20 Eylül 2011 Salı

Kuantum Mekaniği ve Diyalektik Materyalizm

Kuantum mekaniği ve Diyalektik Materyalizm (Aklın İsyanı-Marksist Felsefe ve Modern Bilim-Alan Woods, Ted Grant)


Dalga mı Parçacık mı?

Elektronun titreşim hareketleri elektrik ve manyetik alanları uyararak tıpkı havuzdaki dalgalar gibi sürekli olarak yayılan dalgalara sebep olur. Su dalgası ile elektromanyetik dalga arasında temel bir farklılık vardır. Elektromanyetik dalgalar, su dalgaları gibi, yayılabilmek için sürekli bir ortama ihtiyaç duymazlar. Elektromanyetik bir titreşim, maddenin elektriksel yapısı içinde yayılan periyodik bir uyarımdır.



Işığın ayrı ayrı parçacıklar ya da “paketler” (quanta) olarak geldiğini ileri sürdü. Farklı deneylerin farklı şeyleri kanıtlaması, durumu iyice karmaşıklaştırdı. Elektronu bir flüoresan yüzeye çarptırarak ve bunun sonucu ortaya çıkan parıltıları gözleyerek; ya da bir sis odasında* elektronun izlerine bakarak; veya oldukça duyarlı bir fotoğraf filmi üzerinde görülen küçücük noktalardan, elektronun bir parçacık olduğu anlaşılabiliyordu. Ama diğer taraftan, bir levha üzerine iki küçük delik açılıp, bu deliklerin üzerine tek bir kaynaktan çıkan elektronlar gönderilirse, elektronlar bir girişim deseni oluşmasına yol açıyordu ki, bu da bir dalganın varlığını gösteriyordu.

Ne var ki en tuhaf sonuç, tek bir elektronun, arkasında fotoğraf filminin bulunduğu iki yarık içeren bir levha üzerine gönderildiği ünlü çift yarık deneyinden elde edilmişti. Elektron hangi yarıktan geçmişti? Film tabakası üzerindeki girişim deseni apaçık bir çift yarık desenidir. Bu durum ise, elektronun her iki yarıktan da geçip bir girişim deseni oluşturmuş olması gerektiğini kanıtlamaktadır. Tüm sağduyu kurallarına aykırıdır bu, ama çürütülmez bir olgu gibi gözükmektedir. Elektron hem bir parçacık hem de bir dalga olarak davranmaktadır. Aynı anda iki (ya da ikiden de fazla) yerde bulunmaktadır ve aynı anda birkaç hareket durumuna sahiptir!







Banesh Hoffman şu yorumda bulunuyor:

Sanmayın ki, bilimciler bu yeni fikirleri sevinç çığlıklarıyla kabul ettiler. Bu sonuçlardan kaçmaya dönük beyhude çabalar içerisinde her çeşidinden tuzaklar hazırlayarak ve alternatif hipotezler uydurarak ellerinden geldiğince mücadele edip direndiler. Ama 1905 gibi erken bir tarihte ve hatta daha öncesinde bile ışık hususunda göze batan paradokslar olduğu yerde duruyordu ve yeni kuantum mekaniğinin gelişine kadar bu paradoksları çözmek için kimsenin ne cesareti ne de herhangi bir fikri vardı. Yeni fikirler, kabul edilmesi çok güç şeylerdir, çünkü Heisenberg kesinsizlik ilkesine rağmen, bu fikirleri içgüdüsel olarak hâlâ eski moda parçacıkla betimlemeye çabalıyoruz. Elektronu, hareketli ama bir konumu olmayabilen ve bir konumu olan ama hareket ya da eylemsizlik olmayabilen bir şey olarak gözümüzün önüne getirmekten hâlâ çekiniyoruz.





Burada yadsımanın yadsınmasının işlediğini görüyoruz. İlk bakışta, bir kısır döngüdeymişiz gibi görünüyor. Newton’un ışığın parçacık teorisi, Maxwell’in dalga teorisi tarafından yadsındı. Bu da, sırası gelince, Planck ve Einstein tarafından geliştirilen yeni parçacık teorisi tarafından yadsındı. Ama yine de bu, eski Newtoncu teoriye geri dönüş anlamına değil, bilimde gerçek bir devrimi içeren ileriye doğru nitel bir sıçrama anlamına geliyordu. Bilimin tümü dikkatlice elden geçirilmeliydi, Newton’un kütleçekim yasası da dahil.



Kuantum Mekaniği

Kuantum fiziğinin gelişimi, bilimde dev bir ileri adımı, “klasik” fiziğin aptallaştırıcı mekanik determinizmden (Engels’in adlandırdığı şekliyle “metafizik” yöntemden) kesin bir kopuşu temsil etti. Bunun yerine çok daha esnek ve dinamik –yani tek kelimeyle diyalektik– bir doğa görüşüne sahibiz.



Einstein, şimdiye dek bir dalga olarak tasavvur edilen ışığın bir parçacık gibi davrandığını gösterdi. Diğer bir deyişle ışık yalnızca maddenin bir başka biçimidir.



Diğer bir deyişle ışık yalnızca maddenin bir başka biçimidir. 1919 yılında, ışığın kütleçekim kuvvetinin etkisiyle büküldüğünün gösterilmesiyle bu kanıtlandı. Daha sonraları Louis de Broglie, parçacıklardan oluştuğu düşünülen maddenin, dalgaların tabiatını andırdığına dikkat çekti. Madde ve enerji arasındaki ayrılık böylece ilk kez ve ebediyen yerle bir edildi. Madde ve enerji ... aynı şeydir. Bilim açısından muazzam bir ilerlemeydi bu. Ve diyalektik materyalizm açısından da madde ve enerji aynı şeydir. Engels, enerjiyi (“hareket”), “maddenin varoluş tarzı, kendi doğasına içkin niteliği” olarak tanımlamıştı.[2]



Parçacık fiziğinde yıllarca hüküm süren tartışma, foton ve elektron gibi atomaltı parçacıkların parçacık mı yoksa dalga mı olduğu sorunu nihayet, atomaltı parçacıkların hem bir parçacık hem de bir dalga gibi davranabileceğini ve davrandığını ortaya koyan kuantum fiziği tarafından çözüme kavuşturuldu. Işık, tıpkı bir dalga gibi, girişim yapar, ama bir ışık fotonu aynı zamanda tıpkı bir parçacık gibi atomdan elektron da söker. Biçimsel mantığın yasalarına aykırıdır bu. “Sağduyu” bir elektronun aynı anda iki yerde birden olabileceğini nasıl kabul edebilir? Ve üstelik de aynı anda inanılmaz hızlarla ve farklı doğrultularda hareket ettiğini? Işığın hem bir dalga hem de bir parçacık olarak davranması katlanılmaz bir çelişki olarak görüldü. Atomaltı dünyanın çelişik olgularını biçimsel mantıkla açıklama teşebbüsleri akılcı düşünüşün hepten terk edilmesine yol açar.



O halde, Tanrının olağanüstü güçlerine daha ne kadar şaşıracağız? Yeri ve göğü bir ilk özden öylesine ince bir güzellikle yaratmıştır ki, bununla, beyinleri ve akılları, kendisinin gizemlerine nüfuz etmeleri için ilâhi bir vahiy yeteneğinin ateşiyle donabilmiştir. Salt Bohr ya da Einstein’ın aklı, bizi onun gücü hakkında şoke ediyorsa, onları yaratan Tanrının ihtişamını övmeye nereden başlayabiliriz.[3]

Ne yazık ki istisnai bir örnek değil bu. Bilim hakkında bizzat bilimciler tarafından yazılmış olanları da dahil, modern literatürün büyük bir kısmı böylesi mistik, dini ya da yarı-dini inançlarla tıka basa doludur. Birçok bilimcinin bilinçli ya da bilinçsiz olarak benimsediği idealist felsefenin doğrudan bir sonucudur bu.

Kuantum mekaniğinin yasaları “sağduyu”ya (yani biçimsel mantığa) meydan okur ama diyalektik materyalizmle tam bir uyum içerisindedir.



yegâne “nihai gerçeklik”, sonsuz, ebedi ve her an değişen nesnel evrendir. Sabit ve değişmez bir konumdan –bir “nokta”– ziyade, bir sürece, asla sonlanmayan bir akışa sahibiz.



Maddenin Yok Oluşu mu?

Göreliliğin keşfedilmesinden uzun zaman önce, bilim iki temel ilke keşfetmişti; enerjinin korunumu ve kütle korunumu. Bunların ilki 17. yüzyılda Leibniz tarafından ayrıntılı olarak incelenmiş ve ardından 19. yüzyılda bir mekanik ilkesinin doğal sonucu olarak geliştirilmişti. Çok daha önceleri, ilk insanlar, sürtme yardımıyla ateş yaktıklarında ve böylelikle de verili bir enerji miktarını (iş) ısıya dönüştürdüklerinde, işin ve ısının eşdeğerliliği ilkesini pratik olarak keşfetmişlerdi. Bu yüzyılın başlarında, kütlenin enerji biçimlerinden sadece biri olduğu keşfedilmişti. Bir madde parçacığı oldukça yüksek düzeyde yoğunlaşmış ve lokalize olmuş enerjiden başka bir şey değildir. Bir parçacıkta yoğunlaşan enerji miktarı onun kütlesiyle orantılıdır ve toplam enerji miktarı her zaman sabit kalır. Bir çeşit enerjinin kaybı, bir başka çeşit enerjinin kazanılmasıyla telâfi edilir. Enerji sürekli olarak biçimini değiştirirken yine de her zaman aynı kalır.

Kütle, yalnızca bir enerji biçimi olduğundan, madde ve enerji ne yaratılabilir ne de yok edilebilir.



Fizikçiler, ne bir pozitif yükün ne de bir negatif yükün hiçlikten oluşturulamayacağını bilirler. Bu olgu elektriksel yükün korunumu yasasıyla ifade edilir.



Bir elektron ve onun anti-parçacığı olan pozitron birbirlerini yok ettiklerinde, kütleleri “yok olur”, yani kütleleri, zıt yönlerde hareket eden iki ışık-parçacığına (fotona) dönüşür. Ne var ki, bu fotonlar da kendisinden çıktıkları parçacıklar kadar bir enerji toplamına sahiptirler. Bu olgunun imha olma anlamındaki yok oluşla hiçbir ortak tarafı yoktur. Diyalektik olarak, elektron ve pozitron yadsınmış ve aynı zamanda korunmuştur. Madde ve enerji (ki aynı şeyi söylemenin yalnızca iki biçimidirler) ne yaratılabilir ne de yok edilebilir, yalnızca dönüştürülebilirler.





Diyalektik materyalizm açısından madde, bize duyu-algı içinde sunulan nesnel gerçekliktir. Yalnızca “katı” nesneleri değil, ışığı da içerir. Fotonlar da elektronlar ya da pozitronlar kadar maddedirler. Kütle sürekli olarak enerjiye (ışık fotonları da dahil) dönüşmektedir ve enerji de kütleye. Bir pozitron ve elektronun “imha oluşları” bir foton çifti üretir, ama aynı zamanda zıt süreci de görürüz: İki foton karşılaştığında, fotonların yeterli enerjiye sahip olması koşuluyla, bir elektron ve pozitron oluşturulabilir. Bu olgu bazen “hiçlikten” madde yaratımı olarak sunulur. Durum hiç de bu değildir. Burada gördüğümüz, bir şeyin yok oluşu ya da yaratılışı değil, maddenin enerjiye –ve tersi– sürekli dönüşümüdür. Bir foton atoma çarptığında, bir foton olarak varlığı sona erer. Ortadan kaybolur, ama atomda bir değişikliğe neden olur; atomun elektronlarından biri, bir orbitalden daha yüksek enerjili bir orbitale sıçrayıverir. Yine burada zıt süreç de gerçekleşir. Bir elektron yüksek enerjili bir orbitalden daha düşük enerjili bir orbitale düştüğünde bir foton çıkar.

Atomaltı düzeydeki dünyayı betimleyen sürekli değişim süreci, diyalektiğin yalnızca aklın öznel bir yaratısı olmayıp, gerçekte doğada gerçekleşen nesnel süreçlere dayandığının çarpıcı bir doğrulanışıdır. Bu süreç kesintisiz bir biçimde tüm ebediliğiyle süregelmiştir. Maddenin yok edilemez oluşunun –yani kimilerinin kanıtlanmak istedikleri şeyin tam tersinin– somut bir ispatıdır.



Deneylerin maddenin bir sınırı olmadığını göstermesine rağmen, bilimciler halen “maddenin tuğlaları”nı boş yere araştırmakta ısrar ediyorlar





Kuarkın, her maddeyi oluşturduğu söylenen on iki atomaltı “yapı taşı”nın sonuncusu olduğu varsayılıyor. “Heyecan verici olan şey şu ki, bu, bildiğimiz şekliyle ve kozmoloji ve parçacık fiziğinin Standart Modelinde öngörüldüğü gibi, maddenin son parçasıdır, Dr. David Schramm «yap bozun son parçasıdır bu» açıklamasınıyapıyor.”[4] Yani kuark “nihai parçacık”tır. Temel ve yapısız olduğu iddia edilir. Ama benzer iddialar geçmişte de önce atom için, sonra proton için, vs. dile getirilmişti. Ve aynı şekilde, gelecekte çok daha “temel” madde biçimlerinin keşfedileceğini büyük bir özgüvenle öngörebiliriz.



Kuarkların özellikleri hâlâ incelenmeyi bekliyor, ve maddenin sonsuz özelliklerinin daha da derin bir sondajına giden yolu işaret eden, bu analizin başarılamayacağını varsaymak için hiçbir neden yoktur. Bilimin her daim ilerleme yolu bu olmuştur. Bilgiye bir kuşak tarafından dikilen sözümona aşılması imkânsız engeller, bir sonraki kuşak tarafından yerle bir edilir ve asırlar boyu bu böyle devam eder.

Kesinsizlik İlkesi*



Kuantum parçacıklar ancak bu parçacıkların “fiili” ve “zımni” durumları arasındaki bir iç ilişkiler kümesi olarak tanımlanabilirler. Bu anlamda tamamen diyalektiktirler





Eski kesinliklerin yerine artık kesinsizlik hüküm sürecekti. Atomaltı parçacıkların hayal bile edilemez büyüklükteki hızlarla yaptıkları görünüşte rastlantısal hareketler, eski mekaniğin kavramlarıyla açıklanamıyordu.



Temel sorun şu ki, bu tartışmada zorunluluk ve tesadüf mutlak karşıtlıklar, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan zıtlıklar olarak ele alınmaktadır. Böylece, her ikisi de doğanın karmaşık ve çelişik işleyişini açıklamakta yetersiz kalan iki zıt görüşe varırız.

Heisenberg, kuantum mekaniğinde bazı önemli ilerlemeler kaydetmişti. Ne var ki onun tüm yaklaşımına sinen şey, felsefi idealizmin kendine has damgasını bu yeni bilimin üzerine vurma azmiydi. Buradan kuantum mekaniğinin “Kopenhag yorumu” denilen şey doğdu. Bu yaklaşım gerçekten de bilimsel bir düşünce ekolü kılığına ustalıkla bürünmüş bir tür öznel idealizmdi. “Werner Heisenberg” diye yazar Isaac Asimov, “parçacıkları ve bizzat fiziği neredeyse bir bilinemezler âlemine fırlatıp atan temel bir sorunu ortaya koymaya girişti.”[1]



1927’de, Werner Heisenberg meşhur “kesinsizlik ilkesini” geliştirdi. Bu ilkeye göre, bir parçacığın konum ve hızını aynı anda istenilen bir kesinlikte belirlemek imkânsızdır. Parçacığın konumu ne kadar kesin ise, momentumu o kadar kesin değildir, ve tersi. (Bu durum diğer özgün özellik çiftleri için de geçerlidir). Farklı yönlerde saniyede 5000 mil hızla hareket eden bir parçacığın hız ve konumunu kesin olarak saptamaktaki zorluk apaçık ortadadır. Ne var ki, buradan, neden ve sonucun (nedenselliğin) genel olarak varolmadığı sonucunu çıkarmak bütünüyle yanlış bir önermedir.

Heisenberg, bir elektronun konumuna nasıl karar verebiliriz sorusunu sorar. Ona bakarak. Ama eğer güçlü bir mikroskop kullanıyorsak, bu, ona bir ışık parçacığını, yani bir fotonu çarptırdığımız anlamına gelir. Işık bir parçacık olarak davrandığına göre, kaçınılmaz olarak gözlenen parçacığın momentumunu altüst edecektir. Bu nedenle, onu tam da gözlemleme eylemiyle değiştiririz. Uyarım öngörülemez ve kontrol edilemez olacaktır, çünkü (en azından mevcut kuantum teorisinde) ışık kuantasının saçılarak merceğe gelme açısını tam olarak önceden kestirme ve kontrol edebilme imkânı yoktur.



Peki bu sorundan yeni elektron mikroskopları geliştirerek kurtulabilir miyiz? Heisenberg’in teorisine göre hayır. Tüm enerji kuantalarla taşındığına ve tüm maddeler hem bir dalga hem de bir parçacık olarak davranma özelliğine sahip olduğuna göre, kullandığımız her tip aygıt bu kesinsizlik (ya da belirsizlik) ilkesinin hükmü altında olacaktır. Aslında, kesinsizlik ilkesi kavramı yanlıştır, çünkü burada ileri sürülen şey yalnızca, ölçme sorunlarından ötürü kesin hükümlere varamayacağımız değildir. Teori, maddenin tüm biçimlerinin tam da kendi doğasından ötürü belirsiz olduğunu ima etmektedir. David Bohm Modern Fizikte Nedensellik ve Tesadüf adlı kitabında şunları söylüyor:

Böylelikle kuantum teorisinin alışılmış yorumlarında nedensellikten vazgeçilmesi, yalnızca atomik düzeydeki nedensellik yasalarının kapsamına girebilecek değişkenlerin tam değerlerini ölçmekteki aczimizin bir sonucu olarak değil, daha ziyade böyle yasaların varolmadığı gerçeğinin bir yansıması olarak düşünülmelidir.

Heisenberg, belirsizliği, gelişiminin özel bir aşamasında kuantum teorisinin özgün bir görünümü olarak görmektense, doğanın temel ve evrensel bir yasası olarak postüla etti ve doğanın diğer tüm yasalarının bununla uyum içerisinde olması gerektiğini kabul etti. Bu yaklaşım, bilimin geçmişte düzensiz dalgalanmalar ve tesadüfi hareketlerle ilişkili sorunlarla karşı karşıya kaldığı andaki yaklaşımından tamamen farklıdır. Hiç kimse, bir gazın içindeki tekil bir molekülün kesin hareketini belirlemenin ya da özel bir araba kazasının tüm ayrıntılarını önceden kestirmenin mümkün olduğunu düşünmez. Ama böylesi olgulardan genel olarak nedenselliğin varolmadığı sonucunu çıkarmaya kalkışan bir girişim daha önce asla söz konusu olmamıştı.

Ama yine de, belirsizlik ilkesinden tam da bu sonucu çıkartmaya davet ediliyoruz.

Bilimciler ve idealist filozoflar genel olarak nedenselliğin varolmadığını iddia etmeye devam ettiler. Bir başka deyişle, neden ve sonuç yoktur. Böylelikle doğa bütünüyle nedensiz, tesadüfi bir şey olarak görünür. Tüm evren öngörülemez bir şeydir. Hiçbir şeyden “emin olamayız”.



Bu tutum yalnızca bilimin değil aynı zamanda genel olarak akılcı düşüncenin de tamamen yadsınmasıdır. Eğer neden ve sonuç yoksa, yalnızca herhangi bir şeyi önceden kestirmek değil, herhangi bir şeyi açıklamak da mümkün değildir. Kendimizi yalnızca olan şeyi tanımlamakla sınırlayabiliriz. Ama gerçekte, bu kadarını bile yapamayız, çünkü herhangi bir şeyin kendimiz ve duyularımız dışında varolduğundan bile emin olamayız. Bu ise bizi tam da öznel idealizm felsefesine geri götürür. Bu bize antik Yunanlı sofist filozofların tartışmasını hatırlatıyor: “Dünya hakkında hiçbir şey bilemem. Bir şey bilebilsem bile anlayamam. Anlasam da anlatamam.”

“Belirsizlik ilkesinin” gerçekte ifade ettiği şey, klasik mekaniğin sade denklemlerine ve ölçümlerine uymayan atomaltı parçacıkların hareketinin anlaşılması son derece zor karakteridir. Heisenberg’in fiziğe katkısından şüphe duyulamaz. Sorun, onun kuantum mekaniğinden çıkardığı felsefi sonuçlardır. Bir elektronun konum ve momentumunu kesin olarak ölçemeyeceğimiz gerçeği en küçük bir şekilde bile, burada nesnelliğin olmadığı anlamına gelmez. Öznel düşünme tarzı kuantum mekaniğinin sözde Kopenhag ekolüne nüfuz etmiştir. Niels Bohr şunu ifade edecek kadar ileri gitmişti; “fiziğin görevi doğanın nasıl bir şey olduğunu anlamaktır diye düşünmek yanlıştır. Fizik doğa hakkında söyleyebileceklerimizle ilgilenir.”

Fizikçi John Wheeler “hiç bir olgu, gözlenmiş bir olgu olana dek gerçek bir olgu değildir” fikrini sürdürür. Ve Max Born aynı öznelci felsefeyi tam bir açıklıkla telaffuz eder:

Einstein, Bohr ve benim ait olduğum kuşak, bizden bağımsız değişmez yasalara göre serpilip gelişen nesnel bir fiziksel dünyanın varolduğunu düşünüyordu; bu süreci tiyatroda bir oyunu izleyen seyirciler gibi seyrediyorduk. Einstein hâlâ bilimsel gözlemci ile onun konusu arasındaki ilişkinin bu olması gerektiğine inanıyor.[3]

Burada karşımızda duran şey bilimsel bir değerlendirme değil, belli bir dünya görüşünü –kuantum teorisinin Kopenhag yorumuna tümüyle nüfuz etmiş olan öznel idealizmi– yansıtan felsefi bir kanıdır. Birçok seçkin bilimci, bilimin tüm bakış tarzına ve yöntemine ters düşen bu öznelciliğe karşı durdular. Bunlar arasında Einstein, Max Planck, Louis de Broglie ve Erwin Schrödinger de vardı ve hepsi de yeni fiziğin gelişiminde en azından Heisenberg kadar önemli bir rol oynamışlardı.

Diyalektik materyalizm, duyu algılarıyla edindiğimiz maddi evrenin nesnelliğinden yola çıkar. “Dünyayı duyularımla algılarım.” Bu apaçıktır. Ama dünya benim duyularımdan bağımsız olarak vardır. Bu da apaçıktır, diye düşünülebilir, ama modern burjuva felsefesi için hiç de öyle değildir! 20. yüzyıl felsefesinin temel unsurlarından biri, maddi dünyanın nesnelliğini kesinlikle reddeden mantıksal pozitivizmdir. Daha doğrusu, tam da dünyanın varolup olmadığı sorusunu konu dışı ve “metafizik” olarak görür. Öznel idealizmin kalkış noktası 20. yüzyıl biliminin keşifleri tarafından tamamıyla baltalanmıştır.



Gözlemleme eylemi, gözlerimizin bir dış kaynaktan ışık dalgaları (fotonlar) biçiminde enerji aldığı anlamına gelir. Bu 1908-9’da Lenin tarafından net bir şekilde açıklanmıştı:

Eğer renk yalnızca retinaya bağlı bir duyumsa (doğa bilimlerinin sizi kabul etmeye zorladığı gibi), o takdirde retina üzerine düşen ışık ışınları renk duyumunu üretir. Bu demektir ki, bizim dışımızda, bizden ve bizim zihnimizden bağımsız olarak, bir madde hareketi vardır, diyelim ki belirli bir uzunluk ve belirli bir hızda retinaya etki eden eter dalgaları renk duyumunu üretir. Doğa bilimlerinin sorunu ele alışı tastamam budur. Farklı renk duyumlarını, insan retinasının dışında, insanın dışında ve ondan bağımsız olarak varolan ışık dalgalarının farklı boylarıyla açıklar. Bu materyalizmdir: Duyu organlarımız üzerinde etkide bulunan madde, duyumları üretir. Duyumlar, beyine, sinirlere, retinaya vb.ne yani belli bir biçimde örgütlenmiş maddeye bağlıdır. Madde birincildir. Duyum, düşünce, bilinç, belli bir biçimde örgütlenmiş maddenin en üst ürünleridirler. Bunlar genel olarak materyalizmin ve özel olarak da Marx ve Engels’in görüşleridirler.[5]

Heisenberg’in yönteminin öznel idealist doğası oldukça açıktır:

Atom fiziğindeki araştırmalarımızın bugünkü durumu genelde şudur: Belli bir olguyu iyice anlamak istiyoruz, bu olgunun doğanın genel yasalarından nasıl çıktığını kavramak istiyoruz. Bu nedenle, maddenin ya da radyasyonun olguya iştirak eden kısmı teorik inceleme açısından doğal “nesne”dir ve olguyu incelemek için kullanılan araçlardan bu bakımdan ayrı tutulmalıdır. Ölçüm araçları gözlemci tarafından kurulduğuna göre, bu durum atomik olayların tanımlanışında yine öznel unsura vurgu yapar, ve şunu da hatırlamalıyız ki, gözlemlediğimiz şey kendinde doğa değil, bizim sorgulama yöntemimize maruz kalan doğadır. Fizik alanındaki bilimsel çalışmalarımız, konuştuğumuz dilde doğa hakkında sorular sormaktan ve elimizin altındaki araçlar sayesinde deneylerden bir yanıt elde etmeye çalışmaktan ibarettir.[6]

Ne yazık ki, mistisizm ithamını öfkeyle reddedecek birçok bilimci, salt doğaya tutarlı bir materyalist felsefi yaklaşım zorunluluğunu kabul etmeye isteksiz oluşlarından ötürü, Heisenberg’in felsefi görüşlerini eleştirel olmayan bir tarzda özümsemiştirler.

İşin özü şu ki, biçimsel mantığın yasaları belli sınırların ötesinde çöker. Bu durum en kesin bir biçimde atomaltı dünyanın olguları için geçerlidir, burada, özdeşlik, çelişki ve ara durumun dışlanması yasaları uygulanamaz. Heisenberg biçimsel mantığın ve idealizmin bakış açısını savunur ve bu nedenle de kaçınılmaz olarak, atomaltı düzeydeki çelişik olguların insan aklı tarafından hiçbir şekilde anlaşılamayacağı sonucuna ulaşır. Ne var ki, çelişki, atomaltı düzeyde gözlenen olgularda değil, biçimsel mantığın umutsuzca miadını doldurmuş ve yetersiz kalan zihinsel şemalarındadır. “Kuantum mekaniğinin paradoksları” denilen şey tastamam budur. Heisenberg diyalektik çelişkilerin varlığını kabul edemez ve bu nedenle felsefi mistisizme –“bilemeyiz”e ve bunu takip eden her şeye– geri dönmeyi tercih eder.

Kuantum mekaniğinin keşifleri eski mekanik determinizmi nihai olarak yıktı. Kuantum mekaniğinin öngörü tarzı, klasik mekaniğinkilerden oldukça farklıdır. Ama kuantum mekaniği de öngörülerde bulunmaya devam etmekte ve bu öngörülerden kesin sonuçlar çıkarmaktadır.



Nedensellik ve Tesadüf

Felsefe ya da bilim öğrencilerinin karşılaştığı sorunlardan biri, özel bir terminoloji kullanıldığında bunun genellikle gündelik yaşam diliyle uyuşmamasıdır. Felsefe tarihindeki temel sorunlardan biri, özgürlük ve zorunluluk arasındaki ilişkidir. Nedensellik ve tesadüf, zorunluluk ve rastlantı, determinizm ve indeterminizm gibi farklı kılıklarda ortaya çıktığında da kolaylaşmayan karmaşık bir sorundur bu. Örneğin, eğer bir saat boyunca nefes almazsam ölürüm, ya da iki ağaç parçasını birbirine sürtersem ısı üretirim. Sonsuz sayıda gözlem ve pratik deneyim tarafından doğrulanan neden ve sonuç arasındaki bu ilişki, bilimde merkezi bir rol oynar. Tersine, rastlantı, gevşek bir kaldırım taşına basıp sendelememiz ya da mutfakta bir kabı devirmemiz gibi durumlarda görünüşte bir neden olmaksızın gerçekleşen beklenmedik bir olay olarak değerlendirilir. Ne var ki, felsefede rastlantı, şeylerin, yalnızca tesadüfi bir niteliği, yani kendi öz doğasının parçası olmayan bir özelliğidir. Rastlantı, zorunluluktan varolmayan ve gerçekleştiği kadar gerçekleşmeyebilirdi de denilebilecek bir şeydir.



Felsefi anlamda zorunluluk, nedensellikle, neden ve sonuç arasındaki ilişkiyle –verili bir eylem ya da olay zorunlu olarak özel bir sonucu doğurur– sıkı sıkıya bağıntılıdır.





Eğer iki parça kâğıdı havaya atarsam, bunlar yerçekimi yasası gereği normal olarak yere düşecektir. Bu, nedenselliğin, zorunluluğun bir örneğidir. Ama eğer ani bir hava akımı beklenmedik biçimde kağıdın uçmasına neden olursa, buna genellikle bir tesadüf olarak bakılır. Bu nedenle

zorunluluk yasaların hükmü altındadır, bilimsel olarak ifade edilebilir ve öngörülebilir. Zorunluluktan kaynaklı olarak gerçekleşen şeyler başka türlü gerçekleşemeyecek olan şeylerdir. Diğer taraftan rastlantısal olaylar, tesadüfler, gerçekleşebilen ya da gerçekleşemeyen olaylardır; açıkça ifade edilebilecek hiçbir yasanın hükmü altında değildirler ve tam da kendi doğalarından ötürü öngörülemezler.



Tek tek olayları anlamak için tüm nedenleri açıkça belirtmek gerekmez. Gerçekte bu mümkün de değildir.





Laplace tarafından ileri sürülen mutlak determinizm türü, Spinoza tarafından şu nükteli pasajla yanıtlanmıştı:

Meselâ, yoldan geçen birinin kafasına damdan bir taş düşer ve adamcağızı öldürürse, onlar kendi muhakeme yöntemleriyle, o taşın düşmeye ve adamı öldürmeye mecbur olduğunu göstereceklerdir; eğer o taş o adamın üstüne Tanrının arzusuyla bu amaçla düşmemiş olsaydı, bu kadar çok koşul (bunca koşul aynı anda üst üste geldiğine göre) nasıl şans eseri bir araya gelebilirdi? Belki şöyle yanıtlayacaksınız: “Rüzgâr esiyordu ve adam o yoldan geçmek zorundaydı ve böylece de oldu”. Ama şöyle karşı çıkacaklar: “Rüzgâr neden o zaman esiyordu? Ve neden adam tam da o sırada o yoldan geçiyordu?” Eğer yine, “rüzgâr o zaman ortaya çıkmıştı çünkü deniz çalkantılıydı, bir gün önceki hava ise durgundu, ve adam o yoldan bir arkadaşının davetine katılmak için gidiyordu”diye yanıtlarsanız, sorgularının bir sınırı olmadığından bir kez daha sert bir şekilde şu karşılığı alacaksınız: “Deniz neden çalkantılıydı ve adam neden o zaman davet edilmişti?”

Ve böylece sizi nedenden nedene kovalayacaklardır, ta ki siz sevinçle Tanrının iradesine, yani bilgisizlik sığınağına sığınana dek. Böylece gene, hayrete düştükleri insan vücudunu gördüklerinde, böylesi bir maharetin nedenini bilmediklerinden, onun parçalar birbirine zarar vermeyecek şekilde yaratılmasının nedeninin mekanik bir beceri değil ilâhi ya da doğaüstü bir beceri olduğu sonucuna varacaklar. Ve bu nedenle, mucizelerin gerçek sebeplerini arayıp bulmaya ve bir budala gibi onlara ağzı açık bakakalmak yerine bir bilimci gibi doğaya ait olguları anlamaya çabalayan insanlar, yaygın bir şekilde kâfir ve dinsiz olarak addedilir ve bu, doğanın ve Tanrının tercümanı diye ayaktakımının taptığı kişiler tarafından açıkça ilân edilir. Çünkü böyleleri bir kez cahillikten kurtulunduğunda, kendi otoritelerini korumanın ve savunmanın biricik aracı olan şaşkınlığın hepten yitip gideceğini iyi bilirler.[7]





Mekanizm

Doğadan tüm tesadüfleri ayıklama çabası kaçınılmaz olarak mekanik bir bakış açısına yol açar.



Klasik Newton mekaniğinde hareket basit bir şey olarak ele alınır. Eğer hareket eden özel bir cisme belli bir anda hangi farklı kuvvetlerin uygulandığını biliyorsak, bu cismin gelecekte nasıl davranacağını kesin bir biçimde önceden söyleyebiliriz. Bu, en parlak temsilcisi 18. yüzyıl Fransız matematikçisi Pierre Simon de Laplace olan mekanik determinizme varır. Laplace’ın evren teorisi, gerçekte çeşitli dinlerde ve özellikle Kalvinizmde varolan takdiri ilâhi düşüncesinden farksızdır.

Mekanik yöntemden kaynaklanan zorluklar 19. yüzyıl fiziğine 18. yüzyıldan miras kaldı. Bu yaklaşımda, zorunluluk ve tesadüf birbirini dışlayan değişmez karşıtlıklar olarak ele alınıyordu. Bir şey veya bir süreç ya tesadüfi idi ya da zorunlu, ama her ikisi birden olamazdı. Bu yöntem Doğanın Diyalektiği’nde Engels tarafından sıkı bir analize tâbi tutuldu, Engels bu eserinde, Laplace’ın mekanik determinizminin kaçınılmaz olarak kaderciliğe ve mistik bir doğa kavrayışına yol açtığını açıklar:

Ve sonra, zorunluluğun bilimsel uğraşın yegâne konusu ve tesadüfün de bilimle ilgili olmayan bir konu olduğu ilân edilir. Yani: Yasalar altına sokulabilen ve böylelikle bilinen şey ilgi çekicidir; yasalar altına sokulamayan ve bu nedenle de bilinemeyen şey konu dışıdır ve ihmâl edilebilir. Bu suretle kesin olarak tam da bilmediğimiz şeyleri araştırmak zorunda olduğuna göre tüm bilim bir sona ulaşır. Bu şu demektir: Genel yasalar kapsamında ele alınabilecek şeyler zorunluluk olarak, ve ele alınamayacak olanlar da tesadüf olarak addedilir. Herkes görebilir ki, bu, açıklayabildiklerini doğal ilân eden ve açıklayamadıklarını da doğaüstü nedenlere atfeden bilim türüyle aynı şeydir; anlaşılmaz nedenlere tesadüf adını mı yoksa Tanrı adını mı taktığım sorusu, söz konusu olan, şeyin bizzat kendisi olduğu sürece tamamıyla birbirinden farksız iki şeydir. Her ikisi de yalnızca şuna denktir: Bilmiyorum ve dolayısıyla bilime ait değildir. Gerekli bağlantının olmadığı yerde bilim son bulur.



19. Yüzyıl

Newton’un klasik mekaniği kendi çağında bilim alanında devasa bir ileri adımı temsil ediyordu. Newton’un hareket yasaları ilk kez, gözlemlenen olgularla karşılaştırılarak kontrol edilebilecek kesin nicel öngörüleri mümkün kıldı. Ne var ki, tam da bu kesinlik, Laplace ve diğerleri bu öngörüleri bir bütün olarak evrene uygulamaya kalkıştıklarında yepyeni bir soruna yol açtı. Laplace, Newton yasalarının mutlak ve evrensel olarak geçerli olduğuna inanmıştı. Bu iki kez yanlıştır. Her şeyden önce Newton yasaları ancak belli koşullar altında uygulanabilir yaklaşımlar olarak görülmüyordu. İkincisi, Laplace, farklı koşullar altında, fizik biliminde henüz incelenmemiş alanlarda bu yasaların değiştirilmesi ya da genişletilmesi gerekebileceği ihtimalini hiç düşünmedi. Laplace’ın mekanik determinizmi, tüm evrenin herhangi bir andaki konumu ve hızı bir kez bilindiğinde, onun gelecekteki davranışının da her an için belirlenebileceğini varsaydı. Bu teoriye göre, şeylerin tüm zengin çeşitliliği birkaç değişkene dayanan mutlak bir nicel yasalar kümesine indirgenebilirdi.

Öngörülerin mümkün olmadığı anlamına mı gelir bu? Hiç de değil. Bir tabancayı belli bir noktaya hedeflediğimizde, o kurşun Newton hareket yasaları tarafından önceden söylenen noktaya düşmeyecektir. Ne var ki, ateşlenen çok fazla sayıda mermi, önceden söylenen nokta etrafındaki küçük bir bölgede bir dağılım oluşturacaktır. Bu nedenle, belli bir hata payı içersinde, ki bu her zaman olacaktır, çok kesin öngörüler mümkündür.

Belli bir sonucun kusursuz ölçüde tam bir öngörüsünde bulunmak için gerekli sonsuz sayıdaki faktörü hesaba katmayan belli bir yaklaşıklık derecesi zorunludur. Bu yaklaşım, tıpkı Newton mekaniğinde olduğu gibi, gerçeklikten zorunlu bir soyutlamayı içerir. Ne var ki bilim, doğal süreçler hakkında daha derinden bir kavrayış edinmemizi sağlayan çok daha derin ve çok daha kesin yasaları keşfetmek ve böylece daha kesin öngörülerde bulunmak üzere, adım adım, sürekli biçimde ilerlemektedir. Newton ve Laplace’ın eski mekanik determinizminin yıkılması, nedenselliğin yıkılması anlamına değil, nedenselliğin gerçekteki işleyiş biçiminin daha derin bir kavranışı anlamına gelir.



19. yüzyıl istatistiğin gelişimine tanıklık etti; bu gelişim ilkin sosyal bilimlerde, sonra da fizikte, örneğin hem rastlantısallığın hem de belirlenmişliğin moleküllerin hareketinde gözlenebildiği gazlar teorisinde gerçekleşti. Bir taraftan, tekil moleküller bütünüyle rastlantısal bir biçimde hareket ediyorlarmış gibi görünür. Diğer taraftan, bir gazı oluşturan çok fazla sayıdaki molekül belli dinamik yasalarına uyan bir tarzda davranıyormuş gibi görünür. Bu çelişki nasıl açıklanmalı? Eğer gazın bileşenleri olan moleküllerin hareketi rastlantısal ve bu nedenle de öngörülemez ise, kuşkusuz bir bütün olarak gazın davranışının da benzer şekilde öngörülemez olması gerekmez mi? Ama durum hiç de öyle değildir.

Sorunun yanıtı, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası tarafından verilir. Çok sayıda molekülün görünüşte rastlantısal hareketinden, bilimsel yasa olarak ifade edilebilecek olan bir düzenlilik ve bir desen çıkar. Kaostan düzen doğar. Özgürlük ve zorunluluk arasındaki, kaos ve düzen arasındaki, rastlantısallık ve belirlenmişlik arasındaki bu diyalektik ilişki, rastlantısal olgulara (istatistiğe) hükmeden yasaları klasik mekaniğin belli denklemlerinden bütünüyle ayrı ve başka bir şey olarak ele almış olan 19. yüzyıl biliminin pek az bildiği bir konuydu.



Klasik mekanik, önemli teknolojik ilerlemeleri mümkün kılarak uzun bir süre gayet iyi işledi. Hatta günümüze dek çok geniş bir uygulama alanına sahip olageldi. Ne var ki, en sonunda bazı alanlardaki sorunların bu yöntemlerle gerektiği gibi ele alınamayacağı anlaşıldı. Bu yöntemler kendi sınırlarına ulaşmışlardı. Klasik mekaniğin titizlikle düzenlenmiş mantıksal dünyası doğanın bir kısmını betimler. Ama ancak bir kısmını. Doğada düzeni görürüz, ama aynı zamanda düzensizliği de. Düzenlenme ve istikrarın yanı başında tam ters doğrultuda işleyen bir o kadar güçlü kuvvetler vardır. Zorunluluk ve tesadüf arasındaki ilişkiyi belirlemek için, küçük ve görünüşte pek bir önemi olmayan nicel değişikliklerin birikiminin hangi noktada ani nitel sıçramalara dönüşmüş olduğunu göstermek için burada da diyalektiğe başvurmak zorundayız.

Bohm, kuantum mekaniğinin radikal bir yeniden ele alınışını ve bütün ile parça arasındaki ilişkiye yeni bir bakış tarzını önerdi.

“Bu çalışmalarda ... şu açığa çıkmıştır ki, tek cisimli sistemler bile esas itibariyle mekanik olmayan bir çehreye sahiptir, şu anlamda ki, sistem ve çevresi bölünmez bir bütün olarak anlaşılmak zorundadır, birbirinden ayrı ve dışsal olarak düşünülen sistem artı çevrenin alışılmış klasik analizi artık uygulanabilir değildir.” Parçaların ilişkisi “nihayetinde, tek başına parçaların özellikleri aracılığıyla ifade edilemeyecek biçimde bütünün durumuna bağlıdır. Gerçekte, parçalar bütünden kaynaklanan bir tarzda örgütlenmiştir.”[12]

Niceliğin niteliğe dönüşümü diyalektik yasası, maddenin farklı düzeylerde farklı davrandığını ifade eder. Böylelikle, moleküler bir düzeyimiz vardır, bu düzeyin yasaları kısmen fizikte ama esas olarak kimyada incelenir; canlı maddeler düzeyimiz vardır, esas olarak biyolojide incelenir; atomaltı düzeyimiz vardır, kuantum mekaniğinde incelenir; ve elementer parçacıklarınkinden çok daha derin diğer bir düzey vardır ki, bugün parçacık fiziği tarafından araştırılmaktadır. Bu düzeylerin her biri birçok alt bölüme sahiptir.

Maddenin her farklı düzeydeki davranışına hükmeden yasaların aynı olmadığı görülmüştür. Daha 19. yüzyılda gazların kinetik teorisi tarafından bu zaten ortaya konmuştu. Eğer içinde düzensiz yörüngelerde hareket eden birbirleriyle sürekli olarak çarpışan milyarlarca molekül barındıran bir gaz kabını düşünecek olursak, her tekil molekülün kesin hareketini belirlemenin imkânsız olduğu apaçık ortadadır. İlkin, saf matematik zemininin dışına çıkılmıştır. Ne var ki, mevcut matematiksel sorunları çözmek mümkün olsaydı bile, kesin öngörülerde bulunabilmemiz için gerekli olan her bir molekülün başlangıçtaki konumunu ve hızını ölçmek pratikte imkânsız olurdu. Herhangi bir molekülün başlangıç açısındaki küçücük bir değişiklik bile onun doğrultusunu değiştirir, bir sonraki her çarpışma daha da büyük değişikliklere yol açar ve bu da tek bir molekülün hareketine ilişkin her öngörünün muazzam hatalar içermesine yol açar.

Eğer gazların davranışına makro (“normal”) düzeyde bu aynı mantık yürütmeyle bakmaya çalışırsak, onların davranışlarını önceden kestirmenin de imkânsız olduğu kabul edilebilir. Ancak durum bu değildir, büyük-ölçekli düzeyde gazların davranışı tam olarak öngörülebilir. Bohm’un işaret ettiği gibi:

Göreli özerk bir nitelikler dizisine sahip ve fiilen bir makroskobik tesadüfi yasalar dizisini oluşturan göreli özerk bir ilişkiler dizisine uyan bir makroskobik düzeyden bahsetmenin haklılığı açıktır. Örneğin, bir su kütlesi düşünecek olursak, doğrudan büyük-ölçekli deneyim sayesinde biliriz ki, bu kütle kendine has biçimde bir sıvı olarak davranacaktır. Bununla kastettiğimiz, sıvıyla ilişkilendirdiğimiz tüm makroskobik nitelikleri göstereceğidir. Meselâ, akar, şeyleri “ıslatır”, belli bir hacmi koruma eğilimindedir vb. Onun hareketinde, basınç, sıcaklık, yerel yoğunluk, yerel akış hızı vb. gibi salt büyük-ölçekli özellikleri aracılığıyla ifade edilen bir temel hidrodinamik denklemler kümesinin doğruluğu geçerlidir. Bu nedenle, eğer biri bir su kütlesinin özelliklerini kavramak istiyorsa, onu bir moleküller toplamı olarak değil, makroskobik düzeyde varolan ve bu düzeye denk düşen yasalara uyan bir varlık olarak ele alır.

Bu, moleküler yapının, suyun davranışıyla bir ilgisi olmadığı demek değildir. Tam tersine. Moleküller arasındaki ilişki, meselâ, onun bir sıvı mı yoksa bir katı ya da gaz olarak mı kendisini dışa vuracağını belirler. Ama Bohm’un işaret ettiği gibi, maddenin farklı düzeylerde farklı şekilde davrandığı anlamına gelen göreli bir özerklik söz konusudur; “yalnızca tekil moleküllerin ne yaptığından değil aynı zamanda sistemin dışarıdan maruz kaldığı çeşitli uyarımlardan da az çok bağımsız olarak kendisini koruma eğiliminde olan kendine has makroskobik davranış tarzlarının belli bir kararlılığı” söz konusudur.[13]

Öngörü Mümkün mü?

Bir parayı havaya atığımızda, “yazı ya da tura” gelme şansı 50’ye 50’dir. Bu gerçekten de öngörülemez olan rastlantısal bir olgudur. (Yeri gelmişken, kendi etrafında dönerken, para ne “yazı”dır ne de “tura”; diyalektik –ve yeni fizik– onun hem yazı hem de tura olduğunu söyleyecektir.) Yalnızca iki olası sonuç olduğundan, şans ağır basar. Ama çok sayıda para atımı söz konusu olduğunda işler kökünden değişir. Bir “şans” oyununa dayandıkları varsayılan kumarhane sahipleri bilirler ki, uzun vadede, sıfır ya da çift sıfır da diğer herhangi bir sayı kadar sıklıkla gelecektir, ve bu nedenle bol ve öngörülebilir bir kâr elde edebilirler.



Olasılıklara hükmeden kesin ve harikulâde yasalar keşfetmiş olan kuantum mekaniği, bunu, bilimin temel belirsizlik handikabının üstesinden gelmesini sağlayan çokluklarla başardı. Bilimin cesur öngörülerde bulunması bu araçlar sayesindedir. Bilim, tekil elektronların ya da fotonların yahut diğer temel varlıkların kesin davranışını önceden söylemekteki aczini bugün tevazuuyla itiraf etse de, büyük bir güvenle size, bunların büyük sayılara ulaşan miktarlarının nasıl davranması gerektiğini söyleyebilir.[14]





Görünüşteki tesadüfilikten bir desen ortaya çıkar. Tüm bilim tarihinin temelini oluşturan şey, böylesi desenlerin, yani temelde yatan yasaların araştırılmasıdır. Şüphesiz, her şeyin yalnızca bir rastlantı olduğunu, nedensellik diye bir şeyin olmadığını kabul edecek olsaydık, o takdirde tüm bu çalışmalar bütünüyle zaman israfından başka bir şey olmazdı. Bereket versin, tüm bilim tarihi, böylesi endişelerin en küçük bir temelinin bile olmadığını göstermektedir. Bilimsel gözlemlerin büyük bir çoğunluğunda, belirsizlik derecesi o kadar küçüktür ki, pratik amaçlar bakımından ihmâl edilebilirler. Gündelik nesneler düzeyinde, kesinsizlik ilkesinin tümüyle kullanışsız olduğu görülmektedir. Bu nedenle, ondan genel felsefi sonuçlar çıkarma ve onu bilgiye ve genel olarak bilime uygulama girişimlerinin tümü yalnızca namussuz bir dalaveredir. Atomaltı düzeyde bile, bu ilke, belli öngörülerde bulunamayacağımız anlamına hiçbir biçimde gelmez. Tersine, kuantum mekaniği çok kesin öngörülerde bulunmaktadır. Tekil parçacıkların koordinatları hakkında yüksek bir kesinlik düzeyine ulaşmak mümkün değildir, bu nedenle de bunun rastlantısal olduğu söylenebilir. Ama yine de, günün sonunda, rastlantısallıktan düzen ve tekbiçimlilik çıkmaktadır.

Tesadüf, şans, ihtimaller vb., ele alınan nesnelerin yalnızca bilinen özellikleri aracılığıyla tanımlanamayan olgulardır. Ne var ki bu, onların anlaşılamayacağı anlamına gelmez. Tipik bir tesadüf örneğini ele alalım, meselâ bir araba kazasını. Tekil bir kaza sonsuz bir tesadüfi olaylar dizisiyle belirlenir: Eğer sürücü evden bir dakika önce ayrılsaydı, eğer bir anlığına kafasını çevirmemiş olsaydı, eğer saatte on kilometre daha yavaş bir hızla gitseydi, eğer yaşlı bayan yola çıkmasaydı vs. vs. Bu tip şeyleri defalarca duymuşuzdur. Burada söz konusu olan nedenlerin sayısı tam anlamıyla sonsuzdur. Tam da bu nedenle, olay bütünüyle öngörülemez bir olaydır. Bir kazadır, tesadüftür ve zorunlu değildir, çünkü olabilirdi de olmayabilirdi de. Böyle olaylar, Laplace’ın teorisinin tersine, o kadar çok bağımsız faktör tarafından belirlenir ki, hiçbir şekilde belirlenemezler.

Ne var ki, böylesi birçok kazayı incelediğimizde, tablo tamamen değişir. İstatistiksel yasalar adı verilen yasalarca kesinlikle hesaplanabilen ve kestirilebilen mutat eğilimler söz konusudur. Tek bir kazayı önceden kestiremeyiz ama belli bir zaman zarfında bir şehirde gerçekleşecek kazaların sayısını büyük bir kesinlikle önceden kestirebiliriz. Hepsi bu değil, dahası kazaların sayısına kesin bir etkide bulunan çeşitli düzenlemeler yapabilir ve yasalar çıkarabiliriz. Böylelikle, tesadüflere hükmeden ve bizzat nedensellik yasaları kadar zorunlu olan yasalar söz konusu olur.

Nedensellik ve tesadüf arasındaki gerçek ilişki, zorunluluğun kendisini tesadüf aracılığıyla dışa vurduğunu söyleyen Hegel tarafından incelenmişti. Bunun güzel bir örneği bizzat yaşamın kökenidir. Rus bilimcisi Oparin, dünya tarihinin erken dönemlerinin karmaşık koşullarında, moleküllerin rastlantısal hareketlerinin her türlü tesadüfi kombinasyonlarla nasıl daha karmaşık moleküller oluşturma eğiliminde olduğunu açıklar. Belli bir noktada, muazzam sayıdaki bu tesadüfi kombinasyonlar nitel bir sıçramaya, canlı maddenin ortaya çıkışına yol açar. Bu noktada, süreç artık saf tesadüf konusu değildir. Canlı madde değişen koşulları yansıtarak belli yasalara göre evrimleşmeye başlayacaktır. Bilimde zorunluluk ve tesadüf arasındaki bu ilişki David Bohm tarafından dikkatle incelenmiştir:

Böylece tesadüfün önemli rolünü görüyoruz. Yeterli bir süre verildiğinde, tesadüf, şeylerin her türlü kombinasyonunu olası ve hatta gerçekte kaçınılmaz kılar.







“Nihai bir neden” oluşturmanın imkânsızlığı bazı kimselerin neden düşüncesini hepten terk etmelerine yol açmıştır. Her şey rastlantısal ve tesadüfi olarak ele alınır. 20. yüzyılda bu tutum, en azından teoride, birçok bilimci tarafından, kuantum fiziğinin sonuçlarının yanlış yorumlanışı ve özellikle Heisenberg’in felsefi tutumları temelinde benimsenmiştir. Hegel rastlantı ve zorunluluk arasındaki diyalektik ilişkiyi açıkladığında bu argümanları da önceden yanıtlamış oluyordu.

Hegel, yalıtık bir neden ve sonuç olma anlamında nedensellik diye bir şeyin olmadığını açıklar. Her sonuç bir karşı‑sonuç taşır ve her eylem de bir karşı-eyleme sahiptir. Yalıtık neden ve sonuç düşüncesi klasik Newton fiziğinden alınmış bir soyutlamadır, zamanında son derece büyük bir prestije sahip olsa bile bu soyutlama Hegel tarafından şiddetle eleştirilmişti. Burada da yine, Hegel kendi çağının ötesindeydi. Mekaniğin etki-tepkisi yerine, evrensel etkileşim kavramını, Karşılıklılık kavramını geliştirmişti. Her şey diğer her şeyi etkiler ve sırayla her şey tarafından etkilenir ve belirlenir. Hegel böylelikle Newton ve Laplace’ın mekanik felsefesi tarafından bilimden sert bir şekilde aforoz edilmiş bulunan rastlantı kavramını yeniden içeri aldı.

İlk bakışta, muazzam sayıda rastlantılar içinde kaybolmuşuz gibi görünür. Ama bu şaşkınlık yalnızca görünüştedir. Okyanusun üstündeki dalgalar gibi, varlığın içinde ve dışında sürekli olarak parıldayan rastlantısal olgular, rastlantısal değil zorunlu olan çok daha derin bir süreci açığa vururlar. Belli bir noktada, bu zorunluluk kendisini rastlantı olarak açığa vurur. Zorunluluk ve rastlantının bu diyalektik birliği düşüncesi tuhaf görünebilir, ama bilim ve toplumun en çeşitli alanlarındaki bir dizi gözlemle çarpıcı biçimde kanıtlanmıştır. Evrim teorisindeki doğal seleksiyon mekanizması en iyi bilinen örnektir. Ve daha birçok başkası da vardır. Son birkaç yıldır, kaos ve karmaşıklık teorisi alanında birçok buluş yapılmıştır, bu buluşlar bilhassa “kaostan düzenin çıkmasını” ele alırlar. Yüz elli yıl önce Hegel’in üzerinde titizlikle çalıştığı konu da tastamam budur.

Unutmamalıyız ki, Hegel geçen yüzyılın başlarında, yani bilimin bütünüyle klasik mekanik fiziğinin egemenliği altında olduğu bir zamanda ve Darwin’in tesadüfi mutasyonlar aracılığıyla gerçekleşen doğal seleksiyon düşüncesini geliştirmesinden yarım yüzyıl önce yazmıştır. Zorunluluğun kendisini rastlantılarla dışa vurduğu şeklindeki teorisini destekleyecek hiçbir bilimsel kanıtı yoktu. Ama son zamanlarda bilimdeki yenilikçi düşünüşün ardındaki ana fikir tam da budur.

Bu çok derin yasa, tarihin kavranışında da aynı ölçüde temel teşkil eder. 1871’de Marx’ın Kugelmann’a yazdığı gibi:

Mücadeleye, ancak ihtimallerin şaşmaz biçimde lehte olması koşuluyla girilseydi, dünya tarihini yapmak şüphesiz çok kolay olurdu. Diğer taraftan eğer “rastlantılar” hiçbir rol oynamasaydı, bu tarih oldukça mistik bir nitelik taşırdı. Bu rastlantılar doğal olarak gelişimin genel gidişatının bir parçasını oluştururlar ve diğer rastlantılar tarafından telâfi edilirler. Ama hızlanma ya da gecikmeler, hareketin başındaki insanların karakterlerinin “rastlantısallığı” da dahil olmak üzere, böylesi “rastlantılara” son derece bağlıdırlar.[18]



Marksist görüş tüm evrenin maddi güçlere ve maddi süreçlere dayandığını savunur. İnsan bilinci, son tahlilde, kendisinin dışında varolan gerçek dünyanın yalnızca bir yansımasıdır, insan vücudu ile maddi dünya arasındaki fiziksel etkileşime dayanan bir yansımadır bu. Maddi dünyada süreksizlik diye bir şey, olayların ve süreçlerin fiziksel iç bağlantısında kopukluk diye bir şey yoktur. Bir başka deyişle, metafizik ya da ruhsal güçlerin müdahalesine yer yoktur. Materyalist diyalektik, der Engels, “evrensel iç bağıntının bilimi”dir. Dahası, fiziksel dünyanın iç bağıntılılığı, süreçlerin ve olayların kendi koşulları ve iç bağıntılarının yasallığı tarafından belirlenmesi anlamında, nedensellik ilkesine dayanır:

Hareket halindeki bir maddeyi düşünürken gözümüze çarpan ilk şey, ayrı cisimlerin bireysel hareketlerinin iç bağıntısı, bunların birbirleriyle belirlenmeleridir. Fakat belirli bir hareketi bir başkasının izlediğini bulmakla kalmayız, belirli bir hareketin doğada gerçekleştiği koşulları oluşturarak bu hareketi başlatabileceğimizi, hatta doğada hiç bulunmayan –en azından bu biçimde– hareketleri (sanayi) bile üretebileceğimizi, ve bu hareketlere önceden belirlenmiş bir yön verebileceğimizi ve yaygınlık kazandırabileceğimizi de görürüz. Bu şekilde, insanoğlunun faaliyeti aracılığıyla, nedensellik düşüncesi, yani bir hareketin bir başkasının nedeni olduğu düşüncesi kanıtlanmış olur.[20]



Zorunlulukla tesadüf arasındaki diyalektik ilişki doğal seleksiyon sürecinde gözlenebilir. Bir organizma içindeki rastlantısal mutasyonların sayısı sonsuz büyüklüktedir. Ne var ki, özel bir çevrede bu mutasyonlardan biri organizma açısından kullanışlıdır ve korunur, diğerleri ise yok olup gider. Zorunluluk bir kez daha kendisini tesadüf aracılığıyla dışa vurur. Bir anlamda, dünya üzerinde yaşamın ortaya çıkışı bir “rastlantı” olarak görülebilir. Yaşamın ortaya çıkması için, dünyanın güneşten kesin olarak belli bir uzaklıkta bulunması ve belli bir kütleçekime ve atmosfere sahip olması gerektiği Tanrı tarafından önceden buyrulmuş bir şey değildi. Ama, bu sıralanış koşullarında, belli bir zaman diliminde, muazzam sayıdaki kimyasal reaksiyondan, yaşam kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktı. Bu yalnızca bizim gezegenimiz için değil, aynı zamanda benzer koşulların varolduğu –bizim güneş sistemimizde olmasa bile– sayısız başka gezegen için de geçerlidir. Ne var ki, yaşam bir kez ortaya çıktığında, artık bir rastlantı sorunu olmaktan çıkar ve kendi içsel yasalarına göre gelişir.

Bilincin kendisi herhangi bir ilâhi plandan değil, bir anlamda iki ayaklılık (dik duruş) “rastlantı”sından kaynaklandı. Bu duruş şekli elleri özgürleştirmiş ve böylece erken hominidlerin alet yapan bir hayvan olarak evrimini mümkün kılmıştır. Bu evrimsel tuhaflığın, Doğu Afrika’da maymunsu atalarımızın yurtları olan ormanları kısmen tahrip eden iklim değişikliğinin bir sonucu olması olasıdır. Bu bir rastlantıydı. Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde Engels’in açıkladığı gibi, insan bilincinin üzerinde geliştiği zemin buydu. Fakat daha geniş bir anlamda, bilincin –kendisinin farkında olan maddenin– ortaya çıkışı bir rastlantı olarak değil, en basitinden daha karmaşığa doğru ilerleyen ve koşulların oluştuğu yerde kaçınılmaz olarak zeki yaşamı ve daha yüksek bilinç biçimlerini, karmaşık toplumları ve bugün uygarlık diye bildiğimiz şeyi ortaya çıkaracak olan maddenin evriminin zorunlu bir ürünü olarak değerlendirilebilir.



Altta yatan süreçleri ve nedensel ilişkileri tamamen anlaşılmayan, ve bu nedenle rastlantısalmış gibi görünen birçok olgu olabilir. Bu nedenle bu gibi olgular pratik amaçlar bakımından ancak istatistiksel olarak ele alınabilir. Ama bu “tesadüfi” olayların altında yine de nihai sonuçları belirleyen güçler ve süreçler mevcuttur. Bizler, diyalektik determinizmin hüküm sürdüğü bir evrende yaşıyoruz.



Marksizm ve Özgürlük

Diyalektik determinizmin mekanik yaklaşımla, hele kadercilikle hiçbir ortak yanı yoktur. İnorganik ve organik maddeye hükmeden yasalarla aynı biçimde insan toplumunun evrimine hükmeden yasalar da vardır. Tarih boyunca gözlemlenebilecek olan yapılar hiç de rastlantı sonucu olan şeyler değildir



Özgürlüğü kazanmak mümkün müdür? Eğer “özgür” eylem ile kastedilen, nedeni ya da belirleyeni olmayan bir şeyse, çok açıkça söylemeliyiz ki, böyle bir eylem hiçbir zaman varolmamıştır ve varolmayacaktır. Böylesi hayali “özgürlük” tümüyle metafiziktir. Hegel, gerçek özgürlüğün zorunluluğun farkına varılması olduğunu açıklamıştı. İnsanlar doğaya ve topluma hükmeden yasaları anladıkları ölçüde bu yasalara hükmetme ve onları kendi yararları için kullanma durumunda olacaklardır. İnsanlığın özgürleşebileceği gerçek nesnel temel, sanayinin, bilimin ve tekniğin gelişimi tarafından atılmıştır. İnsanın özgür gelişiminden ancak –üretim araçlarının uyumlu bir biçimde planlandığı ve bilinçli bir şekilde kontrol edildiği– akılcı bir toplumsal sistemde gerçekten söz edebilir olacağız. Engels’in sözleriyle, bu, “insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışı”dır.



Özetleme: Nilüfer Tekin