ancak doğudan düzenli olarak bir Türkmen göçü yaşanmaktadır ve bu nüfus, Osmanlı’nın yerleşip serpilmesinde tayin edici unsurdur. Yani ana dinamik Türkmen damarıdır’’s.76

Osmanlı, Selçuklu’nun dağılmasının üzerinden bir asır geçmişken henüz Selçuklu geleneğini aktarabilecek olgunluktan yoksun küçük bir beyliktir; dolayısıyla aralarında organik bağ yoktur.s.399 Tam tersi, Osmanlı, eski Türk devlet geleneğinden bir kopuştur.s.401

‘’Bizans-Roma geleneği Osmanlı’dan 400 yıl fazla ömür sürmüş, Osmanlı’dan önce Akdeniz’i kendi gölü haline getirebilmiş, monarşik bir gelenek üzerinden pek çok toplumu, dili ve inancı denetimi altında tutma becerisi göstermiş, ‘Osmanlı barışı’ gibi uzun yüzyıllar egemen olduğu topraklarda ‘Roma/Bizans barışı’ kurmuş, İstanbul’un fethedilmesinden 600 yıl önce Ayasofya gibi bir mimari harikayı gerçekleştirmiş ve çözülüp yok olurken topraklarını, yönetim tekniğini ve Müslümanların ele geçirmeyi çok istedikleri başkentini Osmanlı’ya terk ederek tarihin sahnesinden silinmiştir. Onun egemen olduğu topraklarda feodal bir çözülme, dolayısıyla üretim ilişkileri anlamında bir ilerleme yaşanırken, Osmanlı gelip Bizans misyonunu, yani tarihi ‘gözaltına alan bir dünya devleti’ olmayı başarmıştır. Bir başka ifadeyle Bizans, yerini Osmanlı’ya, yani Bizans/Hıristiyan bir antik imparatorluk yerini Osmanlı/Müslüman yeni bir antik imparatorluğa terk etmiştir.’’s.398,399 Osmanlı Bizans’ın yanı başında büyüdüğü, ilk kuruluş döneminden itibaren en yakın ilişkide bulunduğu, yerel ve merkezi yönetici kadrolarını ve onlar üzerinden kurum bilinci ve kurumlarını devşirdiği devlettir. ‘’Özetle Bizans’ın her anlamdaki tek mirasçısı olmuştur Osmanlı.’’s.399

Osmanlı ağırlıkla Selçuklu ve Türkmen beyliklerinin birikimi ve kadrolarıyla kurulmuştur. Osmanlı’nın devletleşmesindeki Rum etkisi ise kurumlaşmaya yaptığı katkıdır.s.78

Osmanlı’nın Bizans’tan etkilenmediği kendinden önceki Türk-İslam devletlerinin devamı olduğu yargılarının ideolojik bir öznellikle malul olduğu açıktır.s.400

Her iki imparatorlukta da dinsel otorite siyasal otoritenin altındaki bir meşrulaştırma aracıdır.s.401 Esasen bu model, imparatorluk olmanın da zorunlu bir gereğidir. Çünkü İmparatorluk, yapısı gereği, hiçbir dinin Allah’a atfen yazılı önermelerine sığmayacak kadar karmaşık, büyük ve canlı (koşullara ve ihtiyaçlara göre değişen) bir yapıdır.s.401
‘’İnsanlık dünyasının bugün özlediği birleşmiş dünya, Osmanlı İmparatorlu’nda kısmen de olsa gerçekleşmişti,’’(A. Toynbee, akt. K. Tahir,Notlar,c.14 s. 129) s.319

‘’Bu Noktada Osmanlı devlet geleneği, bir Türk devlet geleneğinin devamı değil, tersine geçmişinden taşıdığı askeri dinamizmin, İslam gaza felsefesiyle cihan hakimiyeti idealine bağlanması, Pers, Bizans, ve Abbasi(dolayısıyla Emevi ve Selçuklu) devlet geleneklerinin yeniden üretilmiş ifadesidir. Kuşkusuz o, bu örneklerin de basit bir yineleyicisi değil, deyim uygunsa dünyadaki imparatorluk deneylerinin evriminin en ileri örneğidir.’’S,240,319

İmparatorlukları ve bunların evrimleşerek en gelişmişi haline gelen Osmanlı Devleti’ni birleşmiş dünya devletinin ataları olarak kabul etmek gerekiyor. Ancak milliyetleri eriten imparatorluklarda birleştirici unsur ‘din’dir. Oysa bir birleşik dünya devletinin birleştirici unsuru din ya da milliyet değil ‘insan’ olması gerekir ki geleceğin dünya devletinde de böyle olacaktır.

Yeniçeri

‘’Osmanlı devleti, merkezi ordusunu ve bürokrasisini devşirmelerden oluşturmuş kozmopolit bir devlet örneğidir.’’s.341

‘’Gerçekten de bu tür devlet yapılarında kölelerden oluşan ordular çok görülmekle beraber, yeniçerilerle birlikte, tarihte ilk defa olarak farklı etnik gruplardan devşirilen çocukların özümlenerek (bu kadar düzenli) bir ordu yaratılması durumuyla karşılaşıyoruz.(Abbasilerin köle askerleri Osmanlı’nın Sırp ağırlıklı devşirmelerinden ayrımla Türk esirlerdi.)’’s.341

‘’Yeniçerinin 1363’te resmen kuruluşu (1. Murat zamanında s.371), Osmanlı devleti ve toplumla ilişkisi açısından da önemli bir değişimin yansıması olacaktır. İlk çekirdeği daha Orhan Gazi döneminde atılmıştı. Gazalardan elde edilen esirlerin beşte biri (pençyek) şeriat gereği büyük beyin payına düşüyordu. İşte bu kölelerden, belli ayrıcalıklar karşılığında işbirliği yapan ve Osmanlı beyinin ordusunda savaşmayı kabullenenler, doğrudan beyin özel askerleri haline geliyorlardı. Doğrudan hanedanın kulları olan bu askerler, bir yandan gazalara katılıp paylanırken diğer yandan da asaletleri, eğitim ve yeteneklerine göre, kurumlaşan yeni devlet bürokrasisinde etkin konumlara gelmeye başlamışlardı. Bu yöntemin hanedana, giderek iyice güçlenip merkezkaç güçler konumuna gelmiş diğer gazi beylerine oranla ayrıcalık ve otoriteyi güçlendirme olanağı sağlaması, hanedanın bu işi profesyonelleştirmeye yönelmesini de beraberinde getiriyordu. Mutlak bir egemenlik kurma amacının bir yansıması olarak ‘kapı kulu’, yani padişahın kapısının kulu (kölesi) olarak tanımlanıyorlardı. Bu çerçevede sadece esirle yetinilmeyip, bir de pazarlardan (köle pazarı) satın alınıyor ve asıl önemlisi, sonradan ordunun kaynağını oluşturacak olan hakimiyet alanındaki gayrimüslimlerden toplanan 7-20 yaş arası çocukların eğitimiyle yeniçeri ordusu kuruluyordu. Bir farkla ki, artık alınanlar Müslümanlaştırılıyorlar ve öncekiler için de Müslümanlaşmak daha etkin konumlara gelmenin koşulu haline geliyordu. (Tabii bu Müslümanlaştırmanın ilk aşamadaki karakterini doğru bilmek gerek. Çünkü bu görev, Ortodoks kesime örneğin Nakşibendilere değil de Bektaşilere, yani namazı, ramazan orucu, camisi, haremlik-selamlık ayrımı olmayan Batıni tarikat çevrelerine veriliyordu. Yani devşirmeliğin bu ilk ve askeri aşamasında, bütünüyle yüzeysel bir ‘Müslümanlık’ söz konusuydu. Ancak yukarıya, özellikle askeri aygıttan siyasal aygıta doğru yükselme gerçekleştikçe, yaşam tarzında olmasa da söylemde ve halkın geneline dayatılan kurallarda Sünni dil ve fetva geleneği yaygınlaşıyordu.) s.356, 357

‘’İlk seçmenin sonunda, aralarında en az umut verenler, kendilerini sultanın piyadeleri olarak yeniçeri ordusuna götürülerek bir eğitim izliyorlardı. (…) Daha parlak ve daha aykırı olan başkente gelir gelmez, bedence ve zekaca en yetenekli olarak tanınan genç Hıristiyan kulların yazgısı, iç oğlanı ya da gılman-ı enderuni topluluğuna katılmaktır. Uzun yıllar en gözde hocalardan sporla ilgili, askeri, düşünsel, sanatsal bütün alanlarda alabildiğine özen gösterilen bir eğitim göreceklerdi. Söz konusu olan, her birinin yetenekleri geliştirilerek dört başı mamur insanlar yapmaktı onları. Ancak bunun yanı sıra, tam bir bağlılık ve dürüstlük anlayışı içinde bütün devlet görevlerini üstlenebilecek biçimde yetiştiriliyorlardı.’’ s. 357, 358


‘’Nitekim Balkanlardan elde edilen güçle Türkmenlerin dize getirilmesi, Türkmenlerden elde edilen güçle de Balkanlar’ın dize getirilmesiyle süren ezici sarmalın tayin edici örgütlenmesi, bu aile ocağı ve dostlarından koparılarak herkese yabancılaştırılıp merkezin kulları, esasen padişahın koruyucusu kılınmış teşkilat sayesinde sağlanacaktır.’’s.342

‘’Bu sistem salt saray bürokrasisi ve yeniçerilerle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda ağırlıkla Türk/Müslümanlardan kurulu tımarlı sipahilerin bile giderek kapıkulu geleneğinden gelen kişilerin yönetimine verilmesiyle yaygınlaşacak ve ulemayla birlikte Osmanlı’nın asli egemenlik aygıtı olacaktır.’’s.343

‘’Lybyer, yönetim kurumu’nun adeta tamamen (İslam ordusunun Müslümanlardan kurulması gerektiği için, savaş esirlerinin beşte biri ve köle pazarlarından alınmış kölelerin yanında, Osmanlı tebaası olmuş gayrimüslimlerin bedence ve zekaca en yetenekli olan çocuklarına el konulup aileleri ve kültürlerinden koparılıp İslamlaştırılarak oluşturulan s.350, 357) Hıristiyan ve Batı Kökenli devşirmelerin elinde olduğunu ve bu kurumun bir köle-aile biçiminde örgütlendiğini tespit etmektedir. İslamiyet kurumunun ise eğitim ve yargı alanlarını elinde tutan, ama özgür Türk(+leşmiş)-İslam(+laşmış)kökenlilerin tekelinde olduğunu vurgulamaktadır. Sistem o kadar katı olarak düzenlenmiştir ki, devşirme veya dönmelerin çocukları artık Müslüman kökenli sayıldıklarından, yönetim kurumundan dışlanmaktadırlar. Öte yandan her iki kurumun eğitim yerleri de farklıdır. Birinciler Enderun’da eğitilirken, ikinciler medreselerde yetiştirilmektedirler.(…) Büyük köle-ailenin reisi olan hükümdarın kendi de köle annelerden doğmakta, kızlarını kölelerle evlendirmekte, köleler de ailelerinden ve toplumsal bağlarından kopartıldıklarından, tam anlamıyla padişahın ‘çocukları’ olmaktadırlar. Din kurumu ise sistemi ayakta tutan diğer bacağı, yani adalet ve toplumsal ideolojik çerçeveyi sağlamaktadır. (Osmanlı tıpkı diğer Müslüman, Pagan, Hıristiyan imparatorluklar gibi kılıf aramaya başlamadan önce ihtiyaç duyulanı yapıyor sonra da kılıfına uydurma işini de ulema hallediyordu s.352)Böylece bu iki kurum rakip olmanın uzağında, tamamlayıcı iki corpus olarak birbirlerini desteklemektedirler.’’s.343,344(M. A. Kılıçbay)

‘’Diğer yandan her ne kadar ciddi bir dönüştürme eğitiminden geçiyorlarsa da 7-20 yaş arası insanların geçmişlerini unutmalarının mümkün olmayacağı açıktır. Nitekim iktidarda önemli konumlar aldıktan sonra bile kendi geçmişleriyle bağlarını sürdüren örneğin Mimar Sinan, Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa gibi pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız.’’s.344

‘’Özetle Osmanlı düzeninde Türkmen/Müslüman (kökenli)olmak (bulunabilecek kimi istisnalar bir yana) yönetim kategorisine girmenin temel engeliydi. Buna karşılık görünüşte Müslüman olmak, Hıristiyan asilzadeleri için yönetim sistemine girmeye yetiyordu. Türkmenlerin 2. Selim zamanında, 1566’da kapıkulu sistemine girmek için sergiledikleri direniş(A. Toynbee) bu açıdan olsa olsa trajik bir gerçekliğe işaret ediyordu. Venedik Elçisi’nin de 1594’te kaydettiği gibi, ‘Türk kökenli olanlar, yönetimin dönmelere dayandığını görmekten alabildiğine hoşnutsuzluk içinde’ idiler.(G. Veinstein) Devletin en üst organı Divan-ı Hümayun, kendisinden, ‘tiksintiyle ‘köle pazarı’ olarak söz edilen bir kurum niteliğindeydi halk açısından. Bu ayrımcılık ve hoşnutsuzlukla, milliyetçiliğin geliştiği 19. yüzyıla kadar tüm ayaklanmaların Müslüman/Türkmen halktan gelmesi arasında bir bağlantı olmalıdır. Düzene sadece yönetilenler olarak katılabilen Türkmenler, bu sistemde siyaseten güçsüz bırakılan kategoriyi oluşturuyorlardı.’’s.344

‘’Bu yeni örgütlenme, halkın konumundaki değişiklikle örtüşüyordu:
1-gaza önderlerini, eski kabile demokrasisi içinde karar yetkisinde ikincil beyler olmaktan çıkarıp emir altında komutanlar konumuna indirgiyordu.;
2-gazalardan elde edilen malların doğrudan paylaşımı yerine artan oranda merkeze bırakılması politikasına yöneliniyordu;
3-gaza mallarını doğrudan paylaşan ve göçebe gelenekten gelen özgürlüklerini sürdüren halk, emredilen yerlere yerleştirilerek hareket özgürlüklerinden yoksun bırakılıyordu;
4-fethedilen toprakların doğrudan sahipliğinden yoksun bırakılarak örgütlenen tımar sisteminin sadece üretimden geçinecek reayası konumuna zorunlu kılınıyorlardı.’’s.358

Aynı süreç devletle ‘ahi örgütlenmesi’ adı altında örgütlenmiş olan esnaflar arasında da yaşanıyor, ki onlar da, söz konusu kurumlaşmaya bağlı olarak, o zamana kadar sürdürdükleri iç özerkliklerini yitirmeye, yükselen devletin esnafı kontrol etmesinin aygıtına doğru değişime zorlanıyorlardı. s.359 Resmi tarihin ‘ahi reisi’ olarak tanıttığı 1. Murat, Ankara Ahilerinin ayaklanmasını bastırarak Ahi direnişini eziyor ve ahi örgütünün özerkliğini kaldırıyordu. S.359

‘’Yeniçeri örgütlenmesinin başlangıç sürecinde Bektaşilerin yanı sıra Ahi teşkilatının da önemli bir payı olduğundan söz eden Uzunçarşılı, daha sonra Ahiliğin güç yitirmesine karşılık Bektaşiliğin güç kazanmasına bağlı olarak yeniçeri teşkilatındaki Bektaşi rengin iyice baskın hale geldiği düşüncesindedir. (…) sonraki dönemde yeniçeri üzerindeki Bektaşi etkisi tartışma götürmez bir açıklık kazanacaktır.’’s.373

Yeniçeri ocağının, Bektaşilik yanı sıra Ahi ve Mevlevi etkilerini taşıyarak kurulmuş olmasına karşın, daha sonra yalnızca Bektaşi Dergahına bağlanmıştır. S.374

‘’Esasen yeniçerilerin Bektaşilikle alakaları ocaklarının kaldırılmasına kadar sürdüğü görülecek ve tüm bu süreçte bunların ocaklarına, ‘Ocağ-ı Bektaşiyan’ ve kendilerine de, ‘Taife-i Bektaşiye’… denirdi (Uzunçarşılı,s.149,150)‘’ s.374

‘’(…)(Yeniçerilerin)Asıl rolleri, fetihlerle birlikte büyüyen tımar sisteminin yarattığı feodal bölünmeleri önlemektir Sorun bu şekilde konulunca, yeniçerileri de sadece ücretli askerlerden oluşan bir ordu olarak görmek yerine, tüm kapıkulu sisteminin temeli olarak ele almak gerekir.(T. Timur,s.114)’’s.348

‘’Kapıkulunun askeri parçası olarak yeniçeri ordusu bir çeşit hassa ordusu olup, kendisini ‘bir numaralı yeniçeri’ sayan padişahın özel kayırmasına sahipti. Esasen Akdağ’ın da belirttiği gibi, ilk kurumlaşmadan sonra Osmanlılar, kendi aristokrasisini Türk unsuru dışından yaratmaya yönelecekti.(İ.Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi,s.189) Fatih’e kadar ağırlıkla padişahın dayanağı durumunda olan devşirmeler bu süreç içindeki kurumsallaşmalarıyla artık padişahın yanı sıra devletin en etkin gücü haline gelecekti.
Bununla birlikte bu süreçte Türk-Müslüman aristokrasi ile bu kapıkulu arasında, devletin iki temel hizbi olarak ciddi bir iktidar savaşı yaşanacaktır.’’s.348

‘’ Tımarlar gerçekte tıpkı kapıkulunun kendisi gibi merkezi iktidarı güçlendiren araçlar olmuşlardır. Dolayısıyla merkezi despotizmin bu ekonomik ayağı ile siyasi ayağını karşı karşıya koymak doğru olmayacaktır. Yeniçeri kuruluşuna sebep olan asıl etken; ilk dönemde büyük bir güç, asker ve toprakların sahibi olan gaza beylerinin yarattığı ’feodal bölünmeyi’ (iktidara ortak olma eğilimini) önlemektir.’’ Tımar sitemi de feodal eğilime karşı yeniçeriyle aynı işlevi görmüştür. Yeniçeriyle bu feodalleşme eğilimi kırılırken, topraklar da artık artan oranda padişahın mülkü addedilerek ağır yaptırımlarla ve küçük parçalar halinde sadık adamlara dağıtılıyordu. Böylece tımar ve kapıkulu, Osmanlı sisteminin iki belirleyenini oluşturuyordu.’’ s.348, (dipnot)

İlk olarak Çandarlı Kara Halil tarafından kurulan (kendi koparıldığı halk da dahil maaş ve ganimet karşılığı herkese saldıran s.355)Yeniçeri kuvveti gün gelecek padişahtan sonra ikinci adam olan torun Çandarlı Halil’in katline sebep olacak ve merkezin ortağı Türk-Müslüman aristokrasisi ikinci ve son kez tasfiye edilecektir.s.348 (dipnot)

‘’Özetle Osmanlı devleti, Fatihten sonra bir imparatorluk olmanın yanı sıra, bunu tamamlamak üzere tam bir devşirme devleti olacaktı; artık onun Türklüğünden söz etmenin en küçük bir koşulu kalmayacak ve önceden de gösterdiğim gibi saray nezdinde Türklük, gerçekleşen bu yeni tipte aristokratlaşma sonucunda hor görülen bir anlam taşıyacaktı.
‘’Müslümanlık içinde seçilmiş Sünni/Hanefi kimliğe gelince; bu mezhep, iktidarın pekiştirilmesi ve yayılmasının ideolojik aracı olacağından, devşirme bürokrasisi tarafından içtenlikle benimsenecekti.’’s.349

‘’Devletin giderek bu şekilde kapıkulu sistemi üzerinde biçimlenmesi, halkla hiçbir toplumsal bağı olmayan, aksine ona bütünüyle yabancılaştırılmış bir kast devleti haline gelmesi anlamı taşıyacaktır.’’s.349

‘’Tamamen üretim dışı olan bu asalak devlet yapısı kendi kurucu halkına yabancılığın, bu halktan kimseyi içine almayarak, ondan etkilenmeyecek bir kastla kendini sürdürecek bir egemenlik biçiminin yansımasıdır.’’s.349

‘’Bu anlamda Osmanlı yükselişinin zirvesi ve genel olarak ‘Yükseliş Devri’ denilen dönem, devşirmenin de zirvesi olacaktı.’’s.349 ‘’Dönme ve devşirme devlet adamları sınıfı, kapıkulu taifesi, kuruluşundan itibaren 90 yılı bulan bir gelişme içinde padişahın çevresinde devlet kapısını, yüksek hizmet makamlarını Türk soylarına kapatıyor ve iktidar için savaşan ve iktidarı tekellerinde tutmak isteyen bir sınıf ve parti oluşturuyordu’’. (Muzaffer Özdağ, Tarih ve Toplum, sayı 65,s.10) ‘’Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerinde ise devşirme, yer yer padişah otoritesinin de üstüne çıkacaktı.’’s.349,350

‘’Özetle yeniçeriyi ve onun bir parçası olduğu devşirmeyi oluşturan birden fazla nedenle karşı karşıyayız. Öncelikle her devlet kurumlaşmasının kaçınılmaz sonucu olan, halktan yabancılaşmanın ve halkı denetim altında tutmak için onun etki alanı dışında bir güç ihtiyacının gereği olarak oluşmuştur yeniçeri. Bu açıdan Osmanlı ordusu modern anlamda bir lejyon ordusudur; tıpkı Roma ordusu, tıpkı Abbasilerin paralı Türk kölelerden oluşan ordusu gibi. Nitekim yeniçeri ordusu da, savaş esirlerinin beşte biri yanında, Osmanlı tebaası olmuş gayrimüslim çocuklarına el konulması, aileleri ve kültürlerinden koparılmaları ve yeni bir kültür kalıbına dökülmeleriyle oluşan bir paralı ordudur.’’s.350

‘’(…) Daha önemlisi gayrimüslimlerden veya onların İslamlaştırılarak işin biçimsel tarafının halledilmesiyle oluşturulan bir ordu, İslam’ın hukuki normlarına aykırıdır.’’s.350 (…) Muhammed yaşayıp da böyle bir aşamaya varılsaydı Kuran’da böyle bir uygulamaya yer verilebilir. Ancak böyle bir olasılık gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla yeniçerinin İslami kılıfı bulunmamaktadır.S.350

‘’Bu sistemin şer-i temelinin Şafii fıkhında bulunduğu kanısında olan (…) Wittek’e göre Osmanlılar, Şafii hukukunun yorumundan yararlanıp Balkan halkının çocuklarını özgürce devşirmişlerdir.’’(M. Sencer, Osmanlılarda Din ve Devlet,s.116) ‘’Evrensel olduğu iddia edilen şeriat hukukunun insani değerler (ve dünyevi sorunlar) karşısında ne kadar problemli olduğunu göstermek açısından yeniçeri kuruluşuna kaynaklık eden devşirmelik kurumunun şer-i kılıfına ilişkin (A. Mumcu’nun) şu açımlamaya kulak verelim:

‘’Şafiler ehli kitapları (yani Hıristiyan ve Yahudileri) iki gruba ayırmaktadırlar. Dinlerine peygamberden önceki zamanlarda iman edenlere zimmilik (yani toprakları işgal edildikten sonra kelle vergisi (cizye) ödemek koşuluyla yaşamalarına izin verilen) statüsü tanınmakta, peygamberden sonraki zamanda iman edenlerden ise bu statü esirgenmektedir. Onlar ehli kitap olmayanlar hakkında yapılan işleme tabii kılınırlar. Eğer Müslümanlar fethettikleri ülkenin halkının dini hakkında bilgi sahibi değillerse ve halk da Kur’an’ın inişinden önceki zamanlardan beri ehli kitap olduğunu belirtirse, bu iddianın aksini ispat edecek kimse de çıkmaz ise zimmilik statüsü onlara bahşedilir. Aksi taktirde İslam ile ölüm arasında seçme yapmak durumuna düşerler. Zimmilik statüsü verildikten sonra aksi öğrenilirse, gene ölüm-İslam seçmesi durumuna düşülür’’ (İmam Şafii) s.351

‘’İşte Osmanlıların bu içtihat ışığı altında hareket ettikleri kabul edilirse, durum şöyle olacaktır: Balkan nüfusunun en büyük bölümünü teşkil eden Sırplar, Bulgarlar ve Arnavutlar Kur’an’ın inişinden bir hayli zaman sonra Hıristiyan olduklarından İslam-Ölüm arasında bir seçme yapmaya mecbur tutulacaklardı. Bu da yeni kurulan devlet için hoş bir olay değildi, hatta uygulanması bile imkansızdı. Bu sebeple Şafii hukukunun bu prensibinde bir değişiklik yapmışlar, Balkan nüfusunun bu unsurlarının çocuklarının bir bölümünü İslam yapıp devlet hizmetine sokmaları karşılığında onlara zimmilik statüsünü tanımışlardır. Hiç şüphesiz bu, İslam cemaatinin hayrına, Şafii prensibinin uygulanmasından daha çok elverişlidir. Böylece Osmanlılar Şafii hukukunun prensibini devşirme usulünü şeriata uydurmak için benimsemişler, sonra da bu prensibi İslam topluluğunun menfaatı bahis konusu olduğu için değiştirmişler ve örfi hukuku bu meselede de hakim kılmışlardır.’’ (Wittek’ten yorumlayıp aktaran A. Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, s. 60,61)s.352

‘’Tabii bu gerekçelendirme, ciddi problemlerle malüldür. Öncelikle Osmanlı Şafii değildir. Üstelik ona başvurduktan hemen sonra onun da tahrifi yoluna gitmekte en küçük bir sakınca görmemişlerdir. Özetle iktidarın dünyevi-siyasal çıkarları için ‘istim arkadan gelsin’ misali dini bir gerekçelendirme durumuyla karşı karşıyayız. Kaldı ki her şeyi İslam dairesinde yapmayı düşünecek bir duyarlılığı osmanlı’nın hiçbir döneminde görmüyoruz. Somut bir gereksinimiyle karşı karşıyaydı Osmanlı ve tam da bu nedenle tıpkı diğer Müslüman, pagan, Hıristiyan imparatorluklar gibi kılıf aramaya başlamadan önce ihtiyaç duyulanı (bu özgülde yeniçeri kuruluşunu) yapıyorlar; sonra da ulema ne güne duruyor; bu özgülde gördüğümüz çapraşık kılıfına uydurma işini de onlar hallediyordu.(…)’’s.352

‘’Bunlar bir yana, gaza aşkıyla yanıp tutuşan Müslümanlar varken ve üstelik İslami mantalite, cihat ve fetihi Müslüman’ın kafire karşı farz düzleminde yükümlülüğü olarak belirlemişken, İslam ordusunun gayrimüslimlerden oluşturulmasının nedeninin devletin yapısının halkına yabancı karakteri ve devlete egemen kesimin özgül çıkarları dışında bulunamayacağı açıktır. Müslüman gazinin savaşında şer-i hukuk, elde edilen ganimetin gaziler arasında (babalarının malı gibi helal kılınarak!) paylaşılmasını emrediyor. Birincisi hanedan bu yükümlülükten kurtulmak, malların tümünü (sadece kendi babasının malı gibi!) sadece kendisine aktarmak istiyor. Tabii tek neden bu olsa aşılırdı; çünkü Tanrı’nın bu emrini geçersiz kılma ve talan mallarına devlet adına el koyma işini Halife Ömer ta 640’larda halletmişti zaten. Ama bir başka problem vardı ki, o soyut bir Tanrı’nın emirlerini (Hanefi hukukundan Şafii hukukuna, oradan da örfi hukuka atlanarak) geçersiz kılmak gibi kolay değildi. Bunlar önceki gazlardan önemli birikimler elde etmiş, yani askerleri ve silahları olan basbayağı somut güçlerdi ve üstelik eski Türkmen gelenekten gelen göçebe demokrasisi içinde birlikte yönetmek gibi ‘kötü mü kötü’ bir alışkanlıkları vardı! İşte bu gücü hanedana kayıtsız şartsız tabii kılmak için onlarınkinden daha etkili bir güce acilen ihtiyaç vardı. Dolayısıyla keşfedilen yeni olanağın hemen askere devşirilmesi konusunda zaman kaybedilmeyecekti; nasılsa her şeyin bir şer’i açıklaması bulunurdu! Kaldı ki söz konusu olan merkez orduyla sınırlı da değildir. Aksine yeniçeri, bir bütün olarak devlet bürokrasisinin askeri kanadından ibarettir. Oysa devşirme sistemiyle asıl kurulan şey, bütün olanakları hanedana bağlayan ve bu durumu kurumsallaştıran Osmanlı merkezi devletinin bütün bürokrasisi, bizzat kendisidir.’’s.352, 353

‘’Esasen Osmanlı’nın ordu politikasına şer’i dayanaklar aramak, Osmanlı gerçeğinin şeriat adına tahrif edilmesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Nitekim Osmanlı, yeniçeriye ek olarak, Müslümanlaştırılma gereksinimi bile duyulmayan Hıristiyanların çoğunluğunu oluşturduğu toprak sahibi çiftçi-askerlerden oluşan güçlerden (Martoslar) sınırları ve kaleleri korumak amacıyla 1421’den 1721’e kadar süren ek bir kuvvet daha oluşturmuştur.s’’s.353

Yeniçeriler padişahtan başka bağları olmadığından, halktan gelecek tepkilere karşı ona sadıktırlar. Gerçi bu sadakat da çıkara dayalı bir sadakat olduğundan güvenirlikten yoksundur. Bununla birlikte Osmanlı hanedanı, kuruluş döneminde büyük güç elde eden gaza beylerinin iktidara ortak olmalarını ortadan kaldırmak için kendi mutlak egemenliğini korumak ve yaymak amacıyla böyle bir profesyonel ordu kurma yoluna gitmiştir.s.354,355 ‘’Padişahtan başka ailesi, diğer yeniçerilerden başka kardeşi olmayan askerlerden kurulu bu ordu da kendi çıkarlarıyla özdeşleşen padişahın egemenlik çıkarlarının bekçisi olmuştur. Nitekim tek tek emirlere ve tek tek padişahlara karşı ayaklandığı dönemler de dahil yeniçeri, sisteme karşı en küçük bir karşı duruş içinde olmamış, aksine onun, kurumsal ve süreğen savunucusu olmuştur. Özetle fetihçi ve asalak bir sistemle bütünleşmiş, fetihçi ve asalak bir savaş makinesi ve kadrolarıyla karşı karşıyayız.’’s.355

‘’Savaşlarda kullanılan askerlerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan tımarlı sipahi ordusundan ayrımla üretimin dışında ve devletin halka karşı asalak yapısını koruyan bir yapıya sahiptir. Kendi koparıldığı halk da dahil, maaş ve ganimet karşılığı herkese saldıracak, Müslüman ve Türkmen halkın yanı sıra gayrimüslimlerin denetim altında tutulmasını sağlayacaklardır. Herkesin silahlı olduğu başlangıç dönemine, göçebe demokrasisi günlerinin gaziler ordusundan ayrımla, halka karşı devletin silah tekelini eline almak istemesinin ürünü olacaklardır.’’s.355

‘’Diğer yandan yeniçeri, eğitimli profesyonel bir ordu olarak fetih savaşlarında büyük bir etkinlik gösterme başarısına sahiptir.(…)’’s.355

Bunların yanı sıra yeniçeri, Türkmenlerin toprağa yerleştirilerek, bir üretim düzeni kurulması, düzenli bir vergi temini ve savaş zamanlarında asker akımını güvence altına alan tımarlı sipahi düzeninin kontrol altında tutulmasını sağlamıştır.(…)Orhan beyden başlayarak doğudan gelen Türkmenlerin Balkanlar’a yerleştirilmesi politikası izlenirken, diğer yandan da Osmanlı’ya direnen Türkmenlerin bir ceza yöntemi olarak Balkanlar’a göç ettirilmesi politikasının uygulandığı bilinmektedir. Tüm bu öğeleriyle düzeni korumak ve sürdürmenin padişah dışında herkese yabancılaşmış ve etkin bir savaş gücü olmadan gerçekleşemeyeceği açıktı.’’s.355,356

‘’Bununla birlikte yeniçeri sisteminin, Müslüman olmayan halkın Müslümanlaştırılmasında da kendiliğinden ve görece bir işlev gördüğünden söz edilmelidir. Osmanlı’nın cizye gelirlerini kaybetmemek için Hıristiyanların din değiştirmesi yönünde bir baskı uygulamadığı, hatta daha sonra din değiştirmeyi engellediği bilinmektedir.’’ ‘Çünkü İslam’a geçiş her Hıristiyan çiftçinin ödediği 25 akçelik ispençe vergisi ile baş vergisinin(cizye) kesilmesi demekti.(…) (Osmanlı bundan büyük bir gelir elde diyordu)Bundan dolayı kendiliğinden kendiliğinden Müslüman olmuş Hıristiyanlardan bile ispençe almaya devam edecekti.(N. Beldiceanu, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, s.168) Müslümanlaşan halk ispenceden kurtulamayacağı gibi, Osmanlı’nın ihtiyaçları için devşirmeye kaptırmak yaptırımından da kurtulamayacaktır.(…)s.356

Kanuni döneminde Tımarlı sipahilerden boşaltılan toprakların kapıkullarına dağıtılması yeniçerinin gücünü artırır.s.375

İlk defa 1444’te Fatih’in atanmasına karşı ayaklanan yeniçeri (bir yığın ayaklanmanın sonunda) 1826’da planlı bir şekilde ayaklandırılıp topa tutularak kanlı bir şekilde son bireyine kadar ortadan kaldırılır. Üstüne tüy dikme babından katliama bir de isim takılacaktı: Vaka-i Hayriye (hayırlı olay) s.375,377,378 Yeniçeri Osmanlı felaketlerinin nedeni değil, sonucu idi. s.377 Koçi Bey ünlü risalesinde sorunun nedenlerini çarpıtarak yeniçerinin bozulmasını Türk, Yörük, Çingene, Yahudi, resmi din ve mezhep dışı insanların girişine bağlıyordu.s.377

Yeniçerinin tasfiyesinden sonra da Şeyhülislamdan fetva alınarak Bektaşi önderleri idam edilip ‘sapkın’ Bektaşi tarikatı ve yeniçerinin eğitiminde temel işlev gören Dergah da tasfiye edilerek tüm mallarına el konulur. Hacı Bektaş tekkesinin başına Bektaşi düşmanı Nakşibendi şeyhi getirilir, kalan Bektaşi halkın da Sünnileştirilmesi yönünde genel seferberlik başlatılır.s.378,379

‘’(…)Bektaşi dergahının tasfiyesiyle onun tuttuğu toplumsal ve siyasal etki alanının diğer Sünni tarikatlara verilmesi, daha sonra Batı’nın zoru veya ona öykünerek yapılacak reformların toplumsal ve siyasal temelinin zayıflaması sonucunu yaratacaktı. Oysa tam tersine Bektaşiliğin önü açılmış olsaydı, Türkiye daha sonra girdiği Batılılaşma yöneliminde, güçlü bir toplumsal-kültürel dinamiğe sahip olacaktı.’’s.380


Nilüfer Tekin

Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın

5)Osmanlı Bir Türk Devleti miydi?

18 Mart 2011 Cuma, 02:45 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi


(Bu yazı Erdoğan Aydın’ın ‘Osmanlı Gerçeği’ ve Doğu Perinçek’in ‘Atatürk Din ve Laiklik Üzerine’ adlı kitaplarından derlenmiştir.)

Son yıllarda artan Türkçü ve Şeriatçı dalgaların etkisiyle, ‘’ (Günümüzde)Osmanlı’yı sorgulamak ve hele ki eleştirmek Cumhuriyet’i eleştirmekten daha da zor ve riskli hale gelmiştir. Bunu başaran da Cumhuriyet’in eğitim politikasının ta kendisidir.’’s.29

Türkçü ve İslamcı resmi tarihçilik tarafından toplumsal kontrol mekanizması ve Osmanlıcılığı övünülen, öykünülen, tabulaştırılan bir öge olarak Türk olmayan Osmanlı üzerinden Türkçülük, diğer İslam devletlerinin korkulu rüyası, düşmanı olmuş Osmanlı üzerinden de ‘İslamcı siyasanın cenneti’ adeta bir ‘Türk-İslam asr-ı saadeti’ tabloları çizilmekte, ilkokullardan başlayarak çocuklarımızın beyinlerine akıtılmaktadır.s29

‘’Her seferinde anımsanmalıdır ki tarih, örneğin matematik, fizik gibi pozitif bilim disiplinlerinden ayrımla, günümüz insan ve toplum ilişkilerinin şekillendirilmesinde temel araç olmaktadır’’s.28
‘’…resmi tarih yazımlarının tarihsel örneklerden çıkardığı ders ve geliştirdiği bilinç ise, imparatorluk ve yayılma hayallerinin, demokrasi ve laiklik karşıtı yönetimlerin, keza toplumsal, dinsel ve milli eşitsizliğin, savaşın ve tabii çifte standardın doğallaştırılması olmaktadır.’’s.28

Nitekim son yıllarda yükselen Osmanlı aşkıyla ‘’Bizden istenen; Osmanlı’nın hanedanlık olan iktidarını kendi iktidarımız, halklar hapishanesi olan ‘’mülk’’ünü ülkemiz,, despotik karakterli devletini devletimiz, Sarayın düşmanlarını düşmanlarımız, başka halkların meşru topraklarına yönelik fetihlerini başarılarımız, üç kıtadaki gayri meşru egemenliğini egemenliğimiz olarak benimsememiz ve bunlarla övünmemizdir.’’s.14

Günümüzün Türkçü ve İslamcı olan resmi tarihçiliği, egemenlerin dinci ve milliyetçi görüşleri ve çıkarları yönünde emperyal (s.70) Osmanlıcılığı övünülen, öykünülen ve tabulaştırılan bir toplumsal kontrol ve güdüleme mekanizması olarak giderek artan bir şekilde sürdürmektedir.s. 28

‘’Dönemin siyasal süreçlerine ilişkin en kaba bakış bile başlangıcından 17. yüzyıla kadar saldırgan ve yayılmacı siyaset izleyen, dolayısıyla tüm komşuları için çok ciddi bir dış tehlike oluşturan ana faktörün Osmanlı’nın bizzat kendisi olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.’’s295

‘’Kafalara hakim olan kuvvet din ve gaza düşüncesi idi. Devlet idaresine hakim olan kimseler din adamları ve gaza adamları idi; yani ekonomik sınıflar (köylü, işçi, tüccar, esnaf) değildi’’s.278(N. Berkes’ten aktarma)

Osmanlı, ticaret yolları, savaşlarla ve talanla elde ettiği ganimeti ve haracı üretimin artışının öğesi yapmayıp daha çok fetih peşindeyken feodal parçalanma içinde olan Avrupa, oluşan koşullar üzerinden sanayileşme ve keşifler peşindeydi.s.276

Kabul etmek zorundayız ki Osmanlı devletinin yıkılması, diğer tüm imparatorlukların yıkılması gibi, insanları ve toplumları birleştirici unsurun din olduğu din devletleri ve imparatorluk evresinin kapanması ve evrensel tarih açısından olumlu bir olgudur.s29,30

‘’Ancak bu yıkılış egemen Türk ideolojisi nezdinde hep bir ‘felaket’ olarak algılanageldi.’’s.30 Öyle ki ‘’Cumhuriyet kuşakları bile, Osmanlı devletinde Türk unsurunun yerini ve işlevini kavrayamadan, Viyana kapılarına kadar giden Kanuni’yle övündü durdu’’(Taner Timur-Osmanlı Toplumsal Düzeni,s.182)s.30

‘’Türk-İslamcı bakış açısı Batı’ya karşı Osmanlı’nın ve fetihçi siyasetin duygu mirasını sahiplenirken, kuruluş döneminde Cumhuriyet tam tersi bir bakış açısına sahiptir.’’s.49

Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinden kurulan Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in ağzından Osmanlı karşıtı bir nitelik sergiliyordu.s.47

‘’Nitekim onun, 1 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında, ‘…Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür.’(halktır) şeklindeki bildik ifadesini gerekçelendirirken söyledikleri gerçekten de çok çarpıcıdır:
‘’Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhalif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini(yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve aşağıladığımız ve bunca fedakarlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.’’ ‘’Osmanlı’nın halk karşısındaki asıl konumunu çok özlü bir şekilde bu görüş, izlenen pratikten ve sonraki dönemden faklı olarak kuruluş dönemindeki Cumhuriyet’in Osmanlı’yı nasıl gördüğünü ortaya koymaktadır.’’s.47

‘’Mustafa Kemal yine bir başka sefer, Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin fetih seferlerini anlattıktan sonra; ‘Bu azametli padişahlar, takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır.(…)Şahsi saltanatta her hususta tacidarların arzusu, iradesi ve emeli hakimdi. Mevzubahis olan yalnız odur. Milletin arzuları, emelleri, ihtiyaçları mevzubahis olmaktan çok uzaktır.’’s.48

(Doğu Perinçek’in ‘Atatürk Din ve Laiklik Üzerine’’adlı kitabında da Atatürk’ün Osmanlı, halifelik ve din devleti konularında şu sözler geçiyor:

“Taç sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet sayarlardı. Bir de taç sahiplerinin çevresini alan çıkarcılar vardı. Onlar da, padişahların zihniyetleriyle zihniyetlenirler ve padişahın bu zihniyetini, isteğini, gökten gelen bir gereklilik ve Kur’an’ın gereği gibi herkesin kafasına sokarlardı. Bu gayet koyu ve sürekli propaganda karşısında hakikaten bir gün, bütün halk, bu istek ve iradelerin, yapılması gereken ve kayıtsız şartsız gereken gök tanrılarının emirleri gibi olduğuna inanırlardı. Böyle idare ve egemenlikten Tanrı’ya bağlanmaya rıza gösteren bir milletin geleceği, elbette felakettir, elbette kötülüktür.”(17 Şubat 1923, s. 69) (Atatürk, Din ve Laiklik üzerine-Doğu Perinçek)

‘’Muhammedin dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine mecburdular. Bununla beraber, Allaha kendi milli lisanında değil, Allahın arap kavmine, gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allaha ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında türk milleti bir çok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, türk milletince karışık, cahil hocalar ağziyle, ateş ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupada, Allah kelimesinin yüceltilmesi parulası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler.

Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısırda, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gah şarka, garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allaha mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. ‘’

“(…)İslamlar Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslamların sonsuz düşmanı oldular. Birbirlerine kafir, bağnaz gözüyle baktılar. İki dünya birbirleriyle yüzyıllardan beri bu bağnazlık ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın sonucudur ki, İslam alemi, Batının, her yüzyıl yeni bir şekil ve renk alan ilerlemesinden uzak kalmıştı. Çünkü İslam topluluğu, ilerlemeye küçümseyerek, nefretle bakıyordu; aynı zamanda iki kitle arasında uzun yüzyıllardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla, İslam alemi silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte bu, sürekli silahla uğraşma ve düşmanlık duygusuyla Batının yeniliklerine yüz çevirmek, çöküşümüzün sebep ve etkenlerinden diğer önemli bir sebebi oluşturur.”(20 Mart 1923, s. 73)

“Panislamizm, Pantürkizm siyasetinin başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Irk farkı gözetmeksizin bütün insanlığı kapsayan cihangirane devlet oluşturulması hırslarının sonuçları da, tarihte kaydedilmiştir. İstilacı olmak hevesleri, konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup onları, kardeşlik ve tam eşitlik çerçevesinde birleştirerek, insancı bir devlet kurmak teorisi de, kendine özgü koşullara sahiptir.”(Nutuk, age, s. 97)

‘’(İslam alemini) bir noktada toplamak isteyenler, daima aynı dini duyguda bulunan(ama başka başka mecburiyet altında bulunan) insanları yekdiğerine çarpıştırarak birbirini öldürtmekten başka ve sonu gelmeyen kan döktürtmekten başka bir sonuç alamamışlardır.’’(s. 60)

“Bizim milletimiz, milliyetini anlamazdan gelmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli kavimler, hep milli inançlara sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopayla içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi aşağıladılar ve hor gördüler. Anladık ki, kabahatimiz, kendimizi unutmaklığımızmış.’’

‘’Olaylar ve tarihi tecrübelerimiz, bize milleti koyun sürüsü halinde keyfin, arzu ve ihtirasların ve hiçbir suretle tatmin edilemeyen menfaatlerin elde edilmesine sürüklemekle yokolması sonucunu doğuran mahiyete dönüşen idare tarzlarının artık memleketimizde uygulama yerinin kalmadığını göstermiştir.’’s.51

‘’Millet, şahısların saltanat hırsı, tahakküm hırsı, istila hırsından başlayarak, çıkar ve rahat sağlama ve sefahat ve rezaleti genişletme, savurganlık ve israf gibi hasis amaçlar için araç ve kuvvet olmak yüzünden kendi benliğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin acı sonuçlarından derhal kurtulabilecek erginlik ve olgunlukta idi. Artık milletin en makul ve meşru ve en insani yetkisini kullanmak zamanı geldiğinde tereddütü kalmamıştı.’’s.47

‘’Ne acıdır ki, şimdi hilafet ve saltanat makamını işgal eden zat bu millet için hain bir adamdır.’’s.27

‘’(…)Çünkü halife ve padişah sıfatını takınmış olan kimsenin bu milleti yanıltmak, saptırmak için bizzat uğraştığı birtakım saptırıcı teşkilatlar vardır.(…)’’s.28

‘’Nihayet Ali Osman’ın 36. ve sonuncu padişahı Vahdettin’in saltanat döneminde Türk milleti, en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor.(…)’’s.47

‘’Sevgili kardeşlerim, fikir ve kavrayış sahibi olduğunu büyük olaylarla kanıtlamış olan bu millet; Allah’ın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife ünvanındaki gafillere, cahillere, ikiyüzlülere vatanında, vicdanında yer verebilir miydi?’’s.91

‘’(Halifeliğin) bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?’’s.96

‘’Osmanlı hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.’’s.96

‘’(…) Bu önemli kararın, bütün gerek ve zorunluluklarını ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette yerinde olmazdı. Uygulamayı birtakım aşamalara ayırmak ve olgular ve olaylardan yararlanarak, milletin duygularını ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek, hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur, ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız, bir mantık dizisiyle düşünülürse, ilk günden bugüne kadar izlediğimiz genel yönün, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.’’s.96

“(…)egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle tartışmayla veremez. Egemenlik güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenliğine ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini ve saltanatını kendi eline eylemli olarak almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, ulus saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten gerçekleşmiş bir olayı yasayla saptamaktan başka bir şey değildir. Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki bir takım kafalar kesilecektir.(…)”(Nutuk, age, s. 98)

“Milletin, varlığını sürdürmesi için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, din ve mezhep bağı yerine, Türk milliyeti bağıyla bireylerini toplamıştır.”(5 Kasım 1925, s. 94)

“Hükümdarlar, kendilerini zihinde tasarlanan bir kuvvetin temsilcisi tanırlar(…)onların çevresindeki çıkarcılar, bunu din kisvesine bürünerek bütün milleti aldatmaya, alçatmaya çalışırlar(…)Fetva ile ya da şu, bu gibi telkinlerle milleti gericiliğe yöneltmek isteyenlerin yeri, zindan olacaktır.(s. 53, 54)

“(…) Bu millet, yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, cahillerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkum, çıplak ayaklarıyla ve çıplak bedenleriyle çamurların karların, yağmurların amansız tokatları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.(s. 51)

“İtiraf etmek zorundayız ki, bütün İslam aleminin toplum hayatında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, Doğudan Batıya kadar İslam memleketleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir.”(20 Mart 1923, s. 71)

“(…) Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. Zihinleri uygarlığın emrettiği kapsam ve yükselmeye uymadıklarından ne büyük felaketler, ne acılar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki değişikliktendir. Artık duramayız. Herhalde ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz.(…) Uygarlık öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar ve mahveder.”(24 ağustos 1925, s. 91)

“Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler bütünüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyine hakikat nurları yerleştirmek olanaksızdır.”(30 Ağustos 1925) s. 92

Türkiye cumhuriyeti şeyler, dervişler, müritler memleketi olamaz. Bu gibiler içinde çok cahil hatta okuma yazması olmayanlara rastladım. Bunların gayesi halkı, kendinden geçmiş aptal yapmaktır. Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. En doğru, en hakiki tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir. Devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Zihniyetlerdeki mevcut hurafeler atılmadıkça beyine hakikatleri yerleştirmek olanaksızdır. (age. s. 92, 93)

“(…) Bugün medreselerde muhtaç olduğumuz ilimler, fenler vesaire verilmiyor…(s. 62)

“Dünyada her şey için, başarı için, uygarlık için, hayat için başarı için en hakiki yol gösterici, bilimdir fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız, bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının gelişimini algılamak ve ilerlemesini zamanla izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki bilim ve fen dilinin çizdiği ilkeleri, şu kadar bin sene evvel, bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir.”(22 Eylül 1924, s. 87)

“Hayata ve geçinmeye hakim olan hükümlerin, zamanla değişimi, gelişimi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşlarının, fennin harikalarının, dünyayı yenilikten yeniliğe ulaştırdığı bir devirde, yüzyıllık köhne zihniyetlerle, geçmişe hayranlıkla varlığı korumak mümkün değildir.(…)”(30 Ağustos 1924, s. 87)

“Dünyaca belli olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet halk Partisi Programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz esinlerimizi, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve acı kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”(age. s. 239)

‘’Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir aşağılık yerde yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve akılları ağılayan yangı tohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren “Birleşik Dünya Devleti” kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz.’’

"Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümlerin geldiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur."

"Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.’’)
M.K. Atatürk
(Kaynak:Atatürk, Din ve Laiklik Üzerine-Doğu Perinçek-Kaynak Yay.)


‘’Peki bu görüş kimleri rahatsız ediyor? Sonraki dönemde Cumhuriyet’in baş tacı ettiği Türk-İslam sentezcilerini!’’s.48

Osmanlı’nın Kuruluşu

11. yüzyıldan itibaren doğudan 200 yıldır düzenli olarak Anadolu’yu fetheden bir Türkmen göçü yaşanmaktadır ve bu nüfus, Osmanlı’nın yerleşip serpilmesinde tayin edici unsurdur. Yani ana dinamik Türkmen damarıdır. s.76 Osmanlı, Konya Selçuk Sultanı tarafından Söğüt civarına yerleştirilmiş küçük bir göçebe topluluğu olarak, göçebe ekonomisi ve demokrasisine en yakın konumdaydı. S.99 ‘’Anadolu Türkmen beylikleri dönemi, Selçuklu Devleti’nin Türkmen halkı gereğince köleleştirememesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. İşte Selçuklu’nun beceremediğini Osmanlılar becerecek, bunu da kendi halkına karşı despotik devşirme bürokrasisiyle sağlayacaklardır.’’s.318

‘’11. ve 13. yüzyıllar arasında Anadolu’nun batısında, yağma ve hayvanlılıkla geçinen, tam yerleşik hayata geçmemiş ve sayıları giderek artan yoğun bir Türkmen birikimi oluşmuştu. Görünüşte Selçuklu Sultan’nına bağlı, ama gerçekte onun da denetimi dışında başına buyruk yaşayan, fırsat düştükçe talan gerçekleştiren, sürekli tetikte olan ve yeni göçlerle sayıları hızla artan savaşçı topluluklardı bunlar.’’s.100

‘’Osmanlı’nın kurucu piri ve Osman Bey’in kayınbabası Ede Bali yanı sıra kuruluşta yer alan kimi dervişler, Hace Bektaş gibi Baba İlyas halifeleri ve Babai ayaklanmasının Selçuklu kırımından kurtulmuş ‘kılıç artıkları’ ve onların çocuklarıdır.’’s.362

‘’Osman bey, İlhanlı (Moğol) Hanlığı’na bağımlı Konya Selçuklularının Kastomonu Bölgesi Beylerbeyi Çobanoğulları’na bağlı bir kabile şefi idi.’’ s. 108
’’ Karacahisar’ın fethi (1288), Osman Bey’i ‘gazilikten uç beyliğine yükseltecek’ ve uç bölgesindeki en ileri gazi önderi durumuna getirecektir.’’s.108 Asıl gelişme 1299’da Bilecik, Yarhisar, İnegöl, Yenişehir tekfurlarının kalelerini de ele geçirdikten sonra gerçekleşir.(…)’’s.109
1299’da Osmanlı artık Selçuklu’ya bağlı resmen tanınmış bir beyliktir.s.109
‘’(…)gerçek anlamda bir devletten söz etmek, ekonomik egemenliğin göstergesi kendi parasına sahip olmak, halkın üstünde bir bir bürokrasi ve ordu kurmak, vergi sistemi oluşturmak, görece istikrar kazanmış bir toprak ve bu toprakta göçebe ilişkisini aşmış bir yerleşiklik, sınıflaşma ve şehir olan bir merkez edinmek önkoşullarına bağlıdır. Bu öğeleri saptayabildiğimiz en erken tarih ise 1327 dir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu bu tarihten öncesine taşımak da mümkün değildir.’’s.122

‘’1288-1300 arası dönem Anadolu’nun tam bir kargaşa dönemini oluşturmaktadır. İlhanlı (Moğol) Hanlığı ve onun bağlısı Konya Selçuklu Devleti hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle egemenlik mücadeleleri içindedir. Anadolu Türkmen beylikleri de ha keza, bir yandan birbirleriyle itişmekte, diğer yandan da hem bağımsızlaşmaya hem de Konya tahtını ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Ve dönem, hepsinin çözülüşlerine ve güç kaybetmelerine tekabül etmektedir. Dolayısıyla bu ortam, tüm bu beyliklerden daha küçük, ama çözülmekte olan Bizans’ın sınırında, hatta içinde yer alan bir gücün (Osmanlı), gaza dinamizmiyle yükselme şansını yakalamasını sağlamaktadır.’’s.131

Osman Bey öncülüğünde Bitanya’daki barış atmosferinin sona erdirilmesiyle o zamana kadar siyasal, ekonomik ve sosyal bir bütünlük içinde birlikte yaşayan Müslüman-Hıristiyan, Türkmen-Rum bütün Bitanya halkı, savaşın patlak vermesinden sonradır ki, kimliklerine geri çekileceklerdi. Ancak bundan sonradır ki din, savaşın motivasyon ve meşrulaştırma aracı olarak temel önemde bir faktöre dönüşmüştür.s.123,124

Katolik Haçlı ordusunun 1204’ten 1261’e kadar süren işgali sonrasında Bizans İmparatorluğundan geriye kalan kendini yenileyebilme gücünü yitirmiş bir çöküntüydü.s.131

‘’Bu koşullarda Bizans topraklarına ve birikimlerine yönelen Osmanlı, gaza ideolojisi çerçevesinde tüm Anadolu Müslümanları nezdinde büyük bir ideolojik üstünlük ve prestij kazanıyordu.’’s.132 Bizans’a saldırarak güç ve meşruiyet toplayan Osmanlı, Orhan döneminden başlayarak bulduğu her fırsatta, sınırdaşı komşu Türkmen ve Müslüman beylikler aleyhine genişleme fırsatını da kaçırmayacaktı.s.132 ‘’(…)Bu süreç, Osmanlı nezdinde ‘gaza’nın, din yaymak anlamlı ‘cihat’tan temel ayrımla yayılmacılıktan ibaret bir anlamda şekillenmesi açısından tayin edicidir.’’s.132

Osmanlı’nın bu kendini var edip yükselten saldırıları, bölgede gelişen feodal ekonomiyi tasfiye etmiş, merkezi despotik sistemin kalıcılığını sağlamıştır. Bu ise bir yandan tarihi olarak bölgenin ekonomik evrimini durdurmuş, buna karşılık o günkü halk açısından görece bir adalet getirmiştir.s.125

‘’Bizans’ın merkezi ve feodallerinin (tekfurların) baskısı; Rum köylüleri hatta bazı Rum aristokratları Müslümanlaşarak veya kendi kimliğini koruyarak da olsa Osmanlı’ya yaklaştırıyordu.’’s.129

Osmanlı, ilk aşamada halklara feodal vergi ve angaryaların azaltılması ya da kaldırılması ve yer yer kölelerin azat edilmeleri gibi göreli bir rahatlık götürmüşlerdir ve bu olgu fetihleri kolaylaştırmıştır.s.125

‘’Osmanlı, kuruluş döneminde, her ne kadar ele geçirdiği toprakların bir kısmı komutanlara dağıtılıyorsa da, üretim esaslı bir devlet örgütlenmesi olmaktan uzaktır. Kendilerine toprak dağıtılanlar da dahil, devletin egemenlerinin esas işleri savaşmak, esas gelir yolları da talandır.(…)’’s.128

‘’ 1453’ten, 16. yy. sonuna kadar iktidar olan 48 veziri azamın sadece 4 tanesi Türk-Müslüman soyundandır. Bu durum Fatih ile başlamak üzere Osmanlılığın ’milli’ kimliğini ne kadar çok yitirdiğinin de açık göstergesidir.’’s.345

‘’Saraydaki Türk’e en yakın öğe, hanedanın kendisiydi; ki o da Orhan Gazi dışında neredeyse tümünün anne tarafı gayrimüslim olduğundan devşirmelerle aynı durumdaydı. Bu durumda eğer neslin babadan türediği gibi ilkel bir ataerkillikle mantık yürütmeyeceksek; Osmanlı hanedanının kendisinin de ne Türk ne Sırp, ne de Rumlar ama hepsinin karışımı(kozmopolit) yeni bir şey olduğu açıktır.’’s.345

Osmanlı’nın dili de Türkçe değil, Türkçe, Arapça ve Farsça’nın karışımından oluşan Osmanlıcaydı.s.44 Yüksek makamın gereği önce Müslüman olmak, sonra Osmanlıca bilmekti.s.44

Fatih’ten sonra bir imparatorluk olmanın yanı sıra, bunu tamamlamak üzere tam bir devşirme devleti olacak; Türklük hor görülen bir anlam taşıyacaktı.s.349

Osmanlı mekanında Türkmenlere yer yoktu. Osmanlı bürokrasisi nezdinde Türkler, Yörük, Çingene,Yahudi dinsiz, mezhepsiz, kalleş, ve ayyaşlarla birlikte halkın en çok aşağılanan ve dışlananlarındandı.s.37

‘’Türkmenler hiçbir zaman kendilerini Osmanlı saymamışlardır. Tabii Osmanlılar da hiçbir zaman Türkmenleri kendilerinden saymamışlardır.’’s.36

Türkmen atasözünde olduğu gibi, halk için Osmanlı;

‘Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı! ‘

Olmuştur.s.37

‘’Halk, özellikle de Türkmen halkı, kendi kimliğini, sarayda oluşturulan Arap, Acem, ve Bizans kırması kimlikte değil, Baba İshak’ta, Yunus Emre’de, Pir Sultan Abdal’da, Nasrettin Hoca’da, Şeyh Bedrettin’de, Köroğlu’nda, Karacaoğlan’da, Dadaloğlu’nda bulmuştur(…).’’s.36

Dadaloğlu gibi direnme gücünü bulmuş olanlar için ise, açık bir düşmandır Osmanlı;

‘Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımız temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir’s.37

Bunların en ılımlılarından biri olan Yunus Emre için bile, dönemin kurumlaşan her egemenlik ilişkisi;

‘Geçti beyler mürüvveti
Binmişler birer ata
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olmuştur’

Dizelerinde ifadesini bulan bir gerçeklikle örtüşmektedir.(Erdoğan Alkan, Yunus Emre,s.31)s.36

Özetle ‘’Osmanlı tarihi ile Türk tarihi arasında kurulacak ilişki, Osmanlı’nın Türklerce kurulmuş olması ve Osmanlı’nın egemenlik kurduğu toprakların bir kısmının bugün Türkiye’nin kurulu olduğu topraklar olmasından ibarettir.’’s.32

‘’Bugün bize ’milli tarihimiz’ diye öğretilen Osmanlı, gerçekte gayri milli, kozmopolit bir egemen sınıf tarihidir.’’s.30

‘’Kuşkusuz milli olmak tek başına bir erdem değil. Tarih ve güncellik(günümüz), milli egemenlerin de kendi halkına zulüm uygulaması örnekleriyle doludur.’’s.30

‘’(…)Dünyadaki her şoven ideoloji gibi Türkçülük de mevcut sınırları ve meşru tarihiyle yetinemeyen yayılmacı ve saldırgan bir bilinçle maluldür.’’s.32

‘’Kaldı ki milli tarihçilik, tarihte başka halklara karşı gerçekleşmiş uygulamaların sorgulanmasını engellediği gibi, uygarlıkların oluşumuna dair nesnel saptamalar yapma olanağını da elimizden alır.’’s.31

‘’Halka ve öğrencilere yönelik yazılmış resmi tarihlerde padişahları, özellikle de kuruluş ve yükseliş süreçlerindeki padişahları, savaşları, özellikle de Osmanlı’nın kazandığı savaşları öğrenir, ama üretim ilişkilerini, halkın durumunu, yaşanan hak ihlallerini öğrenemeyiz. Ve bir bütün olarak bu resmi tarihlerden, Türkmenlerin Osmanlı egemenliği altında yaşadığı gerçekleri, keza Osmanlı’nın Türkleri nasıl gördüğünü de öğrenemeyiz. Dolayısıyla ‘atalarımızın tarihi’ diye bize belletilenlerden, gerçek anlamda atalarımızı da öğrenemeyiz. Tam tersine, atalarımızı ve tabii komşu halkların atalarını ezenlerin propagandasıyla kuşatılırız. Dahası bu gayri milli Osmanlı İmparatorluğu üzerinden hamasi bir Türkçülük (ve tabii İslamcılık) propagandasına tutuluruz.’’s.31

‘’Osmanlı, öncelikle, Türk beyliklerinin düşmanı, yok edicisi; ikincisi, kendi içinde otantik Türkmen kültürünün ciddi bir tasfiyesinden sorumludur.(…)Osmanlı’nın tüm yaşamı, başka halklara gerçekleştirilen saldırılar tarihidir. Dahası Osmanlı tarihi, Anadolu halkının tarihi değil, diğer halklardan daha ağır bir şekilde Anadolu halkına karşı saldırı ve sömürgeleştirmenin tarihi olmuştur.’’s.31

‘’(…)Bu noktada sorgulanması gereken, etnik kimlik veya saldırının kime yöneltildiği değil, izlenen fetihçi imparatorluk siyasetinin kendisidir. Devşirme kurumunu insanlık dışı yapan şey de farklı aidiyetlerden insanların birbirine karışması değil, onun halktan etkilenmelere karşı yalıtılmış soğukkanlı bir egemenlik aygıtı olmasıdır.(…) Ve devşirmeler açısından asla bir eksiklik ve kınanması gereken bir durum değildir; kınanması gereken, iktidar tekeli kurabilmek için başkalarını böyle sistematik olarak dönüşüme uğratan imparatorluk rejiminin bizzat kendisidir.’’s.346

Nilüfer Tekin

Kaynak:
Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın
Atatürk Din ve Laiklik Üzerine-Doğu Perinçek

Formun Üstü

6) Celali İsyanları+ Eğer Beylikler Yenişemeseydi Ne Olurdu?
18 Mart 2011 Cuma, 15:09 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi


(Bu yazı Erdoğan Aydın'ın 'Osmanlı Gerçeği' adlı kitabından derlenmiştir)

Şeyh Celal ve onu takip eden ayaklanmalar, Baba İshak ve Bedrettin ayaklanmalarının devamı olacaktır. s.185

Diğer meşru dinlere karşı, haraç(cizye) karşılığında da olsa hoşgörülü davranan devlet ve uleması bu hoşgörüyü Alevilerden esirgemektedir. Çünkü Alevilik düzeltilmesi veya cihat edilmesi ve imha edilmesi gereken, öldürülmeleri caiz, malları helal, nikahlamanın batıl olduğu, ‘’sapkın’’ bir inanç olarak meşruiyetten yoksundur. S.180,181 Dolayısıyla Osmanlı’nın çok dinliliği, hoşgörüsü ve laikliği Aleviliği kapsamamaktadır.

‘’Bu ayaklanmalar ‘Osmanlı yönetiminin baskı ve zulmü ile birleşen yoksulluktan çıkmış, ancak muhalif bir dinsel kimliğe bürünmüştür.(resmi tarih tarafından da ekonomik neden gizlenerek bu dinsel neden öne çıkarılarak gerçekler çarpıtılmaktadır) Marks’ın da belirttiği gibi burada din, ‘ıstıraba karşı protesto’ aracı olarak ciddi bir işlev görecekti. Ama yalnız halk için değil, aynı şekilde egemenler açısından da halkı kontrol altında tutmanın, tutamıyorsa ezmenin kutsal gerekçesi olacaktı. Bir farkla ki, her iki tarafın da kendini ifade aracı olan dinsel kimlikler farklı farklıydı. Halk bu kimliği Osman’ın, Ede Bali’nin ve kurucu gazilerin dahil olduğu heterodoks dinde, hatta onun sınıfsal tepkiler temelinde biraz daha halklaşmış bir yorumunda, yani Kızılbaşlıkta bulurken, padişahlık, çoğu Acem’den Arap’tan gelen Sünni ulemanın kurumlaştırdığı Ortodoks anlayışta buluyordu. Biri tanrı’nın adalet imgesine vurgu yapıyordu, diğeri otoriteye.’’s.168,169

Anadolu Türkmenlerini asıl rahatsız eden ve ayaklanmalarına neden olan durum Osmanlı’nın ekonomik, siyasal ve dinsel baskılarıdır. Durum buyken Anadolu halkının Osmanlı despotizminin gelişen baskısına karşı meşru ayaklanmalarını ‘’yabancı’’ bir devletin manipülatif ajan harekeleri olarak görmenin, yapılan kıyımları, örneğin Yavuz döneminde Şah İsmail’e sığınan, onun egemenliğini isteyen 40 bin alevi Türmen’e karşı, verilen bir fetvayla cihat ilan edilerek idam ve hapis edilmelerini mazur göstermeye ve aklamaya çalışmanın en küçük bir temeli yoktur. S.178

‘’Ayaklanmalar özellikle Bayezit döneminde belirginleşiyor ve Yavuz, Kanuni dönemlerinde artan halk katılımı ve sıklaşan aralıklarla iyice yaygınlaşıyor. Osmanlı’nın ‘en parlak dönemi’ diye anılan bu dönemde Anadolu halkı ardı arkası gelmez bir şekilde ayaklanmakta ve tabii ardı arkası gelmez bir şekilde kırılmaktadır.’’s.168
Bu noktada onu yeniden nesnel bir gözle sorguladığımızda ‘Kimin için ‘parlak dönem?’ sorusunun yanıtı, aynı zamanda ‘Kimin Osmanlı tarihi?’ sorusunun yanıtını vermektedir. Çünkü söz konusu bu ‘parlak’lığın halkın sefalet, keyfi yönetim ve zulme karşı zincirlerini kırarak başlattığı ayaklanmaları ve bir de iç yüzü vardı.s.168

‘’ ‘’İşte bu koşullarda Anadolu halkı, karşı karşıya kaldığı bu sefalet, denetim altına alınma ve ayrımcılık dayatmalarına karşı son çareye başvurarak peşpeşe ayaklanmalara başlar. Adeta çoban ateşi gibi biri bastırılırken diğeri patlamaktadır. 1510-1530 arasında Şahkulu, Nur Halife, Şeyh Celal, Kalender Çelebi ve Baba Zünnun ayaklanmaları, irili ufaklı direnişlerden ayrımla Osmanlı’nın başına bela olacak ve ancak merkezi orduların yinelenen saldırılarıyla bastırılabilecek büyük ayaklanmalar şeklinde birbirini takip eder.’’s.182

‘’16. yüzyıldan başlayarak Osmanlı’yı saran gelir krizi, saray bürokrasisini yeni gelir kaynakları aramaya itecekti. Eskiden düzenli para ganimet yoluyla ve İpek Yolu’nun haracı ve ‘tımar’ sisteminden sağlanabiliyordu. Oysa devasa boyutlara ulaşan bürokratik çarkın ihtiyaçları artmış, yanı sıra, sınırların çok uzaklara gitmesi nedeniyle seferler (zafer elde edilse bile) eskisi gibi karlı olmaktan çıkmıştır. Özellikle Yavuz’un Doğu seferleri, hem uzaklık hem de getirisi açısından astarı yüzünden pahalı olmuş; Osmanlı’nın heybetini artırırken hazineyi boşaltıp halkın sömürülmesi ve sefaletini iyice artırmıştır. Üstelik bu arada ilerleme gösteren Avrupa’nın üretim ve savaş teknolojisini geliştirmesi de, savaşları gelir ve başarı yerine tam tersine gider ve başarısızlık nedenine dönüştürecekti. Dahası İpek Yolu eskisi gibi işlemiyordu. Çünkü Avrupalılar denizleri aşarak kendilerine başka bir yol bulmuşlardı. Tımarların vergisi ise, büyüyen bürokrasinin ihtiyaçlarını karşılamanın çok ötesindeydi. Üstelik ekonomik koşullardaki çöküntü ürünün düşmesine neden oluyordu.

‘’ Orhan Bey’den başlayan tımar sistemi çerçevesinde toprakların savaşanlara paylaştırılması yolu terk edilerek merkezde tutulması yoluna gidilecekti. Önceden dağıtılmışlar üzerinden ve uçlarda bazı feodal öğeler ortaya çıkmaya başlamakla birlikte, merkezi tek mutlak güç olan devlet, savaşı temel gelir kaynağı yapan, dolayısıyla da feodalleşmenin önünü kesen bir toprak örgütlenmesi yoluna gidiyordu. Nitekim dağıtılmış topraklar üzerinde gelişen feodal mülkler de, daha sonra İstanbul’un fethedilmesi ardından müsadere edilerek, feodalleşme yönelimi tasfiye edilecektir.’’s.128

‘’Orhan’dan sonra giderek yaygınlaşacak olan tımar sistemi, en azından iltizamla bozulacağı 16. yüzyıl ortalarına kadar işte böyle bir misyon görecektir.’’s.125,126

Tımar ve İltizam Sistemi

(Tımar Osmanlı İmparatorluğu’nda kamu arazisi (mirî) dahilinde, yönetimi sipahiye bırakılmış olan verimli topraklara verilen ad.

Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi.

Tımarda üreticilik yapan köylü (reâyâ) ve yöneticilik yapan sipahi, savaş zamanında kısa sürede bir atlı askere ve alt rütbeli bir subaya dönüşmekteydiler. Devlet tarım arazilerinden vergi toplamak zorunda kalmamış, vergi doğrudan asker yetiştirilmesi için kullanılmıştır.

Tımar topraklarında yaşayan köylüler ilke olarak bulundukları toprak parçasından ayrılamazlardı. Tımardan ayrılmak isteyen bir köylünün sipahiye tazminat (çift bozan akçesi) ödemesi gerekirdi. Eğer köylü tımarı yasadışı biçimde terk edecek olursa, kaçmasından itibaren bazı kanunname düzenlemelerine göre on bazılarına göre on beş seneye kadar sipahi tarafından cebren toprağına geri döndürülebilirdi.

Yeniçeri birlikleri sayısının büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam yöntemiyle toplanmasıydı.
İltizam, devlet gelirlerinin (vergilerin) bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi.
Vergiyi toplamayı üstlenen kişiye "mültezim" denirdi. Mültezimler bir tür müteahitti. Arttırma sonucu iltizamı üstlenen mültezim, böylece devlete karşı belli bir ödeme yapmayı taahhüd ederdi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren, uzun süren savaşlar ve ticaret yollarının değişmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomisini bozarak hazinede nakit para açığına sebep oldu. Bu nedenle Tımar sisteminin uygulandığı eyaletlerde de iltizam uygulanmaya başlandı ve Tımar sistemi bozuldu.
İltizam yönteminde vergi daha çok ürün olarak toplanırdı; nitekim Osmanlılar'da da ‘aşar’, iltizam yöntemiyle toplanırdı. Bu yöntemde, mültezim devlete yaptığı ödemeyi karşılamak ve kendine kâr sağlamak için köylüler üzerinde büyük baskı uygulamak durumundaydı.
İltizam yönteminin 16. yüzyıl sonlarında başat hale gelmesiyle tımarların gerek askerî, gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önemleri kalmamıştır. Tımarlar bundan sonra varlıklarını bir kalıntı kurum olarak 19. yüzyılın başlarına değin sürdürecektir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırıldı, vergi toplamada büyük keyfiliklere yol açan bu yöntem zamanla yerini çağdaş vergilere bıraktı.-Vikipedi)

Burada bulunan en basit yöntem toprak ve gümrüklerden elde edilen gelirlerin artışı ve özellikle de nakit para artışını sağlamak üzere ‘tımar’ sisteminin bozulup ‘iltizam’ sistemine geçilmesi olacaktı. İltizam, hazineye ait ve işletilmesi ‘tımar’ olarak belli yasalarla belirlenmiş olan bir gelir kaynağının, belli bir ücret karşılığında belli kişilere devredilmesidir.s.204
Parasız kalan devlet, bürokrat ve tüccarlardan borç para alıyor, borcunu ise onlara vergi toplama yetkisi vererek ödüyordu.

Devlete borç para veren ya da vergi toplama yetkisini satın alan mültezim, devlete verdiği parayı ve artı kazancını halktan vergi toplayarak çıkarıyordu. Mültezim, vergi toplayabilmek için devletin asker ve dini güçlerini de kullanma yetkisine de sahip oluyor, hem devlete ödeyeceği parayı çıkartmak hem de kazancını artırmak için halkı giderek dizginsiz bir keyfiyetle çok ağır bir baskı ve sömürü altına alıyordu.

Yani devlet, yaşanan bunalımın temeldeki nedenlerini giderip düzenin onarılması yoluna gideceğine, tam tersine düzenin ve devletin uzun vadeli çıkarlarının bozulması pahasına, kendi çıkarları doğrultusunda kendi problemini halkın problemini artıracak yöntemlerle çözme yoluna gidiyor, böylece Anadolu’ya sonradan fırtına olarak biçeceği rüzgarlar ekiyordu.

İşte bu dar çıkarların kör politikanın bizzat emredicisi ve uygulattırıcısı ‘’Muhteşem’’ ve ‘’Kanuni’’lakaplı Süleyman’dı.s.206

Esasen daha Yavuz döneminde başlayarak Osmanlı vergi toplayıcılarının, vilayet idarecilerinin soygunlarla bunalttığı Türkmen bölgelerinde halk durmadan ayaklanıyor ve tabii vahşetle bastırılıyordu. Bu durum Kanuni döneminde daha da vahim hale gelmişti.s.208
Sipahilerin kayıtlı gelirden daha fazlasını temin ettiği iddia edilerek ellerindeki topraklar alınıyor, iltizama verilerek daha fazla toprak ve gelir elde edilmesine çalışılıyordu. Sipahilerin topraklarının ellerinden alınmasının, tımarlı sipahilerin artık eskisi gibi işlevsel olmamasının da rolü vardı. Çünkü artık okla, kılıçla değil, topla tüfekle savaşılıyor, tımarlı sipahilerin reayadan oluşan askeri güçlerine ihtiyaç azalıyordu. Bu yüzden tımarlı sipahiler giderek tasfiye ediliyor, tasfiye edilen sipahiler ise isyan dalgasının öncülerine dönüşüyordu.

Böylece yaygınlaştırılan uygulamayla reaya, artık vergisini, kendisinin de hakları bulunduğu sipahiye değil, derebeyi konumundaki mültezime ödeyerek iltizam sisteminin acımasız koşulları altında, (zaten sadece işleme hakkına sahip olduğu) toprağını kaybederek sefalete sürükleniyordu. İşlenmeyen topraklar verimsizleşiyor, sık sık kıtlıklar yüksek enflasyon ve siyasal kargaşa yaşanıyordu.

Kanuni dönemi politikaları sonucunda toprağını terk eden köylü (çift bozan) sayısı hızla artıyordu.

‘’1572’de Sivas arazi tahririne gönderilen Ömer Bey, İstanbul’a gönderdiği Kazaya Defteri’nde belirttiği gibi(…) a) arazi çok pahalı, b) bu yüksek ‘külli’ paha’yı ödeyip toprak alabilenlerin elde ettikleri ürün, ödedikleri parayı karşılamıyor, c) erkek evlat bırakmadan ölenlerin varisleri arazide kayıtlı eski oran üzerinden vergiye tabi tutuluyor, d) halk yüksek vergileri ödeyemeyip hem arazisini, hem daha önce ödediği parayı kaybediyor, e) topraksız ve parasız kalan halk göçüyor, aileler dağılıyor, diye belirtir. (Z. Coşkun, Öteki Sivas, s.93)s.2009

‘’Resmi tarihlerin sunduğu ‘başarı’ ve ‘mutluluk’ tablolarının aksine, Kanuni dönemi, devletin yaşadığı mali krizi çözmek üzere fetih seferleriyle diğer halklara yaşatılan dramlar bir yana, köylülerin vergilerini katlamak ve iltizama vermek üzere halktan toprak gasp etmekle belirlecekti. Bu ise halkın ve bu noktada onunla çıkar birliği içinde olan sipahilerin direnişleriyle karşılaşacaktı. ‘Kanuni, 1526’da Macaristan seferlerinin ilkini ve en başarılısını yaparken, yukarıda sözü geçen arazi yazımının uyandırdığı hoşnutsuzluk, birden geniş isyanlar biçimine dönüşecekti.’’(Mustafa Akdağ, 1995, s.118) s.209,210

Bu süreçte mültezimler, bölgedeki ekonomik ve politik gücü ellerinde biriktirip merkeze karşı güçlerini artırırken yerel egemenlere(Ayanlar) dönüşüyor, mültezimler mahalli otorite olarak devlete karşı güçlerini artırırken reaya da mültezimlerin keyfine kalmış serflere dönüşüyordu.
Böylece devlet kendi parasal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken alternatif iktidar odakları yaratarak kendi krizini siyaseten daha da artıran bir duruma neden oluyordu.s.207

‘’Değişim, merkezin ihtiyaçlarına göre ve onun ihtiyacı kadardı. Dolayısıyla bu isyan döneminden hem merkezin örselenmesi hem de kendileri için fiili bir mal birikimi ve ordular kurarak çıkma olasılığı, bu kesimlerin savaşı beslemesine ve savaşa katılmalarına neden oluyordu. Böylece isyan sürecinde birer ‘savaş beyi’ ve yerel otoriteye dönüşen güçler, iktisat ve milkiyet olanağını genişleterek derebeyleşmek noktasında büyük avantajlar elde edeceklerdi.’’s.212

‘’Osmanlı devleti genelinde üretim düşüyor, ürünlerden daha fazla gelir elde edebilmek için Osmanlı dışına kaçırılıyor, çok kötü koşullara maruz kalan reayanın topraktan kaçışı artıyordu.’’s.207

‘’Toprak düzeninin bu şekilde bozulması, Osmanlı düzeninde ve bunun siyasal sonuçlarında da ciddi değişimleri beraberinde getirecekti. Daha önce görece adalet ve başarılı savaşların devamı yönünde kurumlaşmış olan toprak-ordu-iktidar düzeni, artan ve karşılanamayan ekonomik ihtiyaçlara bağlı olarak köylünün ve diğer gelir olanaklarının iltizam yoluyla daha ağır bir sömürü çarkına alınmasıyla değişecekti. Bu ise Osmanlı’daki görece adaleti ortadan kaldırması bir yana, yeniçerinin de sayı ve siyasal etkinliğinin artmasına karşın yozlaşarak savaş etkinliğini yitirtmesini, dolayısıyla talan gelirlerinin ciddi bir düşüşü yanında merkezkaç güçlerin merkeze karşı etkinliklerinin artmasını, herkesin kendi çıkarlarını egemen kılmaya çalışmasını ve artık denetlenemez bir kargaşa sürecine sürüklenmeyi beraberinde getirecekti.’’s.210

‘’Her alanda yaşanan bu yozlaşma ve çöküntü o zamana kadar ayaklanmalara katılmamış halkın da yaşam umudunu yitirmesine, görece adaletin son kırıntılarının da iyice ortadan kalkmasıyla toplumun korkunç bir sefalet ve belirsizlik içine sürüklenmesine neden olacaktı. Bu ise Anadolu’da, 1576’ da başlayıp 1610’a kadar sürecek ve sonuçları, önceki isyanlardan çok daha büyük olacak; gerçek bir yıkımın, bir iç savaşın yaşanmasına yol açacaktı. Daha önce Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılırmak-Yeşilırmak bölgesinde 20 bin kadar taraftarıyla birlikte ayaklanan Kızılbaş(Alevi) önderi Şeyh Celal’e atfen ‘eşkıyalık’ ve isyankarlık anlamında kullanılan ‘celali’ kelimesi bu dönem isyanlarına, egemen aklın taktığı isim olacak, isyanlara da ‘Celali İsyanları’ denilecekti.’’s.211

Ezilenlerin, yaşanan bunalım ve uygulamaların sonuçlarına karşı ayaklanması temelinde şekillense de, giderek herkesin herkesle savaşacağı bir iç savaş olan bu süreç, tam bir kargaşa atmosferinde sürecektir. Bu işten en büyük kaybı üretici halk yaşayacak olsa da saflar ve ittifaklar sürekli olarak değiştiğinden Celali isyanları, klasik anlamda ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesi hattında biçimlenmeyecekti.s.211

Şurası bir gerçektir ki bu eylemler, Osmanlı devletinin Anadolu’da geçerli kıldığı düzene karşı ezilenlerin tepkisi temelinde olduğundan bu eylem bir Anadolu halk hareketi, ‘tam bir köylü isyanı’dır. Ancak geçmişi istemekten başka bir amaç saptayabilme düzeyine ulaşamamış, soyguncu karakteri aşıp alternatif bir düzen projesi üretememiş, padişaha karşı olamamış, kısa zamanda da kah beylerin, kah kadıların, kah padişah fermanlarının ardına dizilerek, sosyal karakterinden uzaklaşarak yozlaşmış, sonuçta ezilenler bir şey elde edemeyip daha da örselenmiş ve daha önce gelenek haline getirdiği kendi hak ve özgürlüklerine sahip çıkmak için isyan etme iradesini de yitirmiş, bu anlamda diğer Kızılbaş direnişleri gibi veya Bedrettin isyanı gibi ayaklanmalardan farklı bir köylü isyanı olmuştur.s.211,212

Öyle ki Osmanlı nasıl askeri ve dinsel karakteri nedeniyle bir hukuk devleti yönelimine girememiş ise, Celali isyanları da bu durumun içten bütünleyicisi olmuş, Osmanlı toplumunun da Osmanlı devletinin kuruluşundan beri olduğu gibi talancı bir toplum haline gelmesine yol açmıştır.s.213

‘’Herkes eski günleri arıyordu; ama eski günlerin gelmesi olanaksızdı. Çünkü artık eskisi gibi verimli dış talan olanağı yoktu, ticaret haracı yoktu, bürokrasi kolay beslenebilir nicelikte ve eskisi kadarla yetinecek nitelikte olmaktan çıkmıştı. Her şey Bizans’ın son yüzyıllarını andırıyordu.’’s.214

‘’Özetle, ya düzenin toptan değişimi, bürokrasinin ve asalak olan her şeyin tasfiyesi ve ayağını yorganına göre uzatıp, halkın birikmiş dinamiklerini üretime yönlendirmek gerekiyordu; ya da herkesin herkesi yağmaladığı bu iç savaşla düzenin bozulması ve rekabet gücünü iyice yitirerek bağımlılaşması kaçınılmazlaşacaktı. Tabii birincisini gerçekleştirebilecek güç dengeleri ve koşullar artık mevcut değildi ve Celali isyanları da kaçınılmazdı.’’s.214

‘’Hayat pahalılığı ve işsizliğin artışına bağlı olarak, ekonomik güvence oluşturacağı umuduyla medreselere yollanan çocukların çok büyük sayılara ulaşması, daha önce toplumun ideolojik düzeyde kontrol ve dönüştürme mekanizması olarak işlev gören medreseleri iflas ettirmiştir.(…)Osmanlı’nın bu çok büyük öğrenci yoğunluğunu besleyip, eğitip, dağıtma olanağını yitirmesiyle, düzenin bu en güvenilir ideolojik kurumları birer birer ayaklanma ve soygun ocağına dönüşeceklerdir.’’214,215

‘’İşte bu koşullarda gerçekleşen Celali isyanları, birincisi suhte ayaklanmaları, ikincisi levent ayaklanmaları olarak iki kanalda biçimlenecektir.’’s.214

‘’(Artık geçinemediği için okulunu terk etmek zorunda kalan )Suhteler 1575’ten başlayarak çekirge sürüleri gibi köylere saldırmaya, köylüden zorla vergi toplamaya başlamışlardır. Suhte ayaklanmasını bastırmak üzere devlet yerel güçleriyle harekete geçiyor; ama yetersiz kalıyor, suhte ayaklanmaları kısa zamanda her yere yayılıyor. Bunu takiben ikinci büyük Celali hareketi başlıyor. Bunlar ‘’ekonomik darlık ve mültezim baskısı karşısında çifti çubuğu bırakıp eşkıyalığa başlayan köylülerdir.’’(İ. Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, s.202)s.214

Bu ikinci dalgada hem bağımsız leventlerin mültezime ve kadılara tepkisi hem de onları denetleme şansı elde eden devlet görevlilerinin kendi çıkarları için köylüleri yağma ve topraklarına el koyma eylemi yan yana gidiyor, isyanların yapısında ciddi bir değişim gerçekleşiyor, artık geçinemediği için okulunu terk etmek zorunda kalan suhte ve toprağını terk etmek zorunda kalan işsiz halkın hareketi olmaktan çok, yerel egemenlerin kavgasına dönüşüyor. Ehli örf (devlet görevlileri), çift bozandan(topraklarını terk edip kaçan köylüler) oluşan Celali çetelerini toplayarak onlardan levent birlikleri oluşturma yoluna gidiyor ve bu sayede, nihayet 1578’de suhteleri bastırabiliyor.s.215,216

Ancak, önce suhtelere karşı üretimi ve dolayısıyla reayayı koruyan devlet görevlileri, çok geçmeden Celalileri örgütleyip kendi çıkarları için reayaya saldırtarak, talanı genişleten bir işlev göreceklerdi.s.216

Alternatif iktidarların oluştuğunun fark edilmesiyle birlikte devlet, kendi görevlileri öncülüğündeki Celali çetelerini ve giderek güçlenen ve alternatif iktidar oluşturan, artığa ortak olan devlet görevlilerini bastırmak için çare aramaya başlayacak, bu kez çareyi mal ve canını Celalilere kaptıran halkı ayaklandırmakta bulacaktı. Yayınladığı bir fermanla halka silahlanma ve kendini koruma yetkisi veriyordu.217

Artık, düzenin temel yapıtaşını oluşturan üç güç, yani saray, yerel egemenler ve ulema, yaşanan iç savaş ortamından güçlerini artırarak ve ya en kötü olasılıkla güçlerini yitirmeden çıkma kavgası veriyorlardı. Halk ise bu bu güçler arası çıkar çatışmalarının aracı ve kurbanı olmaktaydı.s.218

Halk bu atmosferde sürekli göç halinde canını kurtarmaya çalıştığından üretim imkansızlaşmaktaydı. S.219

‘’1603’te Anadolu’nun üçte ikisi kırılmış veya kaçmış durumdadır.s.219

Bu dönem Anadolusundaki vahamet, Şeyh Recep’in ‘Necmü-l Hüda, fi Menakıb-ı Şeyh Ebu’s-Seha’ adlı yapıtında şöyle anlatılacaktır:

‘’Toprak baştan başa sahipsiz, boş ve muattal kaldığından kıtlık ve açlık başladı. Fakir halk ot yapraklarını, ağaç kabuklarını, daha sonra çöplüklerde ve yollarda buldukları cifeleri(leşleri) yediler. Kurtlar gibi köpekleri kedileri avladılar. Kedi köpek kalmayınca halk kokmuş hayvanların kanlarını, leşlerini ve nihayet çocuklarını boğazlayarak yemeye başladılar.’’(Akt. Z. Coşkun, Öteki Sivas, s.69)s.219

Bu durum sonraki dönemde de devam edecek, tarihçi ve devlet görevlisi Koçi Bey de, ‘’Şimdiki halde reaya fukarasına olan zulüm hiçbir tarihte, hiçbir iklimde, hiçbir padişah memleketinde olmamıştır’’(Risale, Z. Danışman,s.69) diyecektir.s.219

‘’Dönemin sonuna gelinirken, Osmanlı, öncesinden daha yorgun, kıtlık yaşayan, bağımlılaşma ve gerileme sürecini durdurma dinamizminden daha yoksun bir imparatorluktur. Beyler artan oranda birer Celaliye dönüşmüştür. Beylere karşı teşvik edilen il erleri büyük kayıplarla geri adım atmak zorunda kalacak, bu durumda padişah da önceki fermanında değişiklik yaparak bu kez de beylerle uzlaşma yoluna gidecektir.s.218,219
Celali başbuğları bu şekilde artık sancakbeyi ve beylerbeyi olarak atanacaklardır. Böylece ‘’Enderun’dan çıkma’ yoluyla bey tayini geleneği, ‘’Celalilerin zoru altında’ bozulmuş olacaktır.(M. Akdağ, 1995, s.486)’’s.220

’Gücü yetenin baş olabildiği, toprağın tutanın elinde kaldığı’ bu kargaşa atmosferinde sivrilen bey ve ağalar, kısa zamanda egemen oldukları bölgelerde devletin yerini almış, toprağın tasarruf hakkı bu güçlü beylerin elinde mülkiyet hakkına dönüşmüş ve iktidarlarını babadan oğla devreden feodal hanedanlara dönüşmüşlerdir.s.220

‘’Bir isyan dönemi daha kapanırken Osmanlı, tıpkı Bizans ve diğer öncülü imparatorluklar gibi bütünüyle çürüme sürecine girmiştir.’’s.220

‘’Feodalleşme Celali isyanları sonrasındaki 200 yılda iyice belirginleşmiştir.’’s.332

‘Ayan’ adıyla anılacak olan bu yerel otoriteler, 17. yüzyıldan itibaren, vergi oranlarını saptayan, zaman zaman padişahla ve birbirleriyle savaşa girişerek otoritelerini koruyan, sarayda da işbirlikçiler edinen gerçek iktidar odakları haline gelmişlerdi.s.220

‘’Halkın tümüyle devre dışı kaldığı, padişahın ise eski mutlak otoritesini fiilen yitirdiği 18. yy. sonlarından itibaren iyice güçlenip kurumlaşacak olan mahalli otoriteler(ayan ve hanedanlar), nihayet 1808’de Saray’a Sened-i İttifak anlaşmasını imzalatarak, kendilerine önemli avantajlar sağlayacaklardır.’’s.331

‘’Ayanın temsilcisi durumundaki vezir Alemdar Mustafa Paşa döneminde imzalanan ve Osmanlı Devleti’nde ‘ilk kamu hukuku kaidesi’ sayılacak olan Sened-i İttifak, büyük ayanın devlet iktdarını kontrol altına alma yöneliminin adıdır. (H.İnalcık,Osmanlı İmparatorluğu,s.343) ‘’ s.331 ‘’Ancak Osmanlı toprak düzeninin bozulması ve ayanın ekonomik ayrıcalığını pekiştirmesiyle biçimlenen feodalleşmenin sonu olmayacaktır. Nitekim 1815’te, yani Sened-i İttifak’ın üzerinden henüz 7 yıl geçmişken, 2. Mahmut, Rusya ile savaşın bitmesinin avantajını kullanarak feodalleri tepeleyecekti. Bunu bir dizi iktidar kavgası ve katliamlar izleyecekti. Bu sürecin sonunda merkez, egemenliğini koruyacak, ama imparatorluk artık eskisi gibi olmayacaktır. Ayanın gücü ve feodalleşme artık bir olgudur.’’s.331

‘’Esasen merkez ile feodaller arasındaki bu kapışma, giderek hakim hale gelen modernleşme ile geleneksellik arasındaki kapışmanın tezahürü olarak sonraki yıllarda da devam edecektir. Genç Osmanlılarla Abdülhamit, Cumhuriyetle Osmanlı, merkez sağ ile merkez sol arasındaki mücadele işte bu yarılmadan devam edecektir. Ne var ki iç ve dış koşulların değişimine bağlı olarak kah biri, kah diğeri uluslar arası sistemin uzantısı haline gelecek ama her ikisinden de halka yönelik radikal bir özgürleşme çıkmayacaktır’’s.331

‘’Burada(Sened-i İttifak’ta) (tıpkı 1215’te İngiltere’de imzalanan ‘Magna Carta’ da olduğu gibi)‘eşkıya’ ile bir uzlaşı olduğu doğru elbette; ancak önemli bir ayrıntıyı, söz konusu anlaşmada taraflardan birinin ‘küçük eşkıya’ olduğu halde diğerinin ‘büyük eşkıya’ olduğu gerçeğini unutmamak koşuluyla; ki büyük despotun küçüklerle yapmak zorunda kaldığı bu tip uzlaşılardan, bütün dünyada giderek bir hukuk zemini üremiş olduğu ve egemenler arası böylesi uzlaşmalar, despotizmi gerileterek, sivil toplumun, hukukun, özgürlüklerin ve ekonomik dinamizmin ortaya çıkabilmesine zemin hazırladığı da bir gerçektir’’s.333

‘’Ayanın güvensizliği nedeniyle İstanbul’a büyük ordularla gelmesi, yapılan pazarlıklar ve padişahın mutlak otoritesini hukuken sınırlayan sonucuyla Sened-i İttifak, Osmanlı tarihinde önemli bir kilometre taşıdır. Çoğu devşirme kökenli de olsa, Celali isyanları sonrasında artık basit birer kapıkulu olmayan feodallerin merkeze dayattıkları koşullar, adeta Çandalı’nın hal’liyle gömülen Osmanlı aristokrasisinin tekrar kendini kabul ettirmesiydi.’’s.332

‘’1839 Tanzimat Fermanı da (…)(gerek dışsal baskılar, gerekse de bağımsızlaşma eğilimlerinin önünü almak kaygısıyla) gayrimüslim halkları Müslüman halkla eşit konuma yükseltmeyi, bir bütün olarak Osmanlı tebaasının hak ve özgürlüklerine kapı açıp devletin keyfiyetini sınırlayarak halkı kazanmayı öngören işte böylesi kısmi bir düzenleme olacak, şeriatın adı sıklıkla anılmasına rağmen devre dışı bırakılmaya çalışılması söz konusu olacaktır.’’s.338

‘’Tanzimat ve onun döşediği yoldan gerçekleşen 1856 İslahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasiye artık kaçınılmaz hale gelmiş olan çöküşü engelleyemeyeceklerdir. Ancak modernleşme ve sekülerizm (dünyevileşme) yönünde ciddi adımlar olacaktır.’’s.339

‘’Özetle merkezi tahkim etme yönünde atılan her adım çözülmeyi derinleştirecekti (Tıpkı 1. Dünya Savaşı ve Alman emperyalizmiyle ittifaktan faydalanarak eski egemenlik alanlarını tekrar ele geçirmek amacıyla başlattığı maceradan kendisini parçalayan Sevr ile çıkmak zorunda kalması gibi).s.338


Acaba beylikler yenişemeselerdi ne olurdu?

‘’Merkezi despotizm ile feodal beyliklerin sömürüsü arasında halk için üçüncü bir yol olamaz mıydı diye bir soru sorulabilir. Bu doğrultuda kimi girişimler gerçekleşmedi değil. Abbasiler döneminde Karmati, Babek deneyimleri, Selçuklu’da Baba İshak, oradan da Şeyh Bedrettin, Şahkulu, Kalender Çelebi, (Anadolulu) Şah İsmail vb. ayaklanmalarıyla devam eden bir halk geleneği ile karşı karşıyayız. Birbirini izleyen ama alternatif düzen kurma başarısını gösterememiş bu ayaklanmalar eğer başarıya ulaşmış olsaydı, kuşkusuz böyle bir olasılık gerçekleşebilecekti.’’s.329

‘’Bu noktada tarihsel olarak ciddi bir varsayımda bulunulabilir. Eğer ki Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı despotizmi silah zoru ve kardeş katliyle merkezileşmeyi başaramamış olsaydı, aynı veya ayrı kimliklerden toplumların birbirleriyle savaşları devam edecekti ama: 1-Bu savaşlarda ölen insanlar asla daha sonra merkezileşme için yapılan savaşlarda ölenlerden daha fazla olmayacaktı. 2- Zayıf beylikler ve aşiretler varlıklarını sürdürebilmiş olsalardı sivil toplum, dolayısıyla demokrasinin oluşumu ve ekonomik kalkınmanın gerçekleşme şansı çok daha fazla olacaktı.’’s. 329

‘’(..)yerel egemenler üzerinden gelişen feodal eğilimler merkezi despotizmin baskısıyla dağıtılmamış olsaydı, feodal yapılar olarak kurumlaşacaktı. Bu koşullarda, kuşkusuz iç sömürü artacak, ama aynı zamanda sermaye birikimi ve bu yoldan kapitalistleşme ve sanayileşmeye geçişin koşulları oluşacaktı.’’s.330

‘’Bu iddianın en temel kanıtı Batı’daki gelişmedir.(…) Kuşkusuz Doğu’da merkezi despotik imparatorlukların oluşumunun nesnel nedenleri vardır ama benzer süreç Batı’da Roma ve sonrasında Doğu Roma imparatorluklarının kuruluşunda da yaşanmıştır. Dolayısıyla nesnel koşullar, sonraki yüzyıllarda Doğu’da imparatorluklar için daha elverişli koşullar oluşturmakla birlikte bu mutlak bir kader olarak düşünülmemelidir. Böyle olmasında, yerel küçük gazacı despotların feodal birikimleri, bu temelde gelişen imparatorların da yerel beylikleri bastırabilmeleri; bunun sonucunda istikrar için devşirme ve kozmopolit kurumlaşmayı sağlamaları anlamındaki iradelerinin önemi de özellikle belirtilmelidir.’’s.330

‘’tımar benzeri kurumlar Avrupa tarihinde feodal sistemin öncülü işlevi görmüştür.’’s.126

Ancak tımar sistemi Osmanlı’da feodalleşmenin önünü açmak yerine kapatmıştır, çünkü Osmanlı giderek feodalleşmek yerine merkezileşmiştir.

‘’Dolayısıyla bu dönem için söz konusu olan gaza üzerinden feodal bir öncünün oluşumu değil, feodal nüveleri içermekle birlikte, esas olarak askeri despotik bir öncünün oluşumuydu.’’s.129

‘’Gaza gelirlerinin şekillendirdiği Osmanlı’nın diğer beyliklere egemen olması, sonraki dönemde üretim ve rekabet eksenli bir ekonomi ve siyaset geleneğinin oluşumunu engellemiştir. Oysa yenişemeyip farklı varlıklarını hazmeden bir statüye geçselerdi, iç üretimlerini ve aralarındaki ticareti geliştirecek, ekonomik sorun ve kurumlaşmalarını bu temelde çözmeye yöneleceklerdi. Bu da bir başka devlet, toplum ve üretim şekillenmesi oluşmasını sağlayacaktı. Oysa Osmanlı’nın, çevresindeki her yapılanmayı ezerek yükselişi, hamasi bir tarih yazımı için devasa bir güç oluşumunu sağlamış, ama buna karşılık üretim ve katılım eksenli bir yapının oluşabilmesini olanaksızlaştırmıştır.’’s.137

‘’Osmanlı toplumu kuşkusuz salt talancı bir imparatorluğa indirgenemez. Ancak diğer yandan Osmanlı’nın esas olarak talan gelirleriyle kurulduğu, toprak düzenini bu talanı garanti altına alacak bir asker ve artık üretme sistemi olarak örgütlediği; gücü yetebildiği zamana kadar talan yaptığı ve talan yapamaz hale gelince de, bu yapısı gereği aynı talancı zihniyetiyle kendi halkının talanına yöneldiği; ve yine bu yapısı nedeniyle üretim eksenli bir yapıya dönüşmeyi beceremediği de bir gerçektir.’’s.320

‘’Osmanlı feodal çözülme yaşarken Avrupa kendi feodalitesini aşarak burjuvalaşmakta ve (burjuva kapitalist milli devletler olarak) merkezileşmektedir.’’s.339 ‘’ Roma’dan sonra Pers, Bizans, Emevi-Abbasi imparatorlukları, dünyadaki imparatorluk çağının belki de son zamandaş örnekleriydiler. Bu anlamda Osmanlı, her şeyi geç yaşayan Doğulu gelenek içinde, belki de en gelişmiş ama geç kalmış bir imparatorluk örneğiydi. Belki de pek çok olumlu yanlarına rağmen Fatih’in, derebeyleri tasfiyesiyle, normal feodalleşme ‘şansını’ yitirmesinin faturasını ödüyordu Osmanlı.’’s.339

‘’Tüm bu saptama ve sorgulamalar bugün hala eğitim sistemimize egemen olan ve giderek daha da pekiştirilen geçmişin olumlanmasına ilişkin ciddi bir sorgulama geliştirmemiz gereğini de beraberinde getirmektedir. Çünkü bu sorular, niye kalkınamadığımız ve niye demokratikleşemediğimiz sorularının yanıtı için ciddi bir açılım sağlayacaktır.’’s.330


Nilüfer Tekin

Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın
7) Osmanlı'nın Dini, Mezhebi + Osmanlı Laik miydi?
19 Mart 2011 Cumartesi, 02:41 tarihinde Nilüfer Tekin tarafından eklendi


Osmanlı’nın Dini, Mezhebi

(Eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, ’Osmanlı Alevi miydi?’ tartışmasına ilginç bir örnekle; ’Evet Aleviydi’ cevabını veriyor.
YENİÇERİLERİN RESMİ TARİKATI BEKTAŞİLİKTİ
Zaten bilinir ki Yeniçerilerin resmi tarikatı Bektaşilik idi. Yeniçerilerin 94. alayında mürşit olarak bir Bektaşi Babası otururdu. O ölünce yeni "Baba" Hacıbektaş’tan gönderilirdi.
Büyük resmi törenlerle karşılanır ve makamına oturtulurdu.
Hatırlayın ki Osmanlı’nın ordusunun temeli Yeniçerilerdi. Devletin temeli ve padişahın muhafız gücü olan Yeniçerilerin Bektaşi olması, bize neyi söyler?

YAVUZ ADI NEREDEN GELİYOR?Diyorum ki Osmanlı devletinin resmi din yolu Alevi-Bektaşilik idi... Ne zamana kadar mı? Selim Padişahın Şah İsmail’e ve Safeviliğe karşı bir Sünni set inşası ihtiyacını duymasına kadar... Mısır’dan getirilen Eşari-Sünni din bilginleri Osmanlı memleketine dağıtıldı ve halka Eşari-Sünnilik öğretildi. Sayıları 1000’den çok olduğu söylenen bu bilginlere verilen destek ile Osmanlı’nın resmi mezhebi Sünnilik haline geldi. İş asıl Kanuni döneminde tamamlandı. Sanıldığı gibi Selim Padişah’ın adı, Yavuz Selim değildi. Safevi-Alevi Türkmenlere karşı yürütülen kıyıcı hareketlerden ötürü halk ona "Yavuz" yani kıyıcı, yani zalim dedi...

OSMANLI ALEVİ-BEKTAŞİ İDİ
Yavuz sözünün sonradan itibar kazanması ayrı bir konudur.
Belirtmezsek olmaz... Osmanlı’nın başlangıcından Yavuz Selim’e kadar ki resmi din anlayışı Alevi-Bektaşilik olmakla birlikte bugünkü Alevi-Bektaşilik ile birebir aynı olduğu sanılmasın.
Elbette zaman ve mekân değişikliği birçok akımı etkiler ve değiştirir. Ama özünde ve ana yaklaşımlarda değişiklik olmamıştır.
Yavuz Selim’le Alevi-Bektaşilik yine de resmi koruma altında ama ikincil derecede varlığını daha üç asır sürdürmüştür. Safevi-Alevilik ‘kızılbaşlık’ denilerek ezilmiş, Bektaşi-Alevilik korunmuştur.
Bektaşi-Aleviliğin ezilmesi ise 1826 Yeniçeriliğin yok edilmesi ile aynı anda gerçekleşmiş; Bektaşi dergâhları kapatılmıştır. Ta ki Sultan Azizin tekrar serbest bırakmasına kadar.
Bugünlerde gündeme yeniden giren Alevi-Bektaşilik ile Osmanlı ilişkilerinin özeti budur.

http://www.ensonhaber.com/gundem/104012/osmanlinin-resmi-dini-alevi-bektasilikti.html)


(Bu yazı Erdoğan Aydın’ın ‘Osmanlı Gerçeği adlı kitabından derlenmiştir)

Türk boylarının kabul ettiği İslamiyet özellikle başlangıçta’’Oğuzların eski Şaman inançlarında fazla bir değişiklik getirmeyen, katılaşmamış, derme çatma bir din yapısındaydı. S.71

‘’Göçebe demokrasisi içinde, daha sonraları Kızılbaş adı altında toplanacak olan Batıni inanç, bu dönem Anadolu’sunda en yaygın inanç durumundadır.

‘’Esasen Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, iktidarda temsil edilen dinsel anlayış da alabildiğine gevşek ve kurallardan uzaktır.’’ S.72

‘’Tabii kurumlaşmasını müteakip, Osmanlı aristokrasisi, tıpkı Selçuklu Devleti’nin yaptığı gibi; yerleşik hayat, katı hiyerarşi, toplumun kontrolü, asker ve vergi düzeninin güvencesi açısından Sünni Ortodoksinin Hanefi ekolünü devletin resmi mezhebi haline getirecektir; dahası Osmanlı, Sünni/Hanefi mezhebi kendi halkına dayatacak, dolayısıyla kendi geçmişine yabancılaşma yoluna gidecektir. Bu noktada Abbasi hilafeti karşıtı Vefai ve Selçuklu karşıtı Babai gelenek çerçevesinde biçimlenen Osmanlı kuruluşunun, kurumlaşması sonrasında egemen sınıf çıkarları çerçevesinde kurucu zihniyeti tasfiyeye yönelmesindeki tarihsel trajediye özellikle işaret edilmelidir. Öyle ki o, kendisiyle birlikte Mevlana’nın ve Hace Bektaş Veli’nin halifelerini bile yabancılaştırmayı başararak, onları devletin toplumsal kontrol aracı olarak kullanacaktır.’’s.75

‘’Özetle Osmanlı’yı heterodoks inançlı insanlar kurmuş, ancak bunların felsefesi devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Osmanlı Ortodoks bir dönüşüme uğramış ve uğratılmıştır. Aynı şekilde başta nüfusun ezici çoğunluğu bu Batınilerden oluştuğu halde daha sonra önce şehirlerde, sonra da tımar sisteminin devlete sağladığı ekonomik çıkarı dağıtma avantajının yanı sıra, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla kırlarda da giderek azınlığa düşürülecektir. Daha sonra Alevilik adı altında toplanacak olan bu inanç geleneğinin dışlanması ve kamu hayatında meşru kabul edilmemesi geleneği, Osmanlı mirası üzerinden ne yazık ki Cumhuriyet sonrasında da devam edecektir.’’s.75,76


Osmanlı Laik miydi?

Osmanlı’nın din devleti ya da laik olup olmadığı sorusuna Osmanlı’nın bir din devleti olduğundan laik bir devlet olduğu iddiasına kadar çok çeşitli değerlendirmeler mevcuttur. s. 405

Laikliği, devletin meşruiyetini tanrıdan değil yaşamdan ve halktan alması, devletin resmi ya da gayrı resmi bir dininin ve uygulamasının olmaması, yasa ve hukukun din kurallarına dayanmaması, din üzerinden siyaset yapılamaması, vatandaşlarının inanç ve kanaat özgürlüğünün olması şeklinde tanımlarsak, Osmanlı’nın 15-19. yüzyıllar arası laiklikten çok daha fazla, bir din devleti olduğunu söylemek gerekir.

‘’Esasen Kur’an’ın gökyüzünden inmediği, o günün koşullarınca ve Muhammed tarafından oluşturulduğu gerçeği ışığında soruna yaklaştığımızda, buradaki ayrım noktasının, yani bir yönetimin dini (dolayısıyla şer-i, dolayısıyla teokratik) olup olmamanın belirleyici ögesinin, Kur’an veya hadise uygun olup olmamasında değil, yönetimin dünyevi değil Tanrısal bir meşruiyet üzerinden kurulup kurulmadığı noktasında düğümlendiği daha net anlaşılacaktır.’’s.431

‘’dinseli belirleyenin, örneğin hırsızın elini kesmek veya hapse atmak veya birinin Kur’an’da olması, ikincisinin olmaması değil, yasanın meşruiyet kaynağının din olup olmaması, yönetimin egemenliği Tanrı’ya atfen kullanıp kullanmadığı gerçeğidir.’’s.432

‘’Aksi taktirde teolojinin, din adamlarınca 14 yüzyıldır bitirilemeyen ve asla bitmeyecek, tam tersine daha da karmaşıklaşacak olan dehlizlerinde boğulup kalırız; ya da daha trajik olanı Osmanlı düzeninde laiklik keşfederiz.’’s.432

‘’Tabii bu durumda laikliğin aydınlanmacı, özgürleştirici, meşruiyetini halktan alan, din adamlarını devlet düzeninin dışına atan, devlet kararlarının dayanağı için fetva alma baskılanmasından kurtaran, yurttaşlarının dinsel tercihleri karşısında tarafsız olma, vb. nitelikleri belirleyiciliğini yitirirler. Ve öyle zannediyorum ki yukarıdaki mantığın bir diğer eksiği de, Osmanlı hukukunun sanki sadece örfi olduğu gibi bir dalgınlıktan yola çıkmasıdır. Oysa Osmanlı’da etki ve nicelik anlamında çok ciddi bir din adamları sınıfı vardır; yasa yapmaktadırlar, Tanrı ve onun yeryüzündeki temsilcisi (ülü-l emr) adına tüm yargı işlemlerini yürütmektedirler ve sadece emir kulu değil aynı zamanda düzenini kapıkuluyla birlikte iki temel denge ve belirleme güçlerinden biridirler. Kaldı ki ‘kadir-i mutlak’ padişah da bu temel güçler arasındaki dengeler temelinde siyaset belirleyebilmektedir; yoksa kendinden menkul insanüstü bir güce asla sahip değildir. Ve zaten böyle olduğu içindir ki ‘zındık’lara hayat hakkı tanımamış, gayrimüslimlerden cizye alınmış, Anadolu halkının Müslümanlaştırılması genel tercihinden öte özel olarak Sünni/Hanefileştirilmiş; padişah, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi addedilerek güçlendirilmiş, rasathane yıkılırken veya matbaanın gelişi engellenirken tıpkı Batı’daki teokratlar gibi ‘Tanrı’nın işine karışılmasının haram olduğu’ gerekçesiyle davranılmıştır.’’s.432

‘’Laik ve bilimsel bir perspektifle aslolan, meşruiyet kaynağının dinsel olup olmadığı noktasında belirlenmektedir. Oysa şeriatçılar için böylesi bir genellemeden öte, aslolan, dinin biçimsel kuralları konusunda da dogmaya sadakatin sürüp sürmediğidir; ki bu mantık açısından Osmanlı’nın tüm diğer İslamcı iktidarlar gibi ‘cehennemlik’ bir müşrik olduğu açıktır.’’s.433


‘’Klasik bir İslam devlet Modeli (İslam dininin kurallarını aynen uygulayan) var mıdır gerçekten?

Temel kaynaklara sadık kalınacaksa bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Nitekim İslam devletleşmesinin hukuku, ilk emirlerin revizyonu başka devletlerin Kur’an’da karşılığı olmayan kurumları aktarılarak geliştirilmiştir.’’s.409

Tüm diğer hukuk sistemleri gibi İslam hukuku da uygulandığı İslam ülkelerinim yapılarına göre değişik biçimler almıştır. s. 408

Ayetlerin birçoğu Mekke ve Medine halklarının sorunlarıyla ilgilidir ve eskisinin hükmünü geçersiz kılan, eskisinden farklı ayetler vardır.

Nitekim bizzat Muhammed döneminden, yani Allah’a atfedilen Kuran ayetlerinin aralarındaki farklılaşmalardan s.434 başlamak üzere İslamiyet’i benimseyen toplumların dönemlerindeki koşullara ve sorunlara göre değişikliklere uğramıştır.

Kuran’ın hükümleri, tüm diğer sistemler gibi, tüm zaman ve mekanlar, tüm toplumlar ve sorunlar için geçerli değil yalnızca ortaya çıktığı toplum ve sorunları için geçerli olduğundan Kur’anda yer alan hukuk normları üzerinden bir devlet örgütlenmesi geliştirilemezdi; çünkü burada yazılı olanlar, iki küçük şehrin (Mekke ve Medine) yönetim sorunları üzerinden biçimlendirilmiştir. El yordamıyla oluşturulan yasalar oldukça basit, ruşeym halindeki bir devletin ihtiyaçlarıyla sınırlıdır. Bu dönemde ortaya konan ve üstelik bizzat Muhammed zamanında evrim geçiren önerme ve uygulamalar, sonraki dönem yaşanan kurumlaşmaya, hele ki İslam imparatorluklarına yetmemiş, egemenlik çıkarları, Muhammed döneminden başlayarak dinsel kuralların değiştirilmesini ve düzeltilmesini zorunlu kılmıştır.s.409,413

Bizzat Muhammed döneminde Kur’an’ın evriminin üç aşamada biçimlendiğini görüyoruz:s.410

1-Peygamberliğinin 20 yılının ilk on yılını içeren Mekke döneminde Kuran bir siyasal önerme, hele ki bir hukuk kuralı içermez. ‘tek Tanrı’ya teslimiyet önermeleriyle yetinir.
2-Medine’deki ilk dönemde aynı boşluk sürmektedir; ancak günlük yaşamın beklentileri vardır ve bu ihtiyacı Muhammed ve diğer ileri gelenler, kendileri tarafından düzenlenen ‘Medine Sözleşmesi’ ile karşılamışlardır.
3-Ancak bundan sonradır ki, yani Muhammed’in belli bir egemenlik alanı elde ettiği ve siyasal yönetim sorunlarıyla doğrudan karşı karşıya kalmasından sonradır ki, karşılaşılan sorunlara bağlı olarak hukuki ayetler düzenlenmeye başlanmıştır. Ki bunlar da kendi içlerinde çelişki ve değişiklikleri içermektedirler.s.410

Muhammed’in ufku iki küçük şehirle sınırlı olduğundan daha sonra ortaya çıkacak ihtiyaçları göremediğinden ve bunlara uygun düzenlemeler içermediğinden Kuran hükümleri yayılma döneminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara göre daha Halife Ömer zamanında revizyona uğramış daha sonra da fıkıhla(Kurana dayalı hukuk) esnetilmiş, genişletilmiştir.s.409

Benzeri revizyonlara Ömer döneminde fazlasıyla rastlıyoruz. S.431

‘’Ömer’le başlayan revizyon ve yaşanan yüzlerce ayrışma ve binlerce sayfalık tartışma da bu durumun kaçınılmaz sonucudur.’’s.409

Mezhepler ve yeni dinler de dinlerin revizyonlarının kaçınılmaz olmasından çıkmışlardır.

‘’Halife Ömer dönemi, İslami ortodoksinin çok açık bir restorasyonu, onun bir devlete uygun hale getirilmek üzere revizyonu sürecidir.’’s.409

Örneğin siyasette kayıtsız şartsız tekelciliği, ama ekonomide liberalizmi savunan Kuran’ın ekonomi politikasının temel maddesi özel mülkiyettir. s.236 Ancak Halife Ömer yeni durumun ortaya çıkardığı ihtiyaçlar çerçevesinde Kuran’ın hükmünü revize ederek, siyasal tekelciliği ekonomik tekelcilikle tahkim ederek, sonraki İslam devlet sisteminin ikinci ayağı olan merkezi despotizmin kurucusu olmuştur. s. 238

Ömer, sefaletin artışı üzerine hırsızların elini kesme şeklindeki Kur’an Hükmünü(ki Kur’an’da en net olan birkaç hükümden biridir) belli koşullarla sınırlama yoluna gitmiş, yine Kur’an’i emir olduğu halde Irak ve Suriye arazilerini fatihlere dağıtmayıp, daha sonra Osmanlı’ya örnek olacak şekilde devlet arazisi haline getirmiştir. Kaldı ki bunların birer teferruat olduğu konusunda M.Sencer’in aktardığı bilgiler de öğreticidir: ‘ Kur’an’da zina edenlere 100 sopa vurulması öngörülmüşken, sonradan, fahişe olmadan zina edenler için ‘recm’(taşlayarak öldürme) cezası konulması, ‘Dinde zorlama yoktur’ ayetine karşılık İslamlıktan dönenlerin öldürülmesi, dine sığdırılmaya çalışılan devlet yargılarıdır.’ Ancak bir bütün olarak hepsi şeriattır.’’s.431

‘’Böyle bir yönetimin din kaynaklı olmayan yasaları, onun din dışına çıkması (din devleti olmaması) değil, o güne kadar kayıt altına alınmış olan dini hukukun yetersizliklerinin din dışından, ama dini meşruiyetle karşılanmasıdır. Yani din dışından dinin içine alınmış bir düzenlemedir. Burada şeriatın mantığı açısından net olan çerçeve şudur: Tek tek yasalarda din içi ve din dışı yoktur, bu felsefi bir problemdir; aslolan, siyasal iktidarın meşruiyetini dine mi din dışına mı dayandırdığıdır. Eğer ki din karşıtı değilse ve eğer dinsel iktidarın hizmetindeyse, daha uygunu bulunana kadar din içidir, veya zamanla fıkıhın içine girer.’’s.417

‘’Nitekim Ömer’in din dışı, üstelik peygamberin ölümü üzerinden henüz 10 yıl bile geçmeden doğrudan Kur’an hükmünü geçersiz kılan uygulamaları, daha sonra ‘Ömer sünneti’ olarak dini hale gelecektir.’’s.418

‘’Eğer ki İslami egemenlik koşullarında ve İslami egemenliğin ihtiyacı içinse, kaynağını din dışından, örften alsa bile, İslami egemenlik koşullarında o yasa artık şeriat kapsamındadır; ta ki daha uygunuyla dolduruluncaya kadar.’’s.418

‘’Daha ekstrem bir örnek verecek olursam; İslam iktidarına ilhak edilmiş, hatta sadece vergi vermekle sınırlı bir Hıristiyan bölgesi, Hıristiyan kalmaya devam etmesine rağmen, dar-ül harp olmaktan çıkmış, dar-ül İslam olmuştur’’s.418

‘’Bu noktada anımsanması gereken temel bir nokta da, fıkıh denilen İslami hukukun Kuran-i dayanaklarının, çoğunlukla yorumun yorumunun yorumu olduğu gerçeğidir’’s.418
Başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü eşyanın doğası gereği, iki kasabanın yönetim ihtiyaçları üzerinden öngörülmüş Kur’an’i kurallarla imparatorlukları, hatta modern koşullarda yaşayan bir tarikatı bile yönetmek mümkün değildir.’’s.418

Devletleşme yönündeki kurumsallaşma, Kur’an düzenlenirken, doğal olarak düşünülmemiş, ama devletleşme tecrübesini daha önce yaşamış olan ‘kafir’ ülkelerde uygulanagelen bir dizi yeni kuralın ortaya çıkmasını veya var olan kuralların yerine geçirilmesini beraberinde getirmiştir.s.413

‘’Şer-i hukukun yanında ve ondan daha geniş bir uygulama alanı bulan örfi hukuk, gerçekte, toplumsal geleneklerin bir ürünü olarak, yöneticilerin deney ve yönelişlerinin gereksinimlerine cevap verir bir biçimde varolmuş, gelişmiştir.’’s.418 Bu tarihsel olgu bile Osmanlı’nın tümden şeriat devleti olduğu yargısının bir yanılgı olduğunu kanıtlamaktadır. Şeriatın uygulandığı bir toplumda sultanlara yasama yetkisi tanınmazken ve şeriat dışında yasa oluşturma olanağı yokken, Osmanlı’da sultan, yasama yetkisini kullanmış, ’kanunnameler’ oluşturmuştur. İslam devleti kurallarına göre yasama yetkisi olmayan sultan, bu nedenle ‘meşruti hükümdar’ olmak gerekirken, Osmanlı’da, tek başına yasa çıkarabilmiş ve hiçbir sınırla karşılaşmayarak ‘despotik merkeziyetçi’ bir yönetim biçimini kurabilmiştir.’’s.419

‘’Bizzat Ç. Özerk’in de belirttiği gibi, tamamlanmış bir sistem olmayan şeriat, onu uygulayan devletleri ve onun eksiklikleriyle uğraşan ulemayı, sürekli olarak ona katkı yapmaya zorunlu kılar. Yüzbinlerce sayfalık fıkıh külliyatı bunun kaçınılmaz sonucudur. Buna rağmen o her yeni çağda, her daha gelişkin devletleşmede, her toplumsal ilerlemede ne kadar çok eksikliklerle ve tabii uygulanamaz hükümlerle, dolayısıyla revizyon, restorasyon ve katkı gereksinimiyle malül olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmış ve kalmaktadır. Şeriat düzeninde sultanlara yasama yetkisi verilmediği tezi bu anlamda yanlıştır. Şeriat dışında yasa oluşturma olanağının olmaması da hakeza…Bu durumda ya şeriat tümden reddedilecek ya da gelişmeye, yeni ve kendi dışından kaynaklarla beslenmeye devam edecektir.’’s.419

Dini yasaların başına gelen bu durum, çağdaş hukuk yasalarının da başına gelip duranın aynısıdır.

’’Dünyevi bir ideolojide olduğu gibi dinler için de revizyon, hayatın kaçınılmaz gereğidir ve revizyon(ta ki meşruiyet kaynağı değişmediği müddetçe) o yönetimi dini olmaktan çıkarmaz; çünkü revizyonlar sistem içi değişimlerdir(ama tabii Tanrı tarafından indirildiği ve değişmez olduğu varsayılan dinler için revizyon hep büyük bir problem, pek çok durumda da savaş nedenidir. Nitekim İslam tarihi de, bir diğer yanıyla hem böylesi kaçınılmaz ve hep gecikmiş revizyonların ve hem de bu nedenle çıkmış ayrılıklar ve savaşların tarihidir.)’’420

Esasen bir ortodoks İslam devleti modeli aransa da, böyle bir model Kur’an’dan ve Muhammed döneminden (bile) çıkarılamaz. Bundandır ki ‘İslam Devleti’ denilen şey, değişen koşullara ve egemen güçlerin keyfiyeti ve ihtiyaçlarına göre değişime uğrayan bir yapıdır.s.410

‘’Peki ama bu durumda dogmaya tamamen uygun bir devlet modelinin olmamasından hareketle, ‘Tarihte İslam devleti gerçekleşmemiştir,’ mi diyeceğiz? Elbette ki böylesi bir yaklaşım, tıpkı din dogmatiklerinin durumuna düşmek olacaktır. Aksine, İslam devlet önderinin ‘Allah’ın yeryüzündeki (veya o ülkedeki) halifesi’ sayıldığı mantelitesi çerçevesinde, iktidarı elinde tutan kişi (sultan-halife) veya zümrenin yönetimde meşruiyet kaynağı olarak dini/Tanrı’yı kullandığı, bu bağlamda dini hukukun (veya din dışı kaynaklardan gelse bile kendini dinsel referanslarla meşrulaştıran bir hukuk düzeninin) egemen olduğu her durumda, devletin esasen dinsel/teokratik karakterini teslim edeceğiz. Aksi taktirde, dinsel kuralların dört dörtlük uygulanmadığı her tarihi örnekten ‘laiklik’ keşfetmeye ve laikliği yozlaştırmaya başlarız. Oysa laiklik, meşruiyet dayanaklarının bütünüyle halka geçmesi ve iktidarın ‘gökyüzünden’ (tanrısal meşruiyetten) kayıtsız şartsız ‘yeryüzüne’ (dünyevi hukuka) indirilmesi demektir.’’s.414

‘’Hıristiyan teokrasisi sanılanın aksine neredeyse bütünüyle din adamları kaynaklıyken, İslam teokrasisi, çok daha fazla Kur’an’i dayanak sunar. Ne de olsa Kur’an, ikinci on yılında(Medine dönemi) kurulan siyasal egemenliğin ihtiyaçlarınca şekillenmiş, siyasal bir iktidarın metinleri olmuş, buna karşın İnciller ise muhalif olanların metinleri olmaktan öteye gidememiştir. Bu bir yana padişaha yasa düzenlemede neredeyse sınırsız yetki veren hadisleri de anımsayacak olursaki sorun esas olarak yetkinin kaynağından çok, yetkinin ne adına kullanıldığı sorunudur. Ki padişahların bu yetkiyi din/Tanrı adına kullandığı açıktır.’’s.426,427

‘’Sonuçta her iki tarafta da Tanrı/din adına bir yönetim söz konusudur; birincisinde bu iş çok daha cılız kutsi dayanakla, ama doğrudan din adamlarınca yapılmaktadır; ikincisinde, buyrukları Tanrı adına ve ‘Tanrı katında geçerli’ siyaset adamlarınca, üstelik görece güçlü kutsi dayanaklarla yapılmaktadır. Örneğin hiçbir fetva almadan Hıristiyan topraklarına yapılan saldırıların, keza onları cizyeye bağlamanın, hatta bir dizi atraksiyonla gerçekleştirilen devşirmelik kurumun bile Kur’an’i anlamda şer-i niteliği vardır da, papaların başlattığı Haçlı Seferleri’nin, Müslüman halkın talanının, hatta verdikleri pek çok kararın incil’i anlamda hiçbir şer-i dayanağı yoktur. Yani biçimsel farkla aynı muhteva ile karşı karşıyayız.’’s.427

Özetle davranış ve yasalarını önceden saptanmış fıkıh kurallarına dayandırmasa bile, meşruiyetini dinden alan, din adına iktidar eden, toplumun kontrolünde dini temel referans olarak kullanan bir yönetim, dini, dolayısıyla sözcüğün geniş anlamında şer-i, evrensel deyimle teokratik bir yönetimdir.s.417 Böyle bir yönetimin din kaynaklı olmayan yasaları, onun din dışına çıkması değil, o güne kadar kayıt altına alınmış olan dini hukukun yetersizliklerinin din dışından, ama dini meşruiyetle karşılanmasıdır. Tamamlanmış bir sistem olmayan şeriat, onu uygulayan devleti ve onun eksiklikleriyle uğraşan ulemayı, sürekli ona katkı yapmaya zorunlu kılar. Fıkıh(İslami hukuk) da şeriatın eksikliğinin sonucudur. S.419Aslolan, siyasal iktidarın meşruiyetini dine mi din dışına mı dayandırdığıdır.s.417

Dolayısıyla bir devletin Şeriat devleti olup olmadığından söz ederken İslamiyet’i değiştirmeden aynen uygulayan devlet modellerinden değil, ancak İslamiyet’in ya da başka bir dinin egemen olduğu siyasal modellerden ve devletlerden, bu devletlerin az ya da çok din devleti olmasına göre de az ya da çok laik olduğundan söz edilebilir ve bu modellerin tümü az ya da çok birer şeriat devleti, batıdaki kavramıyla teokratik devlet, yani din devletidirler.s.415



Osmanlı’nın ‘İslam hukukunun öngördüğünden başka bir uygulamaya yer verip vermediği’, sorunu, bir bütün olarak Osmanlı’nın (din devleti ya da laik olup olmadığı konusundaki )dini yapısını değerlendirebilmemizde önemli ölçütlerden biri olacaktır.’’s.420

‘’Nitekim 14. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet sisteminde egemen olmaya başlayan şeriat, Osmanlı devlet ve toplum hayatına belli revizyonlara uğrayarak uyumlulaşacaktır. Esasen ‘…Asırlar boyunca hiç değişmeden aynı tesirlilikle tatbik edilebilecek ve gökten tamamlanmış bir halde indirilmiş bulunduğu için daima kendisiyle aynı kalacak tek ve tam bir hukuk sistem, telakkisi, tarihi ve sosyolojik türlü sebeplerle kabule şayan görülmez. Hukukun, uygulandığı toplumun koşullarıyla sıkı bir ilişki içinde bulunduğu, ‘canlı uzviyet’ gibi durmadan değişip, gelişmekte olduğu yadsınamaz. İslam hukuk düzeninin de, gelişim ve oluşum tarihlerine, uygulandığı İslam ülkelerinin yapılarına göre göre değişik biçimler aldığı somut verilerle belli olmaktadır.’(Barkan)’’s.408 ’Tüm İslam ülkelerinde tek tip dinsel hukuk düzeninin uygulandığı savının yanlışlığı, Osmanlı düzeniyle de kanıtlanmaktadır.’(Ç. Özek)’’s.408

‘’14. yüzyıldan sonra en geçerli İslam siyasal görüşüne göre, İslam dünyasında her devletin hükümdarları, İslam prensiplerine göre hareket edip şeraiti uyguladıkça ve dar-ül harp üzerine savaş sürdürdükçe bir halife sayılabilir. 15. yüzyılda değişik İslam hükümdarları, bu arada Osmanlı sultanları, bu yeni siyasal görüşe dayanarak bir zamanlar İslamiyet’in evrensel halifesine mahsus olan ‘Emir-ül-Müminun’ (Müslümanların önderi) unvanını kullanmaya başladılar.’’s.423

‘’Bunun hemen akabinde Osmanlı padişahı (Yavuz) bu kadarla yetinmeyecek ve İslam’ın tek hakimi olmak için halifelik unvanının geleneksel sahibi durumundaki Memlük Sultanı’na saldıracak, onu esir alıp İstanbul’a getirip hapse atacak ve yetkilerine zorla el koyacaktı. Bu gelişme Osmanlı devleti tarafından artık İslam aleminin tek yetkilisi olarak tanınmasının da gerekçesi kılınacak ve özellikle Doğu’ya yönelik saldırı ve hak iddialarında daha pervasızlaşacaktı.’’s.423

‘’Osmanlı’da padişahlar kendilerini meşrulaştırmada temel dayanak olarak dini kullanmışlardır. Bu konuda konumlarını güçlendirmek için bir yandan toplumu Sünnileştirmiş; diğer yandan da yargı, fetva, eğitim amaçlı devasa bir din adamları sınıfı oluşturmuşlardır.(Bu açıdan işlev değil ama konum farkına sahip olan Osmanlı din adamlarının-ruhbanın oran olarak Batı’dakilerden daha az olmadığı, özellikle anımsanmalıdır.) Bu bağlamda dışsal egemenliklerinin yanı sıra, diğer İslam devletleriyle rekabetlerinde de artan oranda dine başvurmuşlardır.’’s.423

‘’Örfi yasalara dair ‘eğer kamu yararına uygunsa şeriat nezdinde de doğru ve geçerlidir’ demektedir Şeyhülislam.’’s.420

Kuran’a göre savaşlarda elde edilen toprakların bile sadece beşte biri halifeye/devlete bırakılıp gerisi dağıtılırken Osmanlı’da toprak düzeni 1. Murat’tan başlayarak Kuran’ın özel mülkiyet hukukuna aykırı olarak özel mülkiyet yerine mir-i düzene geçilmiş alabildiğine merkezileştirilmiştir. s.236
Bunun gerekçesi de gene Kuran dır. Kuran’a göre ‘Mülk Allah’ındır’’ dolayısıyla onun adına, onun temsilcisi peygamber ve halifenindir.

Osmanlı’da da toprakların kaynağı fetihlerdir. ‘’fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşın’’(Bakara-193) Allah’ın düzenini tüm dünyaya yaymanın Allah’ın emri olduğu, kafirin malının Müslüman’a helal olduğu şeklinde gerekçelendirilen ideolojik motivasyon, başka halklara ait toprakların işgal edilerek sahiplenilmesinin kutsal gerekçesi yapılır. S.239

Bu tarz gerekçelendirme, İslamiyet’in çok öncesinden başvurulan bir yol olmakla birlikte İslam ideolojisindeki ‘’cihat’’, ‘’gaza’’ gibi kavramlar fetih işini hem kolaylaştıran hem de zorunlu kılan bir işlev görür. S.240

‘’Şeriatçı akıl nezdinde tek suçları başka inanca sahip olmaktan ibaret insanlardan toplanan ganimet ve haracın zulüm olan karakteri bir yana, halkın tepesinde hızla büyüyen devlet, ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiği 1. Bayezit’le birlikte bu kez dönüp içinden çıktığı halka vergi dayatmaya başlıyordu. Böylece Kuran’da olmayan vergi, Fazullah tipi akıl hocalarının ürettiği yeni yorumlarla, bid’atle halka yüklenmeye başlıyordu. Böylece zekat ve sadakanın karşılığı olduğu düşünülen malların doğrudan devlete aktarılması şeklinde, talan ve haraca ek olarak düzenli bir hazine girdisi daha yaratılmış oluyordu.’’s.313

Her şeyin Allah’ın emirlerinin ifası ve adalet için olduğu varsayılır. Tabii bu ‘’adalet’’ padişahın Tanrıdan aldığı mutlak otoritesince belirlenir ve yöneticilerle halk arasında ciddi eşitsizliklere tekabül eder. S.240 Sistemin Tanrısal emirler doğrultusunda olduğu, dolayısıyla yürümeyen şeyler olduğunda ya gereğince itaat etmemeye ya da dış güçlerin entrikalarına bağlanır. S.240

Bu büyük ve kutsal amaç için yönetilenlerden mutlak itaat istenir. Vergiler düzenli ve eksiksiz verilmenin, çağrılınca savaşa gitmenin, öldür deyince öldürmenin, öl deyince ölmenin, siyasete asla karışmamanın gereği sorunsuzca yerine getirilmelidir ki ‘’nizam-ı alem’’ gerçekleşsin. S.240,292

Tebaa(kayıtsız şartsız tabi olanlar) ve reaya(sürü) addedilen halk, Tanrı’nın temsilcisi addedilen padişah nezdinde hiçbir hak ve özgürlüğe sahip olmamıştır. S. 292 Ancak ölümcül görevleri olmuştur.

Osmanlı’nın kuruluş döneminde önemli bir unsur olan Ahiliğin etkisiyle, Bursa ve İznik’in fethinin hemen ardından medreselerin kurulması, ‘Ulema’nın daha o zamandan güçlü bir mevkiye sahip olmaya başladığını göstermektedir. s.97

‘’Osmanlı’nın siyasal görüşlerinde İslami esaslar ağır basmaya başladıktan sonra devletin siyasal yapısında ulemanın rolü ve önemi arttı. (…) Osmanlılar Sünni İslam dünyasının rolünü üstlendikçe kanunların şeriata uygunluğu tartışılır oldu. Daha sonraları ise Nişancı’nın (yasalar sorumlusu) rolü gittikçe azalırken, ulema güçlenmeye devam edecekti. Şeriatın ve ulemanın nispeten ağırlık kazanması, gerçi sivil bürokrasinin, hatta sultanın siyasal gücünü sınırlandırıyordu. Fakat aynı zamanda kadılar, kazaskerler(askeri kadı), şeyhülislamlar gelmiş geçmiş İslam devletleriyle kıyaslanamayacak derecede Osmanlı kurumları ile bütünleşmiş ve devletin memurları haline gelmişlerdi. Yani iki yönlü bir gelişme çıkıyor karşımıza. Padişah ve bürokrasi ulemanın güçlenmesini kabul ettiği gibi, ulema da dini ideolojik gücünü ancak devlet yapısı içinde kullanabiliyor; Osmanlı ülkesinde öteden beri gelişmiş olan düzenin içinde yer alıyordu.(M. Kunt-Osmanlı Devleti,s.117) s.424

‘’Ortaya çıktıkları tarihsel aşama (köleci toplum) nedeniyle hiçbir din şeriatında ve hiçbir imparatorlukta, ‘yurttaş’ dolayısıyla ‘hak ve özgürlük’ kavramları olmadığı, insanların, kayıtsız şartsız tabi olmak fiilinden ‘teba’, ‘kul(köle)’ addettikleri bilinmektedir. Diğer yandan memurun halk karşısında bir ‘kamu hizmetkarı’ değil Tanrı adına hükmeden mutlak emirin temsilcisi olması, yani bizzat yapının böyle kurulması zulmün asli nedenidir.’’s.309

‘’Osmanlı’da devlet görevlileri ulema ve yürütme görevlilerinden oluşur ve bu iki güç de, padişah adına, düzeni korumak amacıyla yürüttükleri işlerin karşılığını halktan ‘harç’ adı altında tahsil ederler. Bu noktada ulema sınıfı içinde en büyük göreve sahip kadılar, hem adalet dağıtmaları hem de bazı yönetsel işlere bakmaları nedeniyle, icrai sınıflar kadar, hatta onlardan daha fazla, zulüm suçunu işlemişlerdir.(A. Mumcu)’’s.311

‘’Ulema toplumun imtiyazlı grubuydu. Vergiden muaftı. Yalnız dinsel konularda karar vermekle kalmıyor, aynı zamanda devletin uyguladığı adalet mekanizması, eğitimin niteliği ve uygulaması üzerinde de söz sahibi oluyordu.(A. Palmer) Bunla birlikte, din-devlet ilişkilerindeki devletin ağırlığı esas olarak değişmeyecekti. Ulemanın maaşlarının görece yüksek olmakla birlikte, din adamlarının bağımsız bir ekonomik güç olmasına izin verilmiyordu. Batı’daki kilise gibi hazineden bağımsızlaşmalarını sağlayacak toprakları ve gelir kaynakları yoktu. Din adamları devletin maaşlı ve azledilebilir memurları olup rütbe almaları da siyasal hiyerarşiye bağlıydı. Kadıların şeyhülislama değil de siyasal otoriteye bağlı olması, şeyhülislamın atamalarında padişahın belirleyici, vezirin de rol sahibi olması gibi faktörler, her şeye karşın din adamlarının Osmanlı’daki gücünü sınırlayan bir işlev görüyordu. Özellikle klasik dönemde din kurumu, padişahın kararlarını dinen meşrulaştırma kurumu olarak işlev görüyordu.’’s.424, 425

‘’Diğer yandan ekonomi ve siyaseten devletin zayıfladığı gerileme döneminde, dinin toplumsal-siyasal işlev ve etkisinde çok ciddi bir yükselme yaşanacaktı. Ancak 16. yüzyıl ortasından itibaren, müderris, mevali ve müfettişlerin tertip ve telhislerinin şeyhülislamlara aktarılması gerçekleşecek,(M.Sencer) din, padişahın keyfiyetini sınırlayan ‘bir anayasa gibi etkili olmaya başlayacaktı. Özellikle 1610’dan sonra, ulema ve ilmiye’nin nüfuzu, tahttan padişah indireceki tahta padişah çıkaracak düzeye ulaştı ve imparatorluğun sonuna kadar da öyle devam etti.’(A. Palmer)’’s.425


Osmanlı Adaletli, Eşitlikçi, Hoşgörülü müydü?

Osmanlı düzeninin15, 16. yüzyıla kadar, fetih ve dış talan akışı nedeniyle yoğun bir iç sömürüye gerek olmamasına bağlı olarak, genel olarak feodal sömürü koşullarında yaşayan çağdaş Avrupalı devletlere oranla daha adil ve istikrarlı bir yaşam sunduğundan söz edilebilir. S.229, 232

Dinsel Hoşgörünün bir nedeni imparatorlukların fethedilen halkları en kolay sömürmeleri ve en kolay denetim altında tutmaları için farklı halklara hoşgörü gösterme zorunluluğudur. Osmanlı’nın da daha en başından Bizans imparatorluk topraklarına hakim olması ve halkın ancak bu yoldan daha rahat yönetilebilmesidir. İstisnalar hariç tüm imparatorluklar bu yöntemi kullanmışlardır. Roma, Bizans, Pers, Avusturya-Macaristan ve çarlık Rusyası da böyledir.s.53

‘’Öteki nedeni ise, Hıristiyanların verdikleri özel verginin (cizye-kelle vergisi) mali kaynakların içinde çok önemli bir yer tutmasıdır. Devletin milyonlarca Hıristiyan tebaası ‘askere gitmemek’ ve ‘korunmak’ karşılığında bunu ödemektedir. Dolayısıyla vergi toplamını azaltmamak için, Osmanlı devleti Hıristiyan tebaasını kitle halinde din değiştirmeye asla zorlamamıştır.s.53’’

‘’Kitsikis’in de belirtmesiyle, milliyetçiliğin zaferinden önceki tüm çokuluslu imparatorluklar gibi Osmanlı’da nitelik olarak tek tek parçalarından farklı bir bütün idi.’’s.51
‘’Çağdaş federal sistemin atası olan imparatorluk, tanımı itibarıyla çokulusludur. Her imparatorluğun örgütlenmesi, biri birliğe diğeri çeşitliliğe yönelen iki karşıt gücün gelişimini gerektirir. Çeşitlilik içinde birlik zorunlu bir ilkedir. Hegel, ‘Persler pek çok halkı egemenliklerine aldılarsa da, aynı zamanda her birinin özgüllüklerine de saygı gösterdiler; egemenlikleri böylece imparatorluğa dönüşebildi.’ diye yazmaktadır.’’s.51

Demek ki hoşgörü, imparatorluklar için bir ölüm kalım sorunudur ve egemen halkın ya da yöneticinin erdemleriyle ilgisi yoktur. Türk imparator Fatih Sultan Mehmet, aynı İskender gibi, hoşgörü ilkesini hayata geçirmiştir. Her ikisi de imparatorluğun ayakta kalmasını sağlayan temel yasayı uygulamak durumunda kalmışlardır.’’s.52

‘’Bu bağlamda diğer imparatorluklar gibi Osmanlı da hoşgörülüdür. Hatta Osmanlı zımmi (bağımlılaştırılmış gayrimüslimler) politikası öncekilerden ileridir.(…)Nitekim ele geçirdiği topraklardaki halkların, kendi egemenliğine tehdit gelmemesi koşuluyla din, dil ve kültürlerine dokunmamıştır.’’s.52

Tabii burada ‘hoşgörü’, çağdaş anlamda hak eşitliği ve özgürlüğü en küçük anlamda içermez. Kaldı ki bu anlamda bir hoşgörü, zımmiler veya Kızılbaşlar bir yana, Sünni halk, hatta yönetici zümre kapıkulu için bile geçerli değildir. Sonuç itibarıyla Ortaçağ atmosferinde yaşanmaktadır ve egemenliğin meşruiyet kaynağı Tanrı’da ve onun adına imparatorluktadır. Buradaki hoşgörü saptanmış ağır kuralların gereğini yerine getirmek koşuluyla daha fazla tecavüz etmemektir.s.52

‘’Tepesinde kadir-i mutlak bir hükümdarın yer aldığı ve onun dışındaki herkesin ‘kul’ addedildiği, padişaha karşı can ve mal güvenliğini tanımayan bir ‘hukuk’un geçerli olduğu, temel ordu biriminin zorla alınan Hıristiyan çocuklarından kurulu bir lejyon ordusu olduğu, gayrimüslimlerin ikinci sınıf, resmi mezhepten farklı inanca sahip Müslümanların ‘zındık’ ilan edilip kat’llerine ferman çıkarıldığı, hakim dini değiştirmenin (ridde) ölüm riskiyle karşılaştığı, dolayısıyla vicdan özgürlüğünün olmadığı bir zaman ve düzende uygulanan hoşgörüden ‘katlanmak’ anlamı dışında bir anlam çıkarmanın demogojik bir yaklaşım olacağı açıktır.’’s.55,56


Osmanlı’da Gayrimüslimlerin ve Aklevilerin Durumu

Millet Sistemi

Osmanlı’nın toplumu yönetirken başvurduğu usul, farklı dinlere mensup Osmanlı tebaasını dinsel kimlikleri temelinde bölerek yönettiği ‘millet sistemi’ olmuştur.s.420

‘’Bu sistemde her dinsel cemaatin(millet) vergi toplanması, kendine özgü içsel ilişkilerin yürütülmesi ve kontrol edilmesi, kendi içinde kurulu bir hiyerarşiye bağlanarak sağlanıyordu. Bu sistemde dinsel niteliğe sahip sorunlarda, örneğin, evlilik, boşanma, miras vb. konularda yetki, söz konusu cemaatlerin(milletlerin) dinsel hiyerarşisi içinde çözülürdü. Ancak egemen millet ve din İslam olduğundan, işin içine Müslümanların da karıştığı davalar kadının önüne gelirdi. Daha önemlisi, herkesin bağlı olduğu hiyerarşi, herkesi belirleyen sınıfsal bölünme ve genel kanunlar karşısında tüm Osmanlı reayası gibi gayrimüslimler de aynı yükümlülüklere bağlıydı. Bu noktadaki farklılık, gayrimüslimlerin Müslümanlardan daha fazla vergiye bağlı olmaları, buna karşılık bazı askeri yükümlülüklerden azade, kılınmalarıydı.’’s.421

‘’Bu sistemin düzenlendiği ilk dönemde (Fatih zamanında) patrik, hahambaşı gibi birinci derece yöneticiler devletten maaş alırken, 1496 yılından itibaren bu millet önderlerinin sultana ‘peşkeş’ adı verilen bir para ödemeye başladıklarını görüyoruz. Bu uygulama ise giderek kurumlaşacak ve oranı yükselerek patriğin kendi iktidarı için cemaatini devlete karşı ek bir yükümlülük altına sokan bir diyet haline gelecekti. Tabii patriğin padişah nezdinde ve kendi cemaatine karşı devlete dayanan gücünün artışını (hatta İltizam dağıtımında olduğu gibi kimin patrik seçileceğini) belirleyen bir haraç anlamına dönüşecekti.’’(D. Kitsikis, Türk Yunan İmparatorluğu, s.104)s.421 ‘’Böylece devlet, hem tebaasının ihtiyaçlarını karşılamakta hem de kendisine karşı sorumlu tutabileceği bir muhatap bulmaktadır.(m.m. Kenanoğlu, Düşünen Siyaset,s.126)’’s.422

Bu model şer-i hukukun gereği olarak ‘Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitsizliği temel alır; Osmanlı İmparatorluğu, gayrimüslim vatandaşlarının statülerini düzenlerken İslam hukukunun müesseselerini esas kabul etmiş ve zimmet ehli olarak nitelediği kişilerle bu çerçevede münasebet kurmuştur, yani Müslümanlar hakim millettir, gayrimüslimler ise mahküm millettir.s.422

1703-1909 arasına iktidara gelen 162 şeyhülislamdan 73’ü azledilmesine karşın artık ulema ve din, devşirme bürokrasisi gibi devletin temel belirleyeni konumuna yükselecekti.(…)Bundandır ki Batı’lılaşma yönündeki atılımlar, ulema tarafından akamete uğratılacaktı. Bu etkinin sonucu olarak, 4. Murat döneminden başlayarak(1623) gayrimüslimlere karşı dışlayıcı politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Örneğin, kıyafet ve evleri için ayrı renkler saptanmış, ata binmeleri, hamamda nalınlı gezmeleri, evlerine dışa dönük pencere yapmaları, çan çalmaları, sokakta kaldırımdan yürümeleri yasaklanacak, başlarına çıngırak takmaları zorunlu kılınacaktır.’’s.425, 426

‘’Gayrimüslim din değiştirmemek, Müslümansa Sünni olmak(ve dinden çıkmamak) durumundadır.’’s.292

‘’1854 yılına kadar Osmanlı egemenlik alanında yaşayan gayrimüslimlerin (zımmilerin) durumu ikinci sınıf tebaadır. Bunun anlamı ise; Müslümanlardan daha fazla vergi verme, ibadet için yeni tapınak yapmama, Müslümanlarla ihtilafa düştüklerinde kadı’nın karşısına çıkma, dolayısıyla hak eşitliğinden yoksun kalma, mahkemelerde tanık olamama vs. şeklinde sürmüştür; ne yazık ki Batı’nın etkisiyle ilan edilen Tanzimat’a kadar. Ki Tanzimat bile, o dönemde ulaşılan evrensel insan hak ve özgürlüklerinin çok gerisinde kalmıştır. Aleviler içinse Osmanlı’da hayat ikinci sınıf bile olmamıştır; çünkü onlar ‘zındık’lar olarak yaşam güvencesine bile sahip değillerdir. Esasen tek başına Türkmenlere karşı düzenlenen katliam ve baskılar bile, Osmanlı’dan bir ‘Türk İmparatorluğu’, ‘Türk egemenliğinin altın çağı’ çıkarmaya çalışan milliyetçi, şeriatçı ve resmi ideoloji sahipleri açısından, tarihin ne denli büyük bir pervasızlıkla çarptırıldığının açık göstergesidir.’’s.56

Yani Osmanlı’nın adaleti bugün anladığımız anlamda bir adalet değil tebaa arasında ayrıcalıklar yapılmamasına dayanan bir ‘tebaa’ adaletidir. Kızılbaşlara (Aleviler) ve gayrimüslimlere inanç temelinde farklı davranıldığı, Kızılbaşların sapkın sayıldığı, Gayrimüslim kesiminden cizye/haraç diye fazla vergi alındığı, kime tımar verilip kime verilmeyeceği konusunda tamamen keyfi davranıldığı, ezilenlere ilişkin sadece tavsiyelerde bulunulduğu, karşılıklı hak ve yükümlülüklerin değil, efendi haklarının, köle yükümlülüklerinin bulunduğu, devlet görevlileri olan ulema ve yürütme memurlarının yaptıkları hizmetin karşılığını reayadan aldığı, halka zulmünün kolaylaştırıldığı, sağlık ve eğitim hizmetinin olmadığı, evlenme ve toprağın işletmesinin miras kalması gibi akla gelen her vesilede ek vergi alındığı, Monarşinin çıkarlarınca belirlenip, özgürlüklerin filizlenebilmesini dahi imkansızlaştıran bir ‘adalet’ tir.s.300,301,309,310,311


Ebusuud Kanunları

‘’Ebusuud Efendi Ebu Hanefi okulunun sadık bir izleyicisi, Ebu Hanefi de Ömer ekolünün izleyicisi ve geliştiricisidir.’’s. 430

Özellikle Kanuni döneminde Şeyhülislamlığa getirilen Ebusuud sonrasında şeriatçı taassubun devlet içinde kurumlaşması artmış, Osmanlı’nın Müslüman ve Sünni olmayan halklara karşı yabancılaşması ve baskı süreci başlamıştır. Bir yandan Osmanlı gerilemeye ve bağımlılaşmaya başlamaktadır, diğer yandan da İslamcılaştırmaya. s.46

Dini taassubun devletçe geliştirilmesine bağlı olarak ‘’Sünni anlayışın dışında kalan dini görüş ve akımların da ötesinde, Sünni anlayışa zarar verici kabul edilen bütün müspet bilimlere, felsefeye ve her türlü yeniliğe karşı bir tutum içine girilmiştir. Bu tutumun sonucu olarak da dönemin bilimsel seviyesi süratle düşmeye başlamıştır. Öte yandan devletin benimsemiş olduğu Sünni anlayışı güçlendirmek üzere 1537 tarihinden itibaren şu önlemler alınmıştır:
1-Dini gerekleri yerine getirmeyen ya da dine karşı saygısızlık gösterdiği ileri sürülenlere ağır cezalar verilmesi öngörülmüştür(…)
2-Her köye bir cami yaptırılması ve halkın Cuma namazlarına katılması sağlanmıştır.
3-(…)Eğlence yerleri, özellikle meyhaneler kapatılarak, sapık inançlı olduğu ileri sürülen bazı dervişler İstanbul dışına sürülmüşlerdir’’.
4-(…)Dine zarar verdiği gerekçesiyle matematik, felsefe ve kelam gibi müspet bilim ve düşünce hayatı ile ilgili dersler medrese programlarından çıkarıldı.
5-Ve nihayet, ileri sürdükleri bazı düşünceleri yüzünden, bu düşünceler halkın dini inancını sarsıcı kabul edilerek 1527’de Molla Kabız, 1529’da Şeyh İsmail Ma’şuki, 1550’de Şeyh Muhyiddin Karamani, 1561’de Şeyh Hamza Bali gibi tarikat önderi mutasavvuflar Kemal paşazade, Ebusud Efendi gibi Şeyhülislamların fetvalarıyla Öldürülmüşlerdir.’’
(Hüseyin G. Yurdaydın-Osmanlı Devleti,s.162,163)s.435,436

‘’Özetle o zamana kadar Anadolu’da çoğunluk olan Alevi halkın, Yavuz katliamlarından sonra bu ikinci büyük devlet saldırısıyla Sünnileştirilmesi yoluna gidiliyordu. Aynı dönem birbiri peşisıra Alevi ayaklanmalarının gerçekleştiği ve büyük bir acımasızlıkla bastırıldığı dönemdir.’’s.435

‘’Osmanlı’da dinin en büyük otoritesi olmuş olan Ebusuud Efendi’nin adıyla anılan Ebusuud Kanunları’nın, son tahlilde esas olarak padişahın yasaları olduğu doğrudur.(M.Sencer) Ancak diğer yandan yasaların padişah adına da olsa dinsel amirce yapılması, ama daha önemlisi dinsel gerekçelendirmeye sahip olması, onların dinsel yasa olması anlamına gelmektedir. Bu noktada Ebusuud Kanunları’nı, tipik birer örfi kanun örneği olan Fatih’in Kanunları’ndan ayırmak, dinsel karakteri esas olan şer-i yasalar olarak görmek gerekmektedir. Buradaki tartışma, bu yasaların kutsal metinlere uygun olup olmadığı açısından sürdürülebilir, ama dinsel olup olmadıkları açısından tartışılmaz.’’s.426

‘’Kanuni dönemindeki askeri başarılar nedeniyle pek belli olmayacaktır ama, bu dönemde belirginleşen ekonomik krize ek olarak söz konusu bu taassup, ve halkın katliamlarla sindirilmesi sonucunda, Batı ile aramızda bir daha kapanmayacak büyük uçurumlar açılacaktır. Ekonomisi bir yandan çökerken diğer yandan Batı’ya bağımlılaşan, halkına yönelik başlattığı (Sünni/Hanefi) tektipleştirme ve kırımlarla onu bizzat üretici güç olarak tahrip eden ve rasathane yıkan, matbaa engelleyen, müspet bilim ve felsefeyi yasaklayarak zaten çok küçük bir azınlığın faydalandığı eğitimi de felç eden uygulamalarıyla Osmanlı, Anadolu’da tam bir hakimiyet kurmuş oluyordu. Sonrası malum!’’s.436

‘’Özetle Fatih’in ve Kanuni’nin durumu Halife Ömer’in durumundan farklı değildir. Kaldı ki Ömer de ganimet paylaşımlarını engellerken şer-i bir dayanak göstermemiş, İslam devletinin uzun vadeli çıkarı gerekçesinden hareket etmiştir.’’s.419

‘’Kuşkusuz bir dizi revizyonun da cesur uygulayıcısıdır Osmanlı devleti; ama Muhammet’ten sonra on yıl bile geçmemiş ve Kur’an hükümleri onca açıkken Ömer’in uyguladığı yanında asla en cesur olanı değildir.’’s.434 ‘’Özetle şeriatın dışına çıkma değil, İslam devletinin zaman ve mekanca belirlenen yeni ihtiyaçlarına göre şeriatın restorasyonu ve revizyonu durumuyla karşı karşıyayız; ki bu işin daha Muhammed döneminde, yani Allah’a atfedilen sözlerin arasındaki farklılaşmalarda da yapıldığı anımsanacak olursa Osmanlı’daki yapılışından Osmanlı’nın (ağırlıkla) şeriat düzeni olmadığını, hele ki bir de (ağırlıkla) laik olduğu sonucunu çıkarmak çok aşırı bir zorlama olacaktır. (…)yapılan iş, din yasalarının bulunmadığı çeşitli konularda sultan yasalarına başvurmanın gereğidir. ’Müslüman yöneticinin buyrukları, temiz şeriat yasalarına ektir ve Tanrı katında geçerlidir,’ diyen genel İslami mantığa uygundur’’s.434

‘’(…)Osmanlı, din dışı değildir (din devletidir), yani laik değildir. Tam tersine, Ömer dönemi İslam devleti, keza Emeviler, Abbasiler ne kadar İslam devleti ise o kadar İslam olan bir devlet ile karşı karşıyayız.s.434 Meşruiyetini İslam dininden, sadece genel anlamda değil, özel olarak onun Sünni ekolünden, daha da özel olarak onun Hanefi alt ekolünden almaktadır.(…) Dahası, devasa bürokrasisinin iki ayağından biri din adamlarıdır ve yargı da bunlar tarafından ve önceki şer-i hükümlerin yorumları çerçevesinde yürütülmektedir.’’s.434



‘’Sünni/Hanefi kesim şeriatçılarınca ‘büyük bir İslam bilgini’olarak saygı gören, Hanefi ekolünün gerçekten önde gelen şeyhlerinden olan 16. yüzyıl şeyhülislamlarından Ebusuud Efendi’nin fetvalarından gelişigüzel aktarımlarla Osmanlı’ya egemen olan zihniyetin niteliğine ışık tutarak bölümü bitirelim:

‘’Soru: Bir kişi açıktan açığa ramazan günü yemek yese, sorgulamasında ‘Ramazan hadistir, düzme koşmadır’, derse ve bu sözünde direnirse ne yapmak gerekir?
Cevap: Elbette öldürülmesi gerekir.
Soru: Seyyidler ‘ibadetle ilgili kararlar bizi bağlamaz’, derlerse bunlara ne yapılmalıdır?
Cevap: Bu inançlar üzerine direnirler, şeriat yoluna gelmezlerse dinsizlikleri anlaşılmış olur, bu nedenle öldürülmeleri gerekir.
Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler şehit olur mu?
Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmesi elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.
Soru: Birisi…’Gerçekten Hallacı Mansur’un davası doğrudur’, derse ne yapılır?
Cevap: Hallacı Mansur’a yapılan yapılır.’’(Hallacı Mansur, derisi yüzülerek öldürülmüş bir Alevi önderidir)(Daha geniş bilgi için Bkz; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebusuud Efendi Fetvaları)
İşte böyle; ki bu mantığın Osmanlı’daki etkinliğinin sanılandan çok büyük olduğu unutulmamalıdır.’’s.437

Nilüfer Tekin

Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın