22 Ekim 2011 Cumartesi

ATATÜRK/Din ve Laiklik Üzerine-Doğu Perinçek-Özet

“…Kemalizmin din, Allah, laiklik gibi konulardaki felsefesi ve pratiği, 1924 öncesine bakarak saptanamaz. Nasıl Mustafa Kemal’in 1924 öncesi konuşmalarından alıntılar yapılarak halifelik yanlısı olduğu söylenemezse, İslami inanca ilişkin 1924 öncesindeki sözlerine gönderme yapılarak din konusundaki görüşleri de açıklanamaz.
D. Perinçek, Atatürk-Din ve Laiklik Üzerine, s 15)


Musa ve İsa

Musa

Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin bu tazyik ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan meyillerinin belirmesinin uygulayıcısı oldu.
M. K. Atatürk

İsa

İsa, zamanının sonsuz sefaletlerini idrak ve toplumun acılar çektiği devirde alemde gerçekleşmeye başlamış olan şefkatin gereğini din halinde tercüme ve bildirmek yolunu bildi.

Atatürk

(1914, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri, Ankara, 1959, s. 14) (age. s.20

Allah’ı İnkar Mümkün müdür?

Atatürk, 2 Aralık 1916 Cuma günü notlarında ise şu kitabı okuduğunu kaydediyor: Tarih-i İslamın Birinci Zeyli: ‘’Allah’ı inkar mümkün müdür?’’
(...)
3 Aralık 1916 (20 Kasım 1916 Pazar)’da ise yine aynı kitabı okuyor ve bitirdiğini kaydederek şu notları yazıyor:

‘’Bütün feylosofların, türlü dinlere mensup olanların hepsi, ruhun var olduğunu ve olmadığını, ruhun ve cismin bir veya ayrı olup olmadığını, ruhun yaşayıp yaşamadığını inceliyor.

‘’Bunda, bilim ve fenne dayananlar olumlu. İmam Gazali, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi İslam bilginlerinin beyanları, bayağı anlayıştan büsbütün başkadır; yalnız ifadelerinde çok rumuz var. Dindar düşünürler, kuralları, bilim ve fenni, felsefeyi, anlayışları, şeriatı yorumlamak için evirip çevirmeye gayret etmişler.’’

(2-3 Aralık 1916, Afetinan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Ankara, 1983, TTK Yayınları, s. 23)(age. s.20, 21)

Panislamizm

Birliğimiz Panislamizme yönelik değildir; mazlumların zalimlere karşı birliğidir ve bunun başarıya ulaşacağından eminim. Türkiye, emperyalizme karşı mücadelesiyle iyi örnek olmuş ise, bundan pek büyük bir bahtiyarlık duyacağım.
Bu geceye neden olan Sefir Hazretlerine teşekkürlerimi arzederim.

(14 Kasım 1921, Azerbaycan Elçisi Abilof onuruna düzenlenen şölendeki koşuşması, Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat, 1997, s. 139) (age. s.33)
Atatürk

Arapça Öğrenmenin gereksizliği

Hoca efendi, memleket harp ediyor, bağımsızlığını ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böyle zamanlarda, Arap dili ile vakit geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını cephelerden alıkoyarak, bu karanlık odalara tıkmak günahtır. Bir dil, bu türlü karanlık odalar içinde öğrenilemez. Dil öğrenmek, daha çok bir ortam meselesidir. Akşehir, bir Anadolu, bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan kimse yoktur. Onun için, burada öğrenmeye lüzum da yoktur. Çünkü bugün Arapça, artık bilim ve fen dili değildir. Bir memlekette Arapça bilen uzmanlar yetiştirmek, memleket ihtiyacı için yeterlidir. (...)

1921, Aktaran: Asım Us, Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım, s. 98, 99) (age. s.36)

Cami kürsüsünde Halkı Aydınlatacak Olanların Niteliği

(...)
Hutbe okuma şerefine erenlerin sahip olmaları gereken bilimsel nitelikler, değerli özellikler ve dünyanın durumunu anlamaları çok önem taşımaktadır.

(1 Mart 1922, ASD. c. 1, s. 231, 232) (age. s.36)

Evliyalara değil, Mehmetçiğe Güvenmek

Yurt toprağını karış karış, kanını akıtarak ve canını vererek savaşan Mehmetçiğin hakkını ben evliaylara kaptırmam. Kimileri benim bu davranışıma, halkın inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben hele yurdun savunmasında güvenilecek gücün evliyaların ‘’maneviyatı’’ olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.

(Kadri Yaman, Yurt Müdaafasında Türk Gençliği, 1923, s. 26-27’den aktaran Atatürkçülük, Ankara, 1983, c. 1. s. 213) (age. s.38)



“Biz Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü kurtarmaya çalıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde gayemize ulaşacağız.”(Ağustos 1921,ASD, c. 3, s. 28) (age. s. 32)


Akıl ve Safsata

Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve toplumsal kuvvetler.
Fikirler, anlamsız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Yine Toplumsal hayat, akıl ve mantıktan uzak, yararsız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolarsa felç olur.

(27 Ekim 10922, ASD. c. 2. s. 43) (age. s.38)

Bilim ve Mantıksız İnançlar

Bilim ve fen nerede ise oradan olacağız ve milletin her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
Hiçbir mantıklı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi, çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede, kayıt ve şartları aşamayan milletler, hayatı, akla ve pratiğe göre gözlemleyemez. Hayat felsefesini geniş gören milletlerin egemenliği ve esareti altına girmeye mahkumdurlar.

(27 Ekim1922, ASD, c. 2, s. 44) (age. s.38)



Tanrının Birliği, Büyüklüğü ve Son Peygamber

(...)

Muaviye, Hz. Ali’nin hilafetini tanımıyor ve aksine onu Osman’ın kanına girmekle suçluyordu.

Görevi, İslam dünyasında Kur’an hükümlerinin uygulanmsını sağlamaktan ibaret olan halife, mızraklarına Kur’an sayfaları geçirilmiş Emeviye ordusunun karşısında muharebeyi kesmeye mecbur oldu. Zorunlu olarak taraflar hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi.
(...) Hz. Ali de hakemlerin hükmüne sadık kalacağına söz verdiği halde biraz tereddütten sonra halifeliği yürütmeye devam etti. Görülüyor ki, Resullah’ın vefatından yirmi beş sene kadar az bir zaman sonra İslamiyet dünyası içinde, İslamın en büyük zevatından ikisi karşı karşıya hilafet iddası ile arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler. En nihayet, hilyesiyle muvaffak olanı, saf ve temiz olanını mağlüp ve çoluk çocuğunu mahvü perişan eyledi. Ve bu suretle hilafet ünvanı altındaki İslam emirliğini yine hilafet ünvanı altında İslam saltanatına dönüştürdü. (...)

(1 Kasım 1922, ASD, c.1, s. 270 vd.) (age. s.43)

Dine Saygı, Halifelik ve Milli Egemenlik

Şurasını unutmamalı ki, bu idare biçimi, bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümet biçimimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve dilimizde bu hükümet, ‘’halk hükümeti’’ diye anılır.(...)

(2 Kasım 1922, ‘’Petit Parisien’’ Muhabirine Bursa’da verilen demeç, ASD. c.3, s. 51-52) (age. s.49)

(Başka Kaynak)
Kemalist yönetimin 1932 de yayımladığı lise Tarih kitabında bu konu ve iki ülke arasındaki ilişkilerin sağlamlığı şöyle açıklanmıştır:
“Milli Türkiye, Bolşevik İhtilali’nin kendi memleketine yayılmasına izin veremezdi. Bolşevik Rusya da milli cereyanın Rusya’ya yayılmasına müsait olmazdı. Tarafların, bu hassas meselelerde dürüst hareket etmek karar ve siyaseti, aralarında anlaşmazlığa engel olmuştur.”(Mehmet Perinçek, Atatürk’ün Sovyetler’le Görüşmeleri, Kaynak Yayınları, s.86)


(Başka kaynak)
“Batı ile ittifak yapmak batıcı olmak, Rusya’yla ittifak yapmak Bolşevik olmak demek değildir.”
(3 Temmuz 1920 de) “Bazı arkadaşlar illa Bolşevik olalım gibi düşünce içersindeler. Biz bir milletiz, kendi değerlerimize sonuna kadar bağlıyız. Batıcı değiliz, Bolşevik değiliz.”(Atatürk, Din ve Laiklik, Yeniden Anadolu Ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Yayınlar, s.40)

(Başka kaynak)
“Gerçek dayanağı dışarıda değil, içerde kendi vicdanımızda arayacağız.”
“Büyük Millet Meclisi’nin ve onun hükümetinin bugüne kadar izlediği politika tümüyle milli amaçlara uygundur. Bu politikanın ne olduğunun tekrarına gerek görmedim. Yalnız iki söz söyleyeceğim ki, o da milli sınırlar içinde milletin bağımsızlığıdır. Ve bu çok güçlü anlam taşıyan temeldir. Bu güne kadar bu temelden ayrıldığımızı gösterecek en küçük bir işareti bile göstermek mümkün değildir. Dışarıdan gelen düşüncelere karşı en etkili çare bu düşünce akımına düşünce ile cevap vermektir.” Atatürk, Din ve Laiklik, Yeniden Anadolu Ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Yayınlar, s.40, 41)

Şeyhülislamlar, Ayet, Hadis, Gericilik

(...) Bu millet, yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, cahillerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahküm, çıplak ayaklarıyla ve çıplak bedenleriyle çamurların, karların, yağmurların amansız tokatları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.

(16 Ocak 1923, ASD, c.2, s. 58-59) (age. s.50-51)

Saltanat

Olaylar ve tarihi tecrübelerimiz, bize milleti koyun sürüsü halinde keyfin, arzu ve ihtirasların ve hiçbir suretle tatmin edilemeyen menfaatlerin elde edilmesine sürüklenmekle yokolması sonucunu doğuran mahiyete dönüşen idare tarzlarının artık memleketimizde uygulama yerinin kalmadığını göstermiştir.(...)

(16 Ocak 1923, İstanbul gazeteleri temsilcilerine, ASD, c.2, s. 58)(age. s.51)

İslam ve Kadın

“Düşmanlarımız bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar ve duraklamamızı ve düşüşümüzü buna bağlıyorlar. Bu yanlıştır. Bizim dinimiz hiçbir zaman, kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allahın emrettiği şey, müslim ve müslimenin, beraber olarak bilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek, bu bilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, Bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla kayıtlı zannettiğimiz şeyler yoktur.”(31 Ocak 1923,ASD. c. 2, s. 86) (age. s. 53)

Hükümdarların Çevresindeki Gericiler

Hükümdarlar, kendilerini zihinde tasarlanan bir kuvvetin temsilcisi tanırlar ve bundan zevk alırlar. Ancak onların çevresindeki çıkarcılar, bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti aldatmaya, alçaltmaya çalışırlar(...) Bu gibilere gerici ve hareketlerine gericilik derler. (...) Fetva ile ya da şu, bu gibi telkinlerle milleti gericiliğe yöneltmek isteyenlerin yeri, zindan olacaktır.

31 Aralık 1923, ASD, c. 2, s. 88) (age. s.53)

İslam Dini, Akıl, Fen ve Bilim

“Bizim dinimiz en akla uygun ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için, akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara bütünüyle uygundur”.

(31 Ocak 1923, ASD, c.2, s. 90) (age.s.54)

İslam ve Ruhbanlık, Din Eğitimi

İslam toplumunda hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde, varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini hükümlere uygun davranmış olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini aynı ağırlıkla öğrenmeye mecburuz. Her birey, dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.

(31 Ocak 1923, ASD, c.2, s. 90) (age. s.54)

Dini İnceleyecek Bilginlerin Yetiştirilmesi

Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek, aynı şekilde oradan çıkmalıdır. Fakat, nasıl ki her konuda yüksek meslek ve uzmanlık sahipleri yetiştirmek gerekliyse, dinimizin felsefi hakikatlerini inceleyecek, anlayacak, öğrenecek; ilim ve fennine sahip olacak, seçkin ve hakiki yüce bilginleri yetiştirecek kurumlara sahip olmalıyız. (31 Ocak 1923, ASD, c.2, s. 90) (age. s.54)

İslam Alemini Birleştirme Siyaseti

“Bu siyaset( Yavuz Sultan Selim’in İslam alemini birleştirme siyaseti), Türk unsurunun hayatının, topluluğunun, mutluluğunun gerektirdiği bir siyaset değildir. (2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 161) (age. s. 55)

Din, Kadın ve Bilim (Din Engeli)

Daima öne sürülen bir şey vardır ki o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti yok etmek isteyen o koyu düşmanlar bizi daima her işimizi din etkisi altında tutmuşlardır.

Halbuki arkadaşlar; bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey istemez. Tabii içinizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki Allah’ın emrettiği emir, Müslüman ve Müslimenin ve evli kadınların da beraber olarak her türlü ilim ve irfanı elde etmesidir. Dinin emrettiği budur. Gene hepimiz biliriz ki bu ilim aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla cihazlanmaya dince de mecburuz. Evvela derim ki, Allah emri Müslüman ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her görüş noktasında olgunlaşmasıdır. İkinci Şeriatı Kur’an ile hatırlatmak istiyorum. Bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim?.Hepsi gidecektir; kadın da gidecektir. Bunun üzerine dinin bir engellemesi yoktur.

2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.177) (age. s. 56

Allah ve Müslümanların Kuvveti

“(…) Allah ancak bu tarzda çalışmadan daha çok memnun olabilir. Bütün İslam ehline de ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir örnek gösterilmiş olur.”(2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 175) (age. s. 57)


Anneden alınan din eğitimi

Arkadaşlar, yüzyıllardır sürüp gelen zihniyetleri, adetleri ve gelenekleri kökünden çıkarıp atabilmek itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir. Güç bir meseledir. Örnek: Ben kendimden bahsettim. Benim rahmetli anam beni terbiye ederken bana derdi ki, ‘’Padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var.’’ (...) Herhalde büyük bir şey, manevi, gökten inmiş bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Dehşet veren bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklüğü belirten hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana verdiği terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kabahati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermişti.

(2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 175) (age. s.57

(...)Ben annemden aldığım terbiye ile hayatımın çok senelerini vehimler (kuruntular) içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, o vehmedilen kişilere karşı çok ibadet ettim. Çok dua ettim.

(2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 175) (age. s.63)


Örtünme

Ben sanıyorum ki bu millete, bu memlekete cümlenizce malum olduğu gibi şuradan buradan gelmiş olan bu kötü adet-ki ne din, ne ahlak ve ne tabiat bunu kabul etmez-ve ne de Allah emretmiştir. Bu kötü halleri Batının süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikaten yukarıdan aşağı açık bir kafesle ayrılmış bir takım yaratıklarla dolu idi. Kasabalarda ve şehirlerde yabancıların dikkatini çeken önemli manzara ve ifade olunan önemli hal cümlemizce malumdur ki, daha çok örtünme şekli üzerinde tespit edilmiştir.. Bu örtünme şekline bakanlar hüküm veriyorlar ki, kadın evinden başka bir yer göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkümdur.. Efendiler bu örtünme şekli din icabı da değildir. Hatta o kadar değildir ki, meşru da değildir. Din gereği örtünmeyi ifade etmek lazım gelirse kısaca diyebiliriz ki, kadınların örtünmesi, külfet gerektirmeyecek ve adaba uymayacak şekilde olmamak şartiyle basit olmalıdır. Bu dediğim ifade ile ortaya çıkacak olan örtünme şekli belki Batı alemindeki örtünme şeklinden az çok farklı olabilir. Fakat meselenin önemli noktası hemen uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki örtünme şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan ayıracak, meşru olmayacak dereceye getirmemiş olsun.

(2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 179) (age. s. 59)

İslam Aleminde Bölünmeler

Pekala biliyorsunuz ki Cenabı Peygamberin ahrete göçmesinin daha ertesi günü derha herkes, hatta her ufak kabile başka başka şeyler düşünmeye başladılar. Özellikle İslam memleketleri genişledikten sonra Suriye’de yaşayanlar başka, Mısır’da, Irak’ta yaşayanlar başka ve her yerde yaşayanlar başka başka mecburiyet altında idiler ve öyle düşündüler. Fakat her halde hepsini bir noktada toplamak isteyenler, daima aynı dini duyguda bulunan(ama başka başka mecburiyet altında bulunan) insanları yekdiğerine çarpıştırarak birbirini öldürtmekten başka ve sonu gelmeyen kan döktürtmekten başka bir sonuç alamamışlardır. Olayın ve tarihin ifade ettiği bir şeyi, söylediğim gibi ilim ve fen de kabul etmez. ( 2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 162) (age. s. 60)

Dinsizlik ve İnanışı Güzelleştirmek

Efendiler, saygıdeğer bilginler! Çok iyi bilelim ki bizim dinimizi bizden daha çok inceleyen onlardı. Bugün biliyoruz ki Arap’ta dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkanı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bir sözü ne için söyledim; onu arzedeyim:

Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatiyle biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı, nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa inanışımız, çok zayıf insanlardan sayılı olur. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olur.

2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 216-217) (age. s.63)

Yaratılış, Adem ve Havva

Arkadaşlar yaradış kuvveti (Atatürk’ün yaradış kuvveti ve burada bahsetmek istemediği Tabiat. N.) insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsler yekdiğerinin lazımı ve tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birleştikleri vakitte bir şeydir. Çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın neslinin devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Havva’nın nasıl yaratıldığına dair olan görüşler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonra, ondan ve sonraki insanlığın geçirdiği safhalarda her ne görürseniz ‘’Kadın’ın’’ eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile hayatımın çok senelerini vehimler (kuruntular) içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, o vehmedilen kişilere karşı çok ibadet ettim. Çok dua ettim.

(2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 175) (age. s.63-64)

Halifelik ve Panislamizm

“Tam cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam aleminin şimdiye kadar vehim edildiği bir noktadan sevk ve idaresine maddi olanak yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet (gerek ) yoktur. Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktır, dediğim zaman bu benim ifadem değildir. Tarihin ifadesidir. Arkadaşlar! Bin üç yüz şu kadar yıldan beri bu nazariye nerede ve ne vakit uygulama kabiliyeti bulabilmiştir? (
2 Şubat 1923, Türkiye’nin geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söylevleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 162) (age. s. 64)


Allahın Çalışma Emri

“İslam toplumlunun düştüğü zulüm ve yoksulluğun elbette birçok nedenleri vardır. İslam alemi, dini hakikatler çerçevesinde Allahın emrini yapmış olsaydı, böyle bir sonla karşılaşmazdı. Allahın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan çok çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre, bilim ve fen ve uygarlığın yarattığı her şeyden sonuna kadar yararlanmak zorunludur.. Hepimiz itiraf etmek zorundayız ki, bu konudaki hatalarımız çok büyüktür.”(5 Şubat 1923, ASD, c. 2, s. 91-92) (age.s.64, 65)

Allah, Cami, Hutbenin Dili

“Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın selameti, bağışlayıcılığı ve iyiliği üzerinizde olsun…”

(...)

Hutbelerin, halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza değinmemesi, Halife ve padişah adını taşıyan zorbaların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç, halkın aydınlatılması ve halka yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutbe verenlerin herhalde insanların kullandığı dille görüşmesi gerekir. (...) ‘’(artık N.)minberler halkın beyinleri vicdanları için bir bereket kaynağı, bir ışık kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve fennin ve bilimin hakikatlerine uygun olması lazımdır. Hutbe veren yüce insanların siyasal, toplumsal ve uygarlık durumunu her gün izlmeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde, halka yanlış telkinler verilmiş olur. Dolayısıyla, hutbeler bütünüyle Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır. (...)

(7 Şubat 1923, ASD, c. 2, s. 96) (age. s.65-67)

Asıl Etken: İktisat

Efendiler, tarih, milletlerin yükselme ve düşme sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşku yok, bütün bu sebepler, toplumsal olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle ve düşüşüyle ilgili ve ilişkili olan, milletin iktisadiyatıdır (üretim tarzı, ekonomik alt yapı N.). Tarihin ve deneyimin saptadığı bu hakikat, bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de bütünüyle görülmüştür. Tercihen Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve düşüş nedenlerinin bir iktisat sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler ya da yenilgiler, yok oluşlar ve felaketler, bunların bütünü; meydana geldikleri devirlerdeki iktisat durumumuzla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiyemizi, ona yaraşır düzeye ulaştırabilmek için, kesinlikle iktisadiyatımıza birinci derecede önem vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü zamanımız bütünüyle bir iktisat devrinden başka bir şey değildir. (sanayi, teknoloji ve kapitalizm devri N.)(...)


17 Şubat 1923, ‘’İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi’’, ASD. c. 2, s. 100-111) (age. s.67

Hükümdarların Allah Tarafından Gönderildiği Teorisi

“Taç sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet sayarlardı. Bir de taç sahiplerinin çevresini alan çıkarcılar vardı. Onlar da, padişahların zihniyetleriyle zihniyetlenirler ve padişahın bu zihniyetini, isteğini, gökten gelen bir gereklilik ve Kur’an’ın gereği gibi herkesin kafasına sokarlardı. Bu gayet koyu ve sürekli propaganda karşısında hakikaten bir gün, bütün halk, bu istek ve iradelerin, yapılması gereken ve kayıtsız şartsız gereken gök tanrılarının emirleri gibi olduğuna inanırlardı. Böyle idare ve egemenlikten Tanrı’ya bağlanmaya rıza gösteren bir milletin geleceği, elbette felakettir, elbette kötülüktür.”(17 Şubat 1923,ASD, c. 2. s. 104)(age. s. 68, 69)



Kanatkarlık, Allah ve Akıl

Bir felsefeyi size hatırlatayım; ‘’El Kanaatü kenzi Lâyüfnâ’’. Kanaati tükenmez hazine saymak, yoksulluğu erdem bilmek felsefesine, iktisat devri artık son versin.

Efendiler, bu felsefeyi, kesinlikle yanlış yorumlamak yüzünden bu millete, bu memlekete çok büyük kötülükler edilmiştir. (...)

17n Şubat 1923, ASD. c.2, s. 108) (age. s.69)

Şeriat, Din Eğitimi ve Aile

“Muhterem sanatkarlar, aziz arkadaşlar; bizi yanlış yola yönelten kötüler, bilirsiniz ki çoğunlukla din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz…Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, yıkıma uğratan kötülükler, hep din kisvesi altındaki küfür ve lanetlenmişlikten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Oysa, elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için, şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın, kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir. Buna rağmen, hafta tatili dine aykırıdır gibi, hayırlı ve akla, dine uygun meseleler hakkında, sizi aldatmaya ve aşağılamaya çalışan kötülere değer vermeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasıyla gurur duyar. Onlar milletin emniyetine ve toplumun güvenine ermişlerdir. Bu gibi ulemaya gidin: “ Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?” deyiniz. Ama genel olarak buna da ihtiyaç yoktur.”(16 Mart 1923, ASD, c. 2, s. 127) (age. s. 70)

Din, Akıl, Mantık, Kamu Yararı

“Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçüt vardır. Bu ölçüyle hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebiliriz. Hangi şey akla, mantığa, kamunun çıkarına uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarına, islamın çıkarına uygunsa kimseye sormayın. O şey dindir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı eksiksiz olmazdı, son din olmazdı.”(16 Mart 1923, ASD, c. 2, s. 127) (age. s. 71)

Çağdaş Olmak ve Kafirlik

“Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu sanısıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın; hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.”(16 Mart 1923, ASD, c. 2, s. 128) (age. s. 71)




İslam Ülkelerinin Esareti

“İtiraf etmek zorundayız ki, bütün İslam aleminin toplum hayatında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, Doğudan Batıya kadar İslam memleketleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir.”(20 Mart 1923,ASD, c. 2, s. 138) (age. s. 71)


İslam-Hıristiyan Düşmanlığı

Yine biliyoruz ki, İslam alemine dahil toplumlar ile Hıristiyan alemi kitleleri arasında birbirini affı olanaksız gören bir düşmanlık mevuttur. İslamlar Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslamların sonsuz düşmanı oldular. Birbirlerine kafir, bağnaz gözüyle baktılar. İki dünya birbirleriyle yüzyıllardan beri bu bağnazlık ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın sonucudur ki, İslam alemi, Batının, her yüzyıl yeni bir şekil ve renk alan ilerlemesinden uzak kalmıştı. Çünkü İslam topluluğu, ilerlemeye küçümseyerek, nefretle bakıyordu; aynı zamanda iki kitle arasında uzun yüzyıllardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla, İslam alemi silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte bu, sürekli silahla uğraşma ve düşmanlık duygusuyla Batının yeniliklerine yüz çevirmek, çöküşümüzün sebep ve etkenlerinden diğer önemli bir sebebi oluşturur.”(20 Mart 1923, ASD, c. 2, s. 139-140) (age. s. 73)


İslam ve Türklerin Milli Benliği

“Bizim milletimiz, milliyetini anlamazdan gelmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli kavimler , hep milli inançlara sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopayla içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi aşağıladılar ve hor gördüler. Anladık ki, kabahatimiz, kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize, bu hürmeti fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.
Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi
diyelim.
Düşmanlarımıza bu hakikatı ifade ettiğimiz gün; kanaatimize, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her bireyi düşman olarak gördüğümüz gün; milli benliğimize uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün; hakiki kurtuluşa ulaşacağız.”(20 Mart. 1923, ASD. c. 2. s. 143) (age.s. 73)


İslamiyet, Ruhban Sınıfı, Hocaların Giyimi

Her şeyden evvel şunu, en ilkel bir dini hakikat olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıfı yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, tekel kabul etmez. Mesela ulema; herhalde aydınlatma görevi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar. O halde biz diyemeyiz ki, bizde bir özel sınıf vardır; diğerleri dinen aydınlatma hakkından yoksundur. Böyle anlarsak kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için, yani dini hakikatleri halka öğretmek için, mutlaka ilmiye kisvesi şart değildir. Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın müslümana kamu araştırmasını farz kılıyor ve her erkek ve kadın müslüman, toplumu aydınlatmakla yükümlüdür.

Efendiler, bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde hakiki ulema, ulemamız içinde de milletimizin hakkıyla övünebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık, ilmi kılık altında, bilim hakikatinden uzak, bilimi yeterince öğrenmemiş, bilim yolunda gerektiği kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.

Seyehatlerimde, birçok hakiki aydın ulemamızla temas ettim. Onları, en yeni bilimsel eğitimi almış, sanki Avrupa’da öğrenim görmüş bir düzeyde gördüm. İslami ruha ve hakikatlerine vakıf olan ulemamızın hepsi bu olgunluk düzeyindedir. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında inançsız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlarla karıştırmak doğru olmaz.

(…)”(20 Mart 1923, ASD, c. 2, s. 144) (age. s. 74)

Fransız Devrimi, Doğu’dan Batı’ya Yürüyüş

“Biz hepimiz Fransa’nın kültür kaynağından içtik.
(…)Memleketler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu biricik uygarlığa katılması gerekir.(…) Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük.
(…) Bütün çalışmamız, Türkiye’de çağdaş, dolayısıyla Batılı bir hükümet meydana getirmektir. Uygarlığa girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Bir yönde yürümek azminde olan ve hareketinin ayağına bağlı zincirlerle zorlaştığını gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.” (29 Ekim 1923, Fransız Muhabirine demeç, ASD, c. 3, s. 66-68) (age. s. 78-79)

Türk Tarihinde İslam’ın ve Halifenin Rolü, Dine İnanma

Tarihimizin en mesut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı (Yavuz N.) hilafeti her nasılsa kendisine mal etmek için; etkisini, alışkanlığını, servetini kullandı. Bu, sırf bir rastlantı eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine, İslamiyet’i, dünya milletlerine kabul ettirmelerini emretti; bu milletin hükümeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Gerçekten görevini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, bunu nasıl başarır? İtiraf ederim ki, bu koşullar içinde beni halife tayin etseler derhal istifamı verirdim.

Fakat tarihe gelelim, gerçekleri inceleyelim. Araplar Bağdat’ta bir hilafet kurdular fakat (Kurtuba) da bir Hilafet daha meydana getirdiler. Ne Acemler ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslam milletleri üzerinde yüksek ruhani görevini yerine getiren biricik halife fikri, hakikaten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman, Roma’daki Papa’nın, Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.

Son reformlarımızın sebep olduğu eleştiriler, hakikat dışı, hayali bir fikirden, İslam birliği fikrinden esinlemiştir. Bu fikir asla hakikat olmamıştır.

Biz halifeyi eski ve saygın bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık. Halifeye hürmetimiz vardır, gerek kendi gerek ailesinin ihtiyaçlarını sağlıyoruz. Ekleyelim ki, İslam aleminde Türkler, halifenin maddi ihtiyaçlarını fiilen sağlayan tek millettir. Dünya çapında bir halifeliğe değer verenler, şimdiye kadar her türlü katılımdan çekinmişlerdir. O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler, bu kurumun yüküne tahammül etsinler ve yine yalnız onlar halifenin egemenliğine uysunlar...Bu iddia aşırıdır.

Siyasetimizi dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz.

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilince aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor. Oysa, Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapmaca, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Ancak bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.

29 Ekim 1923, ‘’Fransız muharriri Maurice Pernot’ya Demeç’’, ASD, c. 3. s. 69-70) (age, s. 80)

Gericiliği Ezmek

Uygulamamızda hiçbir zaman bu engel, yoğun tabakadan gelmeyecektir. Halk refah içinde, bağımsız, zengin olmak istiyor; komşularının refahını gördüğü halde, fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler aşılayanlar belli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. İlerleme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akımla ilerliyor. Biz bu uyumun dışında kalabilir miyiz?

4 Aralık 1923, ASD. c. 3, s. 72) (age. s.79-80)


Bin Yıl Öncesinin Kanunları, Mecelle ve Çağdaşlık

“Uygar ve düzenli bir devletin makinesi, eski kanunlarla işleyemez. Bugün mevcut kanunlarımızın kökü mecelledir. Yeni Türkiye, ne zamanı ne de ihtiyacı göz önünde tutmayan Mecelle’nin hükümlerine bağlı kalamaz. Yüz sene, beş yüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan kanunlarla, bugünkü toplumları idareye kalkışmak gaflettir, cehalettir.”(1923, Mahmut Soydan, ‘’Gazi ve İnkılap’’, Milliyet Gazetesi. 5.2.1930)(age. S. 82)

Dinsiz değil, Maddilik

Gazi Mustafa Kemal Paşa: “Hükümet dinsizdir demek, halk topluluğuna hükümete hücum edin demektir.”(age. S. 83)

Müştak Bey:’’ Dinsiz demiş Hüseyin Cahit Bey mektubunda, bunu da çizmiş...

Gazi Mustafa Kemal Paşa:’’Maddi demeli, cismani demeli ve bu kelimeler varken dinsiz dememeli.

(1923, Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923, Kaynak Yayınları, 1. Basım, İstanbul, Haziran 1923. s. 149) (age. s. 83)

İslam ve Siyaset

Bağlanarak inandığımız ve mesut bulunduğumuz İslami diyaneti, yüzyıllardan beri olageldiği üzre, bir siyaset aracı konumundan kurtararak yüceltmenin zorunlu olduğu gerçeğini gözlemliyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan ve her türlü çıkar ve ihtirasların ortaya çıkmasına sahne olan siyasetten ve siyasetin bütün uzuvlarından bir an evvel ve kesinlikle kurtarmak, milletin bu dünyaya ve öbür dünyaya ait mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. (alkışlar) Ancak bu şekilde İslami diyanetin anlamı belirir. (çok doğru söylediniz sesleri)

(1 Mart 1924 ASD. c. 1. s. 330,331) (age. s. 83)

Milli Ahlakın Temeli

“Milli ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle tenmiye ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; özellikle dikkat nazarınızı çekerim. Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de şayan değildir.”(25 Ağustos 1924, ASD, c. 2, s. 173) (age. s. 86)


Köhne Zihniyetler, Uygarlık ve Fen (ve Aile)

“Hayata ve geçinmeye hakim olan hükümlerin, zamanla değişimi, gelişimi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşlarının, fennin harikalarının, dünyayı yenilikten yeniliğe ulaştırdığı bir devirde, yüzyıllık köhne zihniyetlerle, geçmişe hayranlıkla varlığı korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın esası, ilerleme ve kuvvetin temeli aile hayatındadır”

(30 Ağustos 1924, ASD, c. 2, s. 181) (age. s. 87)

Bilim ve Fen Dışında Yolgösterici Aramak

“Dünyada her şey için, başarı için, uygarlık için, hayat için başarı için en hakiki yol gösterici, bilimdir fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız, bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının gelişimini algılamak ve ilerlemesini zamanla izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki bilim ve fen dilinin çizdiği ilkeleri, şu kadar bin sene evvel, bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir.”
(22 Eylül 1924, ASD. c. 2. s. 194) (age. s. 87)

Kutsal Kitapları Tanık Gösteren Rehberler

Yön yanlış ise ve koskoca bir millet, inandığı ve güvendiği kitaplardan; kutsal kitaplardan tanık göstererek rehber olduklarını iddia edenlerin sözlerine inanarak yürürlerse ve bu yürüyüş yönü kendilerini mahva ve yok olmaya düşürürse, kabahat, bu yönü izleyen zavallı halktan çok, rehberlere ait değil midir?

22 Eylül 1924, ASD. c. 2, s. 196) (age. s.87)

Din ve Ahlak

“Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu aşan İslam vardır. Bunlar ana, baba hoca terbiyesiyle, terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat ne yazık, hakiki olay şudur ki bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun ya da bunun esareti ve aşağılanma zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak, onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek insani meziyeti vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiyelerinin hedefi milli değildir.

Milli terbiye ile geliştirmek ve yükseltilmek istenilen genç beyinleri, bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle sakınmalıdır. (…)”(22 Eylül 1924, AsD. c. 2, s. 198-199) (age. s. 88)


İslam dünyası ve Uygarlık

“(…) Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. Zihinleri uygarlığın emrettiği kapsam ve yükselmeye uymadıklarından ne büyük felaketler, ne acılar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki değişikliktendir. Artık duramayız. Herhalde ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz.(…) Uygarlık öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar ve mahveder.”(24 ağustos 1925,ASD. c. 2. s. 207) (age. s. 90, 91)


Halife, Eğitim ve Öğretimin Birliği

“Sevgili kardeşlerim, fikir ve kavrayış sahibi olduğunu büyük olaylarla kanıtlamış olan bu millet, Allahın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife unvanındaki gafillere, cahillere, ikiyüzlülere vatanında, vicdanında yer verebilir miydi? Bunu sizden soruyorum. Büyük millet, dünya uygarlık ailesinde saygın bir yere sahip olmaya layık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitimi, okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki tür kuruma bölmeye, halen katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette bireylerden oluşan bir millet yapmaya imkan aramak abesle uğraşmak olmaz mıydı?”(28 Ağustos 1925, ASD. c. 5, s. 36) (age. s. 91)

Devrimi Kabul Etmeyen Zihniyetler Darmadağın Edilecek

“Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler bütünüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyine hakikat nurları yerleştirmek olanaksızdır.”
(30 Ağustos 1925, ASD. c. 2. s. 214)(- Atatürk, Din ve Laiklik üzerine-Doğu Perinçek-s. 92)

Şeyhler, Dervişler, Tarikat Reisleri

Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için utanç vericidir. Mevcut tarikatların amacı, kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün bilimin, fennin, bütün kapsamıyla uygarlığın ışığı karşısında, filan ve falan şeyhin uyarısıyla maddi ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların, Türkiye uygar topluluğunda varolmasını asla kabul etmiyorum (şiddetli alkışlar)

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye cumhuriyeti şeyler, dervişler, müritler memleketi olamaz. Bu gibiler içinde çok cahil hatta okuma yazması olmayanlara rastladım. En doğru, en hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır (sürekli alkışlar). Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeter. Tarikat reisleri, bu dediğim hakikatı bütün açıklığıyla kvarayacak ve kendilerinden, derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık ergenliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir. (30 Ağustos 1925, ASD. c. 2. s. 215) (age. s.92)

Tekkeler

Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her, her şubede doğru yolu gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların gayesi, halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır. Oysa halkımız, aptal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür, fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız. (1925, Aktaran: Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Şapka Devriminde Kastamonu ve İnebolu Seyehatleri, s. 68) (age. s.93


Din ve Mezhep Bağı

Milletin varlığını sürdürmesi için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, din ve mezhep bağı yerine, Türk milleti bağıyla bireylerini toplamıştır. (5. Kasım 1925, ASD. c. 2. s. 237) (age. s.94)


Müslümanların Halifesine İsyan


Halifeliğin durumuna gelince, bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka durumu kalmış mıydı?
(...)
‘’Osmanlı Hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların Halifesine isyan etmek ve bütün milleti isyan ettirmek gerekiyordu.
Türk atayurduna ve Türkün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahla karşı çıkmak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın, bütün gerek ve zorunluluklarını ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette yerinde olmazdı. Uygulamayı birtakım aşamalara ayırmak ve olgular ve olaylardan yararlanarak, milletin duygularını ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek, hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur, ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız, bir mantık dizisiyle düşünülürse, ilk günden bugüne kadar izlediğimiz genel yönün, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.”(15-20 Ekim 1927, Nutuk, TTKY, 3. basım, 1989, c. 1, s. 21) ( D. Perinçek, Atatürk-Din ve Laiklik Üzerine,s. 96)

Panislamizm

“Panislamizm, Pantürkizm siyasetinin başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Irk farkı gözetmeksizin bütün insanlığı kapsayan cihangirane devlet oluşturulması hırslarının sonuçları da, tarihte kaydedilmiştir. İstilacı olmak hevesleri, konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup onları, kardeşlik ve tam eşitlik çerçevesinde birleştirerek, insancı bir devlet kurmak teorisi de, kendine özgü koşullara sahiptir.”(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s.587) (age, s. 97)

Din Oyunu Aktörleri

“Fakat bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün dahi kavimlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve çıkar sağlamak için dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içerde ve dışarıda varlığı, bizi, bu zeminde söz söylemekten, ne yazık ki henüz kaçınmak durumunda bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki uzmanlık ve bilgi, her türlü hurafelerden uzaklaşarak, hakiki bilimin ve fennin ışığıyla temizlenip mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır.”(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s. 708) (age, s. 98)

Belki Birtakım Kafalar Kesilecektir

En sonu Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim: ‘’Efendim dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle tartışmayla veremez. Egemenlik güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenliğine ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini ve saltanatını kendi eline eylemli olarak almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, ulus saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten gerçekleşmiş bir olayı yasayla saptamaktan başka bir şey değildir. Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunayım’’ dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine. Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi: ‘’Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık’’ dedi. Sorun, Karma Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı.(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s.921) (age, s. 98)

Devletin Dini, Egemenlik, Vicdan Özgürlüğü (Gazeteciyle konuşma)

Efendiler, padişahlığın kaldırılışı, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından görüşmek, ruh durumunu ve düşünce eğilimini bir daha incelemek önemliydi. (s. 102)
(...)
Halkın, ulusal egemenlik ile halifelik makamının durumlarını ve bunların birbirleriyle ilişkilerini öğrenmek istemekte ve bunun için kaygılanmakta hakkı vardı. Çünkü, Maclis 1 Kasım 1922 günlü kararıyla, kişisel egemenliğe dayanan hükümet biçiminin 16 Mart 1920’den başlamak üzere ve sonsuz olarak, tarihe karıştığını bildirdikten sonra birtakım Şükrü Hoca’lar, ‘’Müslüman kamuoyu kuşkulara ve üzüntülere düşmüştür’’ diyerek çalışmaya koyuldular. ‘’Halifelik demek, hükümet demektir. Halifeliğin haklarını ve görevlerini ortadan kaldırmak hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir’’ savını ortaya atmışlardı. Meclisin, ulusun kaldırdığı kişisel egemenliği halifelik katında sürdürmek ve padişah yerine halifeyi koymak tutkusuna düşmüşlerdi.

Gerçekten; gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü’nün imzasıyla, İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu kitapçığın Ankara’da 15 Ocak 1923’te yayımlandığı ve bütün Meclis üyelerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. Kitapçığın üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Ama kitapçığın, daha ben Ankara’da iken hazırlanıp basıldığı ve benim Ankara’dan ayrıldığım 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştır.

Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları: ‘’Halife Meclisin, Meclis Halifenindir’’ gibi bir uydurma sözle Millet meclisini, Halifenin danışma kurulu ve Halifeyi, Meclisin ve dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.
Baylar, halife bulunan kişiyi umuda düşürecek kimi içten bağlılık gösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık gösterileri ise bizim görünüşe göre anladıklarımızdan daha çok imiş.
(...)
Şunu bilginize sunayım ki, hem Şükrü Efendi Hoca, hem de onu ve imzasını ilerisüren siyasetçiler sultan ya da padişah unvanını taşıyan bir devlet başkanı yerine, unvanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar ve savlarda bulunmuşlardı. Şu ayrımla ki, herhangi bir ülkenin ve ulusun devlet başkanı yerine dünyanın dört bucağında yığınlar olarak yaşayan, çeşitli soydan üç yüz milyonluk bir topluluğa sözü geçecek bir devlet başkanından ve onun görevlerinden, yetkilerinden söz etmişlerdi. Bütün Müslümanlara egemen olacak bu ulu devlet başkanının eline kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammed ümmetinden yalnız on, on beş milyon Türk halkını kavrayıp vermişlerdi. Halife adındaki devlet başkanı, ‘’bütün Müslümanların işlerini yönetecek ve dünya işleri ile ilgili kurallardan, çıkarlarına en elverişli olanlarını uygulayacak’’ idi. Bütün Müslümanların, ‘’haklarını savunacak, onların bütün işlerine etkin bir dayanç ve istemle el atacaktı.

Halife adını taşıyan hükümet başkanı, dünya yüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında adaleti sürdürecek, kamu haklarını gözetecek, dirlik düzenliği ve güveni bozacak olayları önleyecek, Müslümanlara başka dinden olanların yapabilecekleri saldırılara engel olacaktı. Müslüman topluluğunun esenliğini sağlamaya yarayacak uygarlık ve bayındırlık koşullarını hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.

Saygıdeğer efendiler, bu denli çok bilgisiz, dünya durum ve gerçekleriyle bu denli ilgisiz olan Şükrü Hoca ve benzerlerinin ulusumuzu aldatmak için ‘’Müslümanlık Kuralları’’ diye yayımladıkları uydurmaların, gerçekte yeniden anlatılacak bir değeri yoktur. “Fakat bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün dahi kavimlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve çıkar sağlamak için dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içerde ve dışarıda varlığı, bizi, bu zeminde söz söylemekten, ne yazık ki henüz kaçınmak durumunda bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki uzmanlık ve bilgi, her türlü hurafelerden uzaklaşarak, hakiki bilimin ve fennin ışığıyla temizlenip mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır.”(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s. 708) (age. s.104) (Din Oyunu Aktörleri, age, s. 98)

Şükrü Hoca’ların ne denli anlamsız, mantıksız ve uygulanma niteliğinden yoksun düşünce ve kuramlar savurduklarını anlamamak için gerçekten Hoca Efendi gibi ‘’Allahlık’’ denilen yaratıklardan olmak gerekir.
Onların dediği gibi halife ve halifelik yetkisinin bütün dünya Müslümanları üzerinde geçerli olması gerekince, bütün varlığını ve güç kaynaklarını halifenin buyruklarına bırakmakla Türkiye halkının omuzlarına yüklenecek yükün ne kertede ağır olacağını biraz olsun insafla düşünmek gerekmez miydi?

Onları ilerisürdükleri gerekçelere ve kuramlara göre halife denilen hükümdar Çin,, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asur, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın her yerindeki Müslümanların ve Müslğman memeleketlerinin işlerini elinde tutacaktı.

Bu kuruntunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğunu bilirsiniz. Müslüman toplulukların birbirinden büsbütün başka amaçlarla ayrıldıkları, Emevilerin Endülüs’te, Alevilerin Mağrip’te, Fatimilerin Mısır’da, Abbasilerin Bağdat’ta birer halifelik yani saltanat kurdukları; dahası, Endülüs’te her bin kişilik bir topluluğun ‘’bir halifesi ile bir minberi’’ bulunduğu Hoca Şükrü imzasını taşıyan kitapçıkta da yazılıdır.

Bu tarihsel gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin uyruğu olan ya da bağımsız olan Müslüman uluslara ve devletlere halife adıyla bir hükümdar atamak akıl ve gerçekle bağdaşabilir miydi? Özellikle, böyle bir devlet başkanının makamını korumak için bir avuç Türkiye halkını bu işe adayarak bağlamak, onu yok etme yolunda uygulanagelen önlemlerin en etkilisi olmaz mıydı? ‘’Halifenin görevi dinsel değildir. Halifeliğin temeli maddi güç ve hükümet erkidir’’ diyenlerin, halifeliğin devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu söyleyip tanıtladıkları; amaçlarının da halife sanını taşıyan bir kişiyi Türkiye Devletinin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi.

Saygıdeğer efendiler, Şükrü Hoca Efendi’nin ve siyasetçi arkadaşlarının, kendi siyasal amaçlarını açıktan açığa söylemeyip bunu, bütün Müslümanlık dünyasına yaygınlaştırmak istemeleri, dinsel bir sorunmuş gibi söz konusu etmeleri, halifelik oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.

Halifelik konusunda halkın kuşku ve kaygısını gidermek için her yerde gereği kadar konuştum. Ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak dedim ki: ‘’Ulusumuzun kurduğu yeni devletin alın yazısına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi, karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza dek koruyacaktır!

Ulusa anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü imiş gibi düşlenen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Ulus, bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli akla yatmaz bir görevi üstüne alamaz.

Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşlere dayanılarak, koştururuldu. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?! Dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerini elinde tutmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı insandan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidirler. Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi varlığından ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! Dedim.

Başka bir noktayı da halkın gözünde iyice canlandırmak için şunları söyledim: Tutalım ki, Türkiye bir zaman için söz konusu görevi kabul etsin. Bütün Müslümanları bir noktada birleştirerek yönetmek ülküsüne yürüsün, başarı da sağlasın! Pek güzel ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar: Bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, sağ olunuz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz, biz kendi kendimizi yönetebiliriz’’ derlerse! Öyleyse, Türkiye halkının bütün çalışmaları ve özverileri yalnız ‘’sağ olunuz’’ denilmesi ve dua almak için mi göze alınacaktır?

Görülüyor ki, boş bir istek için, bir kuruntu ve bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Halifeliğe ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan başka bir şey değildi.

Efendiler, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran ya da Afganistan, halifenin herhangi bir yetkinsi tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü (böyle bir şey) devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan kaldırır.

Ulusa şunu da öğütledim ki: Kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sürüp gitmemelidir. Dünyadaki gerçek yerimizi, dünyanın durumunu tanımamak aymazlığı ile ve aymazlara uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir! Bile bile bu acıklı durumu sürdüremeyiz!

15-20 Ekim 1927, Nutuk,c.2,s. 937-957) (age. s. 106)

Devamı
Dünya Dini ve Birleşik Dünya Devleti (M. K. Atatürk)

Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce bir tarih kitabı yayımladı. Bu kitabın son sayfalarında, ‘’Dünya tarihinin Gelecek Evresi’’ başlığı altında birtakım düşünceler vardır. Bu görüşlerin ereği ‘’birleşik bir dünya devleti’’ (Un gouvernement fédéral mondial) kurmak sorunudur.

‘’Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor; adaletin ve tek bir yasanın buyruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor.

Wells: ‘’Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse, ulusların üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır.’’ Diyor ve şu düşünceleri ilerisürüyor: ‘’Gerçek devlet, çağımız ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka bir şey olamaz. Kuşku yoktur ki, insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında ezilmek istemezlerse ergeç birleşmek zorunda kalacaklardır’’ diyor. Ayrıca: ‘’İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük düşün sonunda gerçekleşebilmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediğini; saldırgan bir dış siyaset geleneği olan devletleri, bir dünya birleşik devletinin güçlüklerle temsil edilebileceğini’’ ileri sürüyor. Wells’in şu düşüncelerini de burada anmak isterim: ‘’Avrupa ve Asya’nın uğradıkları yıkımlar ve ortak gereksemeleri belki dünyanın bu iki parçasındaki ulusların bir kerteye dek birleşmesine yarayacaktır. Olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılır.’’

Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir aşağılık yerde yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve akılları ağılayan yangı tohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren ‘’Birleşik Dünya Devleti’’ kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz. (age. s.107)


Bu betimlemeye ve düşlemeye bir bakıma benzer bir düş hilafetçileri ve İslam birliği yandaşlarını-Türkiye’ye musallat olmamak koşulu ile-sevindirmek için bizde de betimlenmişti. Betimleme şu idi: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi irade ve isteklerini kullanıp uygulayacak güç ve özgürlük kazanırlarsa ve o zaman gerekli ve yararlı görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri bulabilirler. Elbette her devletin, her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan, falan, Müslüman devletler arasında şu ya da bu ilişkiler kurulacaktır. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, bütün Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır. ‘’Bu meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir’’ derlerse, işte o zaman isterlerse, o Birleşik Müslüman Devletine ‘’Halifelik’’, ortak Meclisin başkanlık makamına seçilecek kişiye de ‘’Halife’’ unvanı verilir. Yoksa herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi, akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.’’ (age. s. 107-108)

M. K. Atatürk

(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s. 937-957)
(Söylev / Türk Tarih Kurumu Yayınları - 7. baskı / cilt 2 - sayfa 949-951)

Gazetecilerle Görüşme ve Devletin Dini

Efendiler, halifelik ve din meseleleriyle uğraşıldığı sıralarda Anayasadaki bir noktanın, komuoyunda ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan sonra da, Anayasada, bu düğüm kaldıktan başka, düğüm olacak ikinci bir noktanın daha görenler, şakınlıklarını gizleyememişlerdi, bugün de gizleyememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım: 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın yedinci maddesiyle 21 Nisan 1924 günlü Anayasanın yirmi altıncı maddesi Büyük Millet Meclisi’nin görevlerini saptar.

Maddenin başında meclisin ilk görevi olarak ‘’din buruklarının yürütülmesi vardır. İşte, bunun nasıl bir görev olduğunu ve ‘’din buyrukları’’ teriminden amacın ne olduğunu anlamakta duraksayanlar vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi’nin: ‘’Yasaları yapmak, değiştirmek, yorumlamak, kaldırmak vb. gibi’’ sayılan görevleri o denli geniş ve açıktır ki, ayrıca ve bağımsızca ‘’din buyruklarının yürütülmesi’’ diye bir kalıbın bulunması gereksiz görülmektedir. Çünkü ‘’şer’i’’ demek, yasal demektir; ‘’din buyrukları’’ demek de, yasa buyrukları demektir; başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağcıl hukuk anlayışıyla bağdaşamaz. Bu böyle olunca ‘’din burukları’’ terimiyle anlatılmak istenen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Efendiler, ilk Anayasayı hazırlayanlara kendim başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz yasa ile ‘’din buyrukları’’ teriminin bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çok çalıştık; ama bu terimden, kendi sanılarınca bambaşka bir anlam çıkaranları inandıramadık.

İkinci nokta baylar, Yeni Anayasanın ikinci maddesinin başındaki ‘’Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir’’ cümlesidir.

Bu cümle daha Anayasaya geçmeden çok önce, İzmit’te, İstanbul ve İzmit gazetecileriyle yaptığımız uzun bir görüşme ve konuşma sırasında bir gazetecinin şu sorusu ile karşılaştım: ‘’Yeni hükümetin dini olacak mı?’’

Açıkça söyleyeyim ki, bu soruyla karşılaşmayı hiç istemiyordum. Çünkü, pek kısa olması gereken karşılığın o günkü koşullara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, uyrukları arasında çeşitli dinlerden topluluklar bulunan ve her dinden olanlar için adaletli ve eşit işlemler yapmak ve mahkemelerinde adaleti, kendi uyruğuna ve yabancılara eşit olarak uygulamakla yükümlü olan bir hükümet, din ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Hükümetin bu doğal niteliğini, kuşkulu anlam çıkmasına yol açacak niteliklerle sınırlamak elbette doğru değildir. (s. 109)

‘’Türkiye Devletinin resmi dili Türkçedir’’ dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle yapılacak resmi işlerde, Türk dilinin kullanılması gereğini herkes doğal sayar. Ama, ‘’Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir’’ cümlesi, böyle mi anlaşılıp kabul edilecektir?
Bunun, elbette açıklanması ve yorumlanması gerekir.

(“Hükümet dinsizdir demek, halk topluluğuna hükümete hücum edin demektir.”(age. S. 83)

Efendiler, gazetecinin sorusuna karşı: ‘’Hükümetin dini olamaz!’’ diyemedim; tersini söyledim: ‘’Vardır efendim, İslam dinidir’’ dedim. Ama hemen:”İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır” diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.

Demek istedim ki hükümet, düşünce ve inançlara saygı göstermekle bağımlı ve yükümlüdür.

Gazeteci verdiğim yanıtı elbette akla yakın bulmadı ki yeniden şöyle bir soru sordu: ‘’Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?’’

‘’Olacak mı olmayacak mı bilmem!’’ dedim. İşi kapatmak istedim; ama kapatamadım. ‘’Öyleyse, dediler, herhangi bir sorun üzerinde inançlarıma ve düşüncelerime uygun bir görüş ortaya atmaktan hükümet beni yasaklayacak ya da bunun için beni cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi içinden gelen sesi susturabilecek midir?’’ O zaman iki şey düşündüm. Biri: ‘’Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmayacak mıdır?’’ sorusu. Öbürü Hoca Şükrü Efendi’nin: ‘’Kimi yüksek din bilgini arkadaşlarımızla birlikte düşüncelerimizi, din kitaplarında yer alan belirli ve değişmez Müslümanlık buyruklarını yayarak...ne yazık ki yanılgıya sürüklendiği görülen Müslüman kamuoyunu aydınlatmayı kaçınılmaz bir ödev saydık’’ diye başlayan ‘’İslam Halifeliğinin görevi, şeriat buyruğunu savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; dinsel hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır’’sözleri.

Oysa, Hoca’nın dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği ve vicdan özgürlüğünü kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca’nın bilgi dağarcığı ‘’yezitler’’ zamanında yazdırılmış baskı yönetimiyle ilgili kuralları kapsamıyor mu idi?

Öyleyse, anlamı ve kavramı artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış olan devlet ve hükümet terimlerini ve millet meclislerinin görevlerini din ve din kuralları kılığına sokarak, kimler ve niçin aldatılacaktır?

Gerçek bu olmakla birlikte, o gün İzmit’te, bu konuda gazetecilerle daha çok konuşmayı uygun bulmadım.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da, yeni Anayasa yapılırken, ‘’laik hükümet’’ teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan bir terimin konulmasına göz yumulmuştur.
Anayasanın ikinci ve yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti ile cumhuriyet ymnetiminin çağcıl niteliği ile bağdaşmayan terimler, devrim ve cumhuriyetçe, o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir.

Ulus, Anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır!

(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c. 2, s. 937-957) (age. s. 108-110)


Geçiş Döneminde Halifeye Tavır

Efendiler, padişahlıktan cumhuriyete geçebilmek için, herkesin bildiği üzere, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki düşünce ve görüş birbiriyle durmadan çarpıştı. O düşüncelerden biri, padişahlığın sürdürülmesi idi. Bu düşünceyi benimseyenler belliydi.

Öbür düşünce, padişahlığa son vererek cumhuriyeti kurmaktı. Bu, bizim düşüncemizdi. Bu düşüncemizi açıkça söylemekte sakınca görüyorduk. Ancak, düşüncemizin uygulanma olanağını saklı tutup elverişli bir zamanda uygulayabilmek için, padişahlığı tutanların düşüncelerini uygulama alanından uzaklaştırmak zorunda idik. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken, padişahçılar ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için üsteliyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini ya da gereği olmadığını söyleyerek o yanı kapalı bırakmayı yararlı görüyorduk.

Devletin yönetimini, cumhuriyetten söz etmeksizin, ulusal egemenlik ilkelerine uygun olarak her gün cumhuriyete doğru yürüyen bir biçimde derleyip toparlamaya çalışıyorduk.

Büyük Millet Meclisinden daha büyük makam olmadığını, durmadan aşılayarak padişahlık ve halifelik makamları olmaksızın da devletin yönetilebileceğini tanıtlamak gerekli idi.

Devlet Başkanlığından söz etmeksizin, onun görevini eylemli olarak Meclis başkanına gördürüyorduk. Meclis Başkanlığı görevini yapan ise, eylemli olarak İkinci başkan idi. Hükümet vardı, ama ‘’Büyük Millet Meclisi Hükümeti’’ sanını taşıyordu. Kabine sistemine geçmekten çekiniyorduk; çünkü padişahçılar, hemen padişahın, yetkisini kullanması gerektiğini ortaya atacaklardı.

İşte, geçiş döneminin bu uğraşma evrelerinde bizim kabul ettirmek zorunda bulunduğumuz orta biçimi, yani Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçimini haklı olarak eksik bulan ve meşrutiyet biçiminin açıkça belirtilmesini sağlamaya çalışan karşıcılarımız, bize karşı çıkıyorlar ve diyorlardı ki: ‘’Bu yapmak istediğiniz hükümet biçimi neye, hangi yönetime benzer?’’ Amacımızı ve ereğimizi söyletmek için yöneltilen bu çeşit sorulara biz de biz de, zamanın gereğine göre yanıtlar vererek padişahçıları susturmak zorunda idik.”(age, s.110) Böylece verdiğimiz bir yanıtı, Rauf Bey, içten, vicdanını inandıran, yadsınamaz ve karşı çıkılamaz bulduğunu söyleyerek bütün görüşünü ve savını benim o sözlerime dayandırıyor. (Rauf Bey), ‘’bu inandırıcı ve büyük sözlerden sonra’’ Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçiminin sakat olacağını kabul etmek istemiyor. Bu elverişsiz ise, bu sakat biçimi daha önce kabul ettirenlerin, bu kez kabul ettirdikleri cumhuriyet biçimini de, bir gün eksik görüp başka bir yönetim biçimini ortaya atmalarından kaygılanmak gerekeceği yolunda bir uslamlama yapıyor. Bu uslamlamanın ne denli çürük boş sözler olduğu apaçıktır. ‘’Kutsal duyguları, cumhuriyet yönetiminden başka hiçbir yönetimi benimsemediği yolunda’’ olan bir kişinin geçiş dönemi için zorunlu olduğunu pekiyi bildiği Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçimine saplanıp kalarak, cumhuriyet biçiminin de eksik görüleceği ve başka bir yönetim biçimi araştırılacağı kaygısına düşmesi doğru mudur? Rauf Bey’in burada cumhuriyetten sonra, başka bir yönetim biçimi derken neyi söylemek istediği bellidir. Rauf Bey demek istiyor ki, cumhuriyeti ilan edenler, böylece Osmanoğullarını saltanattan uzaklaştırdıktan sonra acaba, cumhuriyetten, yine padişahlığa dönerek, kendileri saltanat katına oturmayacaklar mı? Bunun tarihte benzerleri yok mu diye duraksayan ve kaygıya düşenler var.

Rauf Bey, olduğu gibi aldığımız sözlerinin sonunda, halkın cumhuriyeti istediğini söylerken: ‘’İstiyor ama, uygulanamaz da...’’ yolundaki şaşılacak sözleriyle, benim belirttiğim noktayı pek güzel açıklamaktadır.

(15-20 Ekim 1927, Nutuk, C.2, s.1117-1119) (age. s.110-112)

Dine Saygı Bayrağının Anlamı

‘’Fırka, dini fikir ve inançlara saygılıdır’’ ilkesini bayrak olarak eline alan kişilerden (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileri kastediliyor D. P.), iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüz yıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi: Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, din! bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet'e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?[2]

Cumhuriyetçi ve ilerici olduklarını zannettirmek isteyenlerin aynı bayrakla ortaya atılmaları, dini bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyetin ilerleme ve yeniliğinin bütünüyle aleyhine teşvik etmek değil miydi? Yeni Fırka, dini fikir ve inançlara saygı perdesi altında; ‘’biz hilafeti tekrar isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bizce Mecelle (dinsel kukuk N.) yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle beraber olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in fırkası hilafeti kaldırdı, islamiyet’i bozuyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir’’ diye bağırmıyor muydu? Yeni fırkanın kullandığı formül, bu gerici feryatlarla dolu değildir denilebilir mi?

(1927 Nutuk, c.2, s. 889-890) (age. s. 112-113)
(Vikipedi)Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Güncel Türkçesi: İlerici Cumhuriyet Partisi[1]) Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisidir. Mustafa Kemal Paşa'nın eski silah ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın öncülüğünde 17 Kasım 1924’te kurulmuştur. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesinin, liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olunduğu açıklanmıştır.(Mustafa Kemal Atatürk Nutuk'ta bu durumu "dini siyasi çıkarlara alet etmek" olarak yorumlamıştır.[2])Rauf Orbay'ın parti kurulmadan önce cumhuriyet ile ilgili eleştirileri ve parti kurulduktan kısa bir süre sonra bazı rejim muhaliflerinin parti etrafında toplanması ile beraber dini duyguların propaganda olarak kullanıldığı Şeyh Said İsyanı'nın patlak vermesi sonucunda parti kapatılmıştır. Daha sonra Atatürk'e düzenlenen İzmir Suikasti olayından TCF kurucularının bir bölümü yargılanmıştır.
Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşı'nı başlatan beş veya yedi kişilik kadronun Mustafa Kemal ve İsmet İnönü hariç tüm üyeleri, Terakkiperver Fırka'nın kurucu ve liderleri arasında yer almıştır.
Atatürk, Nutuk'ta Terakkiperver Fırka kurucularını cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlar.[2]
Haziran 1926'da İzmir Suikasti sonrasında bazı paşalar tutuklanır ve idam hükmüyle yargılanır. Fakat içlerinde Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa gibi İstiklal Savaşı'na katılanlar da bulunduğu bu komutanlar, Türk Ordusu subaylarının protesto gösterileri sonucu[kaynak belirtilmeli], Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "özel affı" ile idamdan kurtulmuşlardır.(Vikipedi)
Tekkeler, Zaviyeler, Türbeler, Tarikatla
Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapanması ve genel olarak tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık vb. birtakım unvanların yasaklanması ve kaldırılması da, Takriri Sükun Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu konuda yapılan işler ve uygulama, toplumumuzun, hurafe meraklısı ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından ne kadar gerekli idi; bu takdir olunur.

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyidlerin, çelebilerin, babaların, dervişlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan oluşan bir kitleye, uygar millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin hakiki niteliğini yanlış anlamda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kurumlar, yeni Türkiye devletinde, Türk Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi?

(15-20 Ekim 1927, Nutuk, c.2, s.1193 vd.)(age. s.113)


ATATÜRK’ÜN EL YAZISIYLA
ALLAH’IN DOĞUŞU

Atatürk’ün Kemalizmin resmi tarih tezlerini içeren Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabın ilk daktilo taslağına yazdığı değişiklik ve eklerden bazı sayfalar (1930) s.115

Bu ekler Türk Tarihinin Ana Hatları ve Tarih 1 kitaplarına yansımıştır.
Özgün belge, Anıtkabir Kütüphanesi’nde.


Masum ve cahil insanları yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir Allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir. S. 125

ATATÜRK’ÜN EL YAZISIYLA
MUHAMMED VE İSLAMİYET


Atatürk’ün Muhammed ve islamiyetin doğuşu konusunda, Lise Tarih kitabı için eliyle yazdıkları ve yazdırdıklarından(1930) (s.137)

Özgün belge, Anıtkabir Kütüphanesi’nde.

Araplar

Araplar, Yahudiler gibi Sami denilen ırktandırlar; bedevidirler. Hayal ve şiir istidatları yoktur. Muhammetten evvel edebiyatları ve şairleri arasında müsabakaları vardı. İçtimai ve siyasi hayatları anarşi içinde idi.

Mekke ve Medine ahalisi tüccar idiler, idareleri de bir nevi halk idaresiydi. Yemende küçük bir kabile krallıkları vardı. (Tarih. 2. s. 80) (age. s.141)

Arapların İptidai dinleri

“Arabistanın şimalinde Hıristiyanlar ve hemen her tarafında mühim Yahudi kolonileri vardı. Fakat Arapların umumiyeti putlara taparlardı.
bedeviler çölde taşlara, vahalarda ağaçlara taparlardı; onlar da gözle görülmeyen cinler, periler tahayyül ederlerdi. Bedeviler Mekkeyi mukaddes tanırlar ve oraya hacca gelirlerdi. Orada Kabe vardı. Kabede arap kabilelerinin mabüdlarını temsil eden yere dik konulmuş 360 taş ve gökten düşmüş tanılan meşhur Karataş(Şeceri esved) bulunuyordu. Gelecek hayat hakkındaki inanışlar çok karanlıktı.

Yemende br eski medeniyet vardı (Himeyrilerin). Bu medeneyeti şüphesiz, acem körfezi sahillerine Sumerler getirmiştir.
(...)(Tarih 2. s. 89)(age.s. 143)


Muhammed’in Peygamberliği

Muhammedin Peygamberlik vazifesinin nasıl başladığını izah etmek en nazik ve en müşkül meseledir.
Muhammedin bir melek ile ve Allah ile Hakikaten konuşmuş olduğu kanaatında bulunanlar olduğu gibi, Muhammedin, isteyerek böyle söylediğini de ileri sürenler olmuştur.

Bu vaziyetleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur. (Tarih 2, s. 89) (age.S.153)

“Kuranda öğrendiğimize göre, Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi; o da hayat ve Hadiselerin zaruri icapları karşısında adeta hergün değişmiştir.

Muhammed, iptida Allahın resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hasıl olmuştur.

Asıl meselenin Hal noktası şurdadır:
“Bütün iptidai kavimlerde olduğu gibi Araplarda da, şairlerin akıl erdirmedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için Cinler idi. Cinler, gûya kâhinlere de kâyıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistanda her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Muhammet dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır. (Tarih 2, s. 90) (age. s. 155)


Hakikaten cinlerin şairlere şiir ilham ettiğine kani idi. Muhammedin İsa ve Musa dinlerine dair öğrendikleri de bu itikadını kuvvetlendirmiştir. İsaya atfolunan mucizelerin çoğu cinleri tardetmekten ibarettir. Muhammed dahi bütün cinleri habis ruhlar gibi telakki etti. Ve onları şeytanlarla bir tuttu.(Tarih 2. s.91) (age. s. 157)

Fakat Muhammed diğer taraftan tabiat fevkinde bir kuvvetin ilhamlarına maruz kaldığına inandı. Muhammed ilhamlarını cinlerden almadığını ve fakat cinlerden yüksek olan Allahtan aldığını söyler… Bu sebeple Kuran ayetlerinin manzum değil mensur olduğunu delil gösterir.(s. 159)

Muhammed başlangıçta her halde, şedit bir heyecana maruz oldu. Birtakım dini endişeler ve vicdani mülahazalarla samimi surette üzüldü. Muhammed namuskar, samimi ve mefaat fikrinden arı olarak ortaya atıldı. Onun gayesi ırkdaşlarının ahlak ve dinini ıslah etmekti.(Tarih 2. s.91)(age. s. 159)



İlk Vahiy

Muhammedin peygamberliğinin başlangıcına dair birçok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte Muhammed’in ilk söylediği ayetin ne olduğu malüm ve belki de mazbut değildir. Kuran sureleri Muhammede açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taftan imiş değillerdir. Muhammedin beyan ettiği sureler uzun bir devirde dini tefekkürlerinin mahsulü olmuştur. Muhammed bu surelere birçok çalıştıktan ve tedkikler yaptıktan sonra edebi bir şekil vermiştir. Mamafi kendisini tahrik eden Batıni amilin yukarda söylediğimiz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi.

Muhammedi harekete geçiren bir amil samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed daha sonra irticalen dini hitabede bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten nebiliğe, nebilikten nihayet Allahın Resulü haline geçti. İçinde yaşadığı insanların manevi menfaati için ve büyük bir hakikat namına mücadeleye atılmış olan Muhammed, sonunda dini bir imparatorluğun mutlak reisi ve bütün dünyaya hakim olmak iddiasını besliyen muharip bir dinin müessisi sıfatı ile ömrünü bitirdi. Bu iki netice münhasıran Muhammedin kendi manevi ve fikri kuvvetinin mahsulü idi. (Tarih 2, s. 91,92,93) (age. s.161-167)



Muhammedin neşrettiği din, insanların kalplerinde derin bir ihtizaz uyandırdı. O ölüp gittiği halde on üç asır sonra hala İslamiyetin kalplerde husüle getirmekte olduğu his olunuyor. Bu hakikatin sebebini araştırırken yalnız Muhammedin şahsı üzerinde durmak kafi değildir. Başka unsurları da nazarı dikkate almak lazımdır. O unsurlar, mevzuu bahs olan adamın faaliyet sahasını teşkil eden kavmin halleridir. Her halde içtimai heyet Muhammedin ilk telkinlerini batî bir tekamül ile tadil ve tevsi etmiştir.(Tarih. 2. s. 91,93) (Age.S. 167)

ATATÜRK’ÜN EL YAZISIYLA
DİNİN ROLÜ (S.171)

Atatürk’ün ‘’Vatandaş İçin Medeni Bilgiler’’ kitabını hazırlarken yazdıkları ve yazdırdıkları (Ocak-Şubat 1930) (Atatürk Din ve Laiklik Üzerine-Doğu Perinçek-Kaynak Yayınları)

(El yazılarının fotokopileri Prof. Dr. Afetinan’ın ‘’Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları adlı kitabında ek olarak yayımlanmıştır. 2. basım, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988) (ages.171)


DİN VE MİLLET (s. 173)

“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis, türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. (Tarih 2 kitabına buradan sonrası alınmamış)

Bu arap fikri, Ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammedin dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine mecburdular. Bununla beraber, Allaha kendi milli lisanında değil, Allahın arap kavmine, gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allaha ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında türk milleti bir çok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, türk milletince karışık, cahil hocalar ağziyle, ateş ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupada, Allah kelimesinin yüceltilmesi parulası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler.


Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısırda, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gah şarka, garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allaha mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahrette kavuşacağını vaat ve temin eden dini akide ve dini his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin, ahretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi; dünyanın acısı duyulan tokatıyle derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı,(…)Artık türk cenneti değil, eski, hakiki büyük türk cedlerinin mukaddes miraslarının, son türk ellerinin müdafaa ve muhavazasını düşünüyordu. İşte, dinin, din hissinin türk milliyetinde bıraktığı hatıra.” (Medeni Bilgiler s. 21) (age.s. 173-183)


DİNLERIN SİYASAL ROLÜ

(...)

Kralların ve padişahların istipdadına, dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilahi hukuka istinat etmişlerdir. Hakimiyet, bu hükumdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre hükümdar, ancak Allah’a karşı mesuldür. Kudret ve hakimiyetinin hududu yalnız din kitaplarında aranabilir.

(...)(Medeni Bilgiler, s. 30) (age. s.189)



DİN VE ÖZGÜRLÜK


“İptidai insanların, tabiatın her şeyinden, gök gürültüsünden, geceden, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korktuklarını biliyoruz. İlk his ve düşüncesi korku olan insan ın her düşünce ve dileğini mutlak surette yapmağa kalkışmış olması düşünülemez.

İptidai insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet, büyük kabile ve kavimlerde, ata korkusu yerine kaim olan Allah korkusu, insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır. Memnular ve hurafeler üzerine kurulan birçok adetler ve ananaler, insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır. O kadar ki şahsi düşünce ve haeket serbestisi gibi bir hak mefhumu malum olmamıştır.

Cemaatların başına geçen adamlar, cemaatı allah namına idare ederdi. Her türlü hak ve salahiyet onlarda idi. Ferdin hakkı, hürriyeti, mevzuu bahs değildi.

Buraya kadar olan mutalaalarımızı , şöyle bir neticeye bağlayabiliriz:
İnsan evvela tabiatın esiri idi; sonra , buna semadan kuvvet ve salahiyet alan bir takım adamlara esir olmak zam oldu…devletin başında bulunan adamın hakkı, hududsuz, kaydsız, şartsız mutlak bir kudret olarak kabul ediliyordu. Devletin şekli imparatorluk veyahut cumhuriyet olsun, bunun ehemmiyeti azdı; ferdin, şahsi bir hakkı yoktu. Eski zamanlarda insanların, yapabildikleri medeniyetlerinin en yüksek devirlerinde, vaziyet böyle idi. ” (Medeni Bilgiler, s.50, 51) (age.s. 199, 201)



“Tabiatın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.

İşte insanlar, bu idrak derecesine yükseldikten sonradır ki tabiatın, insanda yararttıkları bütün kabiliyetler, faaliyetlerini serbest olarak yapmak ve inkişaf etmek lazımdır; bu lüzum tabiidir; tabiatın verdiği haktır, fikrine vardılar.

Artık bundan sonra fert ile hükümdar ve devlet arasında hak davası ve hak mücadelesi başlar. Bu mücadele devletlerin dahili inkişaflarının tarihidir.’’ (Medeni Bilgiler, s.51)(age.s. 205)



Medeniyetin geri olduğu cehalet devirlerinde, fikir ve vicdan hürriyeti, tahakküm ve tazyik altında idi. İnsanlık bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa, din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin, hakikati düşünebilenler, söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.

“Türkiye Cumhuriyetinde, her reşit dinini intihapta hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir, yani ayin hürriyeti masundur. Tabiatiyle, ayinler asayiş ve umumi adaba mugayir olamaz; siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.” (Medeni Bilgiler, s.56) (age.s. 211)

Taassupsuzluk

‘’Hürriyet, ihtimal ki zorla tesis olunur; fakat, herkese karşı, taassupsuzluk göstermekle ve aldırmamakla muhafaza edilir’’
Türkiye Cumhuriyetinde, herkes Allah’a istdiği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Türkiye’de, bir kimsenin fikirlerini, zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez.(...)(age. s. 215)
İnsanların, ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde, bunu yapan engizisyon papazları hüsnüniyetlerinden ve iyi iş yaptıklarında bahsederlerdi; belki de cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat, bir hamakati yahut bir hıyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir; en nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir.

İşte bu sebepledir ki, aldırmamazlığı kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek mühimdir.

Gerçi hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için, hakiki hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir zaman elleri, ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun vaziyetine razı olacakları asla kabul olunmamalıdır.

Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar istikbali, mazinin arasından görmekte musırdırlar. Bunlar alakamızı kestiğimiz ananalara karşı behemal, sadakatin iradesini isterler.

Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi, itikat etmeyen kimseleri istedikleri gibi ezmezlerse, kendilerini cenderede hissederler.

Herhalde, taassupsuzluğun arzu edildiği gibi, umumileşmesi, huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır. (Medeni Bilgiler. S. 58)
(age. S.229)




Kuran’ın Çevirisi ve Din Adamları

“Sonra Kur’anın çevrilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye çevriliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın çevrilmesi için de emir verdim. Halk, tekrar etmekte olan bir şeyin mevcut olduğunu ve din adamlarının derdi ancak kendi karınlarını doyurup başka bir işleri olmadığını bilsinler.”(21-24 Mart 1930, ASD. c. 3, s. 85)(age. s. 232)



Hayatın Doğuşu ve Evrim

“Bilinir ki, genellikle hayat hakkında bugün kabule değer görülen teori şudur:
Hayat her hangi bir doğa dışı etkenin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimyasal ve fiziksel olaylar dizisi sonucudur. Hayat sıcak, güneşli ve sığ bir bataklıkta başladı. Oradan sahillere ve denizlere yayıldı. Denizlerden tekrar karalara geçti. İlk hayvan denizlerde balık ve karalarda muhtelif kemikli yaratıklar oldu; bunlar çeşitli uzun devirlerde şekilden şekile tekamül ettiler (evrimleştiler).
Şimdi insanların nereden ve nasıl geldiği hakkındaki görüşü tespit edelim:

İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bu günkü şekline geldi...

İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bugünkü şekline geldi. İnsanın bugünkü yüksek zeka, kavrayış ve kudreti milyonlarca ve milyonlarca kuşaktan geçerek hazırlandı.
Artık insan bugün, tabiatın sonsuz büyüklüğüne ve tabiat içinde kendi türünün geleceğine gittikçe büyüyen bir irade ve bilinçle bakıyor.”

(Ağustos 1930, Aktaran Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1984, s. 277-278) (age.s. 234)



Dünyanın Oluşumu

Dünyayı dümdüz zannettikleri zaman, dünyayı dümdüz anlayanlar, onun beş altı bin senede meydana geldiğini zannetmişlerdir. Oysa dünyanın niteliği ortaya çıktıktan sonra anlaşıldı ki, dünya beş altı bin değil, ancak milyonlarca seneler zarfında meydana gelebilmiştir.

(27 Ocak 1931, ASD, c.2. s.261) (age. s.235)

Milletin Maneviyatına Saldıranlar, Menemen Olayı ve Kubilay

Halkın temizliğinden yararlanarak, milletin maneviyatına saldıran kimseler ve onların izleyicileri ve müritleri, elbette ki, birtakım cahillerden ibarettir. Bunlar, Türk milleti için mezar oluşturacak durumların ortaya çıkmasında daima etkin olmuşlardır. Milletimizin önünde açılan kurtuluş ufuklarında aralıksız yol almasına engel olmaya çalışanlar, hep bu kurumlar ve bu kurumların mensupları olmuştur. Millete anlatmalıdır ki, bunların millet bünyesinde yaptıkları yıkımı hissetmek lazımdır.
Bunların varlığını hoşgörüyle karşılayanlarla menemende Kubilay’ın başı kesilirken, kayıtsızlıkla seyretmeye tahammül ve hatta alkışlamaya cesaret edenler birdir.”

(9 Şubat 1931, Cumhuriyet gazetesi. S. 3) (age. s.235)


İnsanlık Allah’ı Yarattı

“İnsanlar ilk devirlerinde pek acizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiçbir olayın da sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Sonunda insanlık, vicdanında bir kuvvet yarattı. O da işte “Allah” tır.” Her şeyi ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felaketten korunmayı hep Allahlarından istediler. Fakat modern çağlarda insan her şeyi Allah’tan beklemedi, ancak toplumdan bekledi, her şeyin koruyucusu, insan cemiyetidir, bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur. Bu sebeple topluma önem vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak lazımdır. Bunun için her türlü gelişme, huzur ve güven kaynağı toplumdur.
( 1932 ) (Aktaran: Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, s. 305) (age. s.236)


İnsanı Tabiat Türetti

Bizim dünyamız -bilirsiniz- topraktan, sudan ve havadan unulmuştur. Hayatın da esas unsurları bunlar değil midir?
Bu unsurlardan birinin eksikliği, yalnız eksikliği değil, sadece bozukluğu, hayatı imkansız kılar.
(...)
Tabiat insanları türetti, onları kendine taptırdı da. Ancak insanların dünyada yaşayabilmeleri için onların egemenliğini şart kıldı. Tabiata egemen olmasını bilemeyen yaratıklar, varlıklarını koruyamamışlardır. Tabiat onları, kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten hiç çekinmemiştir.”

( 3 Mayıs 1935, ASD. c. 2. s. 278-279) (age. s. 236)


Tabiat, İnsan Zekası, Bilinemezciliğin (Agnostisizmin) Reddi

Tabiatta, bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz. Ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket...Olduğu çağ ne kadar eski veya yeni olursa olsun, bütün bu oluşlar, oldukları anda gibi tabiat içindedir. Bu dalgalanmada, zaman ve uzaklık kavramı yoktur. Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde söylenen sözü veya yansıyan hareketleri, yine dünyanın herhangi bir köşesinde aynı anda işitmek, dinlemek, kaydetmek mümkün olduğunu görüyoruz.

Yarın bizi saran tabiat unsurları içinde, binlerce ve binlerce evvel söylenmiş sözleri, olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkanına elbette varılacaktır. Tabiatın bugün için esrar dolu sinesine gireceği kesin görülen insan zekası, beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır.

Yine bu insan zekasıdır ki, beklediğimiz sonucu elde etmemiş olmakla beraber, bugünkü araştırıcı zekaları tahmin edecek ve tarihi aydınlatacak yeni yöntemler ve bilimler bulmuştur.

İşte arkeoloji ve antropoloji, o bilimlerin başında gelir. Tarih bu son bilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Tarihi bu belgelere dayanan milletlerdir ki, kendi aslını bulur ve tanır.

İşte bizim tarihimiz, Türk tarihi, bu bilim belgelerine dayanır. Yeter ki bugünün aydın gençliği, bu belgeleri aracısız tanısın ve tanıtsın.

(Ocak 1936) (Aktaran: Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1984, s. 241-242) (age. s.237)


Ahretin Reddi

Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. ‘’Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve mutluluğa yer bulunamaz’’ diyorlardı.

Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘’Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız sürece şen ve keyifli olalım’’

Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat anlayışını tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde:

Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli ki, o adam birey sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey; kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makul bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.

(17 Mart 1937, ASD, c. 2. s. 280, 281) (age. 238)



Gökten İndiği Sanılan Kitaplar

“Dünyaca belli olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet halk Partisi Programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz esinlerimizi, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve acı kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”

(1 Kasım 1937, TBBM Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılını Açış Konuşması, ASD, c.1,s.405(age. s. 239)


Siyasete Yön Veren Temel: Kültür ve Ekonomi

Tarihi bu kadar yüksek bir idealin esas temel taşı, yalnız geçici politika esaslarında kalmaz. Bunun esas temel taşları lazımdır ki, kültür ve ekonomi cevheriyle dolu olsun. Çünkü kültür ve ekonomi, her türlü siyasete yön veren temeldir.

(27 Aralık, 1937, ASD, c. 2. s. 285) (age. s.239)

Kur’an’ı Çevirmek

Kazım Karabekir anlatıyor:

18 Temmuz’da İslamlığın ilerlemeye engel olduğunu haykıran Fethi Bey ve arkadaşları bu engeli nasıl ve ne zaman kaldıracaklardı? Hükümet programı ile mi, yoksa Gazi’nin herhangi bir hamlesi ile mi?

Bu bekleyiş uzun sürmedi. Hemen bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü,
Şöyle ki:
Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal paşa İlim Heyetinin şimdiye kadarki çalışması ile ilgili görünmeyerek ‘’Kur’an’ı Türkçe’ye aynen çevirmek’’ arzusunu ortaya attı.

Bu arzusunu ve hatta zorunlu olan sebebini başka çevrelerde de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi:

(Gazi, Kur’an’ı Kerim’i bazı İslamlık aleyhtarı züppelere çevirtmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını namazda dahi yasaklayarak bu çeviriyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.)

Bazı yeni simalardan da söz ettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden (beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:

Karabekir: ‘’Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcamaklığınız içerde ve dışarıdaki etkileri çok zararımıza olur. İşi ilgili makamlara bırakmalı. Fakat, rastgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde Arapçaya ve dini bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre yorum mu? Çeviri mi yapmak uygundur? Ona göre bunları harekete geçirmelidir.’’

‘’Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi bilinir. Doğrudan doğruya çevirmeli...gibi bazı hoşa hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:

Sömürgeleri İslam halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasi çıkarlarına göre Kur’an’ı dillerine çevirmişlerdir.. İslam dinine ve arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu çeviriyi, mesela, Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdani olan din bahsinden değil ilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış yorumları var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa milli kalkınmaya adamak daha hayırlı olur.

M. Kemal Paşa sözlerime karşı hiddetle bütün içindekileri ortaya attı:

‘’Evet Karabekir, arap oğlunun yavelerini (uydurmalarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye çevirteceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etsinler...(kimi yerde ‘’etmesinler’’ yazıyor N.)’’

İşin bir İlim Heyeti huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref:

Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor...diyerek konuyu kapattılar.

Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik. Fakat İlim Heyeti’nin bütün üyeleri üzüntülü görünüyordu.

Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’an’ı ve Peygamber’i her yerde öven ve hatta hutbe okuyan bu insandan bu sözleri beklemek herkese eza (incinme duygusu) veriyordu.’’

14 Ağustos 1923, Kazım Karabekir Anlatıyor, Yayına hazırlayan: Uğur Mumcu, Umag Vakfı Yayınları, 19. basım, Ankara, 1996, s. 84-87) (age. s.252-254)

Dua

14 Ekim 1924...Gazi Kayseri’de, Memleket hastanesi’nin açılma törenindedir. Kurdelayı kesmek üzereyken orada bulunanlardan biri, bir türbedarı işaret ederek:

-Efendim, diyor; müsaade ederseniz bir dua yapsın.
Ata cevap veriyor:
-Hoca efendinin dua yapmasına hacet yoktur. Cenabı A’lem benim de lisanımı bilir, duayı ben yaparım.
Ve duayı yapıp kurdelayı kesiyorlar.

14 Ekim 1924, Hafız Yaşar Okur’dan aktaran: Sadi Borak, Atatürk ve Din, Anıl Yayınevi, İstanbul, s.64-65) (age. s.254)

Laiklik, Din ve Dünya İşlerinin Ayrılması



Din Simsarları


“Din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası vardır ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma muhalifiz ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin, asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”(1930, Aktaran: Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 116) (age.s. 256)

Dinde Zorlama

‘’Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhebi kabule zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.’’ (1932, Aktaran: Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 57) (age. s. 259)


Muhammed

Muhammed'i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?
Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.
(...)
Büyük bir devrim yaratan Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla belirmesi gerekti. Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey, onu bir an evvel toprağa vermek değil, yaratmış olduğu devrimi güven altına almaktı. Bu da, yerine evvelâ devrimi kavramış en yakın bir arkadaşını geçirerek baş gösterecek tehlikeleri önlemekle olurdu. Devrimi kavramış ve ona bütün varlığıyla bağlanmış böyle bir halef seçtikten sonradır ki onun gömülmesi düşünülebilirdi. O zaman, beş on akraba ile değil, bütün kendisine bağlananların katılımıyla ve şanına lâyık bir törenle fâni cesedi ebedî istirahat yerine bırakılırdı... Ne Ali, ne de diğer Hâşimoğulları bunu düşünemediler. Bu gerçeği o zaman ancak üç büyük insan kavramıştır: Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde. Tarih olaylarının gelişimi, Müslümanlığın bu üç büyük insanın girişim ve gayretleriyle kurtulmuş olduğunu meydana koymuştur. Devrimin bu üç siması, yaratıcısı kadar büyük insanlardır.
(1930 Aktaran: Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, 1945, c.:9, Sayı: 100, s.3-4)(age. s.259)


Allah Kavramı

“Arkadaşlar, Allah kavramı insan beyninin çok güç kavrayabileceği metafizik bir meseledir.”(Kemal Yurtsever’in anısı., Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, derleyen: N.A. Banoğlu, c. 3, s.25) (age. s. 260)

Musa ve Muhammed

Musa cehalet devrinde On Emriyle insanlığa erdem dersleri vermiştir. Musa ile Muhammed’in arasını yüzyıllar doldurmuştur. İnsanlık son bedevilik devrinde, ne de olsa ilerlemiştir. Hazret-i Muhammet, Musa devrinin din anlayışlarındaki hurafeleri kısmen atmayı başarmıştır.

(Aktaran Asaf İlbay, Tan Gazetesi, 13 Temmuz 1949) (age. s.260)

Din Vardır ve Lazımdır

“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina uzun yıllardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı sağlamlaştırmak lüzumu duyulmamış. Aksine olarak, birçok yabancı unsur-yorumlar, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu doğacaktır.
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor; kaste ve fiile dayanan bağnazca hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”(Aktaran Asaf İlbay, Asaf İlbay Anlatıyor, Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, 1955. s. 102-103) (age. s. 261)


Yaratılış

“İnsanlar, “kurtçuklar” gibi sulardan çıktılar en önce…İlk atamız balıktır. İşler daha da ilerledikçe, o insanlar, primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız; düşüncelerimiz insandır!”
(Aktaran Rüşen Eşref Ünaydın, Hatıralar, Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları, s.53) (age. s.261.)

Dini Eğitim-Milli Eğitim

Mustafa Kemal Paşa, bulundukları şehirler ve ocaklar hakkında delegelerden ayrı ayrı bilgi aldıktan sonra:

-‘’Arkadaşlar, dedi; bu konuşmalarımız tamamen aramızda kalacak. Bu hususta gazetelere ve herhangi kimseye bir şey yansıtılmayacak. Biliyorsunuz bir düşmanımız var. Bu düşmanın topraklarımızda gözü var. Korkumuz yok. Her zaman için onu cesaretle karşılayabilir ve bu topraklarda boğabiliriz. Bundan zerre kadar şüphemiz yoktur. Ancak sizden bir ricam var: Arkadaşlar, Türk Ocaklarının başlıca uğraş konularından biri, devrimimizdir. Bu, şu şekilde prensipleştirilmiştir. Eğitim ya milli olur ya dini olur. Biz, dini eğitimi aileye bıraktık. Milli eğitimi de devlete aldık.’’

Mustafa Kemal’in azmi ve imanı her hareketinden ve jestlerinden fışkırıyordu. Sesi tekrar perde perde ruhlarımıza dolmaya başladı:

-‘’Mekteplerimizde ve bütün kültür kurumlarımızda milli eğitim esas kabul edilmiştir. Tuttuğumuz yol budur: Çocuk dini eğitimini ailesinden alacaktır. Bu arada İlahiyat Fakültesi gibi, dini eğitimi takviye edecek kurumlar da kurmak üzereyiz. Fakat bu zaman meselesidir. Halbuki devrimimizin tam dönüm anında topraklarımıza göz dikerek saldırmak isteyen düşmanın dini ele alarak birçok fitne ve fesatla halkı kandırmaya kalkıp türlü entrikalar çevirmekten çekinmeyeceği de muhakkaktır. Biliyor musunuz ki, Mussolini peşindekilerle buraya gelirse, nasıl gelecektir? Önünde dervişler, hacılar, hocalarla gelecektir. Din adamlarını elinde silah olarak kullanacaktır.’’

Tam burada delege arkadaşlardan biri heyecanla atıldı:
-Paşam Dedi; müsterih ol, bu devrim yerleşmiştir. Millet bunu anlamıştır, benimsemiştir. Devrimimizin halk tabakalarına kadar her tarafta kökleşmiş olduğu muhakkaktır. Bundan emin ol paşam...
Mustafa Kemal bir an durdu. Sonra hepimize teker teker sordu:
-‘’Arkadaşınızın bu fikrine ne dersiniz?

Verilen cevaplar içinde bu fikre kesin şekilde katılanı yok gibiydi. Herkes aşağı yukarı belirsiz konuştu.
Bunun üzerine Paşa:
-‘’Arkadaşlar dedi, devrimimiz henüz yenidir. Dedikleri gibi kökleşip benimsendiği hakkındaki kanılarımız ancak ileride karşılaşacağımız olaylarla gerçekleşecek ve doğrulanacaktır. Fakat şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giyen, sakalını, bıyığını traş eden, smokin ve fırakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hala sarıklı ve sakallıdır.’’

Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, s. 87, Akataran: Sadi Borak, Atatürk ve Din, Anıl Yayınevi, İstanbul, s.74-75) (age. s.264-265)

Medresenin Bozduğu Kafalar

(...)
Dört beş birbirini tutmayan içtihatlarla, esen rüzgarlara göre verilmiş fetvalarla inançlarıyla oynanan Türk milletinin din duygularını bir süre (ya da sürü N.)skolastik cahilin eline bırakamayız. İlerde bu işi bizzat elime alacağım.

Hakikaten 1931-1932 yıllarında Atatürk geniş bir ülke seyahatine çıktı. Bu seyahatte gezdiği, dolaştığı yerlerde durmadan eski hocalar ve hatta şeyhlerle konuşmalar yaptı. Halk temsilcileriyle din konuları etrafında sobetler etti. Bağnazlığıyla meşhur bir şehrimizde herkesin adını huşuya benzer duygularla andığı bir şeyhe frak giymesini teklif etti ve onu bu kıyafetiyle sofrasına aldı. İstanbul’a bilhassa Ramazanda geldi. Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir dizi toplantılara başkanlık etti. Bu toplantılarda İlahiyat Fakültesi müderrisleriyle günlerce tartıştı.
Nihayet bir gün yanındakilere:
-Gördünüz ya, medrese benden bile kuvvetli. Onun bozduğu kafaları ben bile yontamıyorum. Madem ki softalar benimle konuşmak istemiyorlar, o halde ben de tek başıma konuşuyorum. Göreceksiniz Türk milleti, Türk milletinin zekası ve aklı selimi benimle beraber olacaktır.
(...)

M. Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, s. 72-74, Akataran: Sadi Borak, Atatürk ve Din, Anıl Yayınevi, İstanbul, s. 80-81) (age. s.266)

Savaşı Dua ile Değil, Mehmetçiğin Kanıyla Kazandık

‘’Burada böyle şeylere lüzum yoktur. Bunları camide yapabilirsiniz! Biz savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanıyla kazandık’ dedi ve imamı kovdu.

(Aktaran: Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, üçüncü basım, İstanbul, Haziran 1995, s. 113) (age. s.267)

Medreseler Bir Daha Açılmayacak

Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler Bir daha açılmayacaktır. Anladınız mı?

Aktaran: Mehmet Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, 3. basım, İstanbul, Haziran 1995, s. 113) (age. s.267)


Başka Kaynaklar


Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur; Din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir. Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur.
Tüm dönemlerde toplumun kutsallaştırdığı boş düşüncelerden tehlikesizce sıyrılmak imkansızdır."
(Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı)

“Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır..”
(Atatürk-1926 Andrew Mango, Atatürk s. 447)


"... Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışların bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar... "

(Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip'in sorusuna Mustafa Kemal'in Yanıtı, Kaynak: İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeoloji, İ. Ü. Yayınları)

Mustafa Kemal ATATÜRK

Nilüfer Tekin

Kaynak: ATATÜRK/Din ve Laiklik Üzerine-Doğu Perinçek-Kaynak Yayınları