24 Aralık 2011 Cumartesi

Evrimde İlerleme Yok mudur?

DOĞA TARİHİNDE İLERLEME YOKTUR

STEPHEN JAY GOULD
(Dünyanın en büyük evrimcilerinden biri olan S. J. Gould ile yapılan bir röportaj)


Stephen Jay Gould, evrim ile ilerleme arasında net bir ayrım yapıyorsunuz; bunun anlamı, doğada meydana gelen evrimin ille de bir yükseliş olmadığı mıdır?

Zaman içerisinde daha karmaşıklaşan ve dolayısıyla evrimden söz etmeye yönelten kimi türler elbette var. Ama eğer evrimi bütünü içinde düşünürsek, bu türden bir eğilim ayırt etmek imkânsızdır, çünkü yeryüzünde üç buçuk milyar yıl önce ortaya çıkmış ilk tekhücreliler bakterilerdi. Bunlar bugün de en yaygın organizmalardır. Yaşamın bütün tarihi bakterilerin egemen etkisi altındadır, bunlar her yerde ve sürekli olarak mevcuttur. Dolayısıyla ben yaşamın baştan itibaren evrim geçirdiğine, giderek çeşitlenen çevresel koşullar içinde giderek daha fazla biçimin ürediğine itiraz etmiyorum, ama bu çeşitliliğin belli bir hedefe yönelik bir dinamiğe ya da ilerleme yönünde giden bir baskıya dayandığını asla kanıtlamaz. Bu yanlış izlenimin ortaya çıkmasının tek nedeni bizim kendi türümüz üzerine odaklanmaya çok alışmış olmamızdır. Nörolojik açıdan insan varlığı kuşkusuz ki en olgun yaratıktır, ama evrimin devasa soykütük ağacındaki küçük bir dalı temsil etmektedir. Böcekler ise canlı hayvan yaratıkların % 80’ini oluşturmaktadır. Onlar son derece dirençlidirler ve muhtemelen bizden daha başarılıdırlar; her şeye rağmen, onların evrimi ne büyüyen bir zekâ düzeyine ne de herhangi bir ilerleme işaretine kanıttır.

Özetlersek: Evrim, toplam olarak, daha fazla karmaşıklık üretiyor ama doğrusal süreklilik yok denebilir mi?

Doğru. Evrim tarihinde en karmaşık canlı varlıkların soy zincirini oluşturursak, bu zincir bakteriyle başlar, daha zengin yapılı bir tekhücreliyle devam eder ve kuşkusuz ki bir denizanası, bir notil ve bir balıkla devam eder. Daha sonra kurbağagillerden biri, bir dinozor, bir memeli ve sonunda, verili bir anda, insan ortaya çıkar. Ama evrimin bir sekansı söz konusu değildir: biz ne denizanasından, ne dinozordan geliyoruz, zararsız küçük bir sürüngen ailesindeniz.

Darwinci ayıklama teorisi de kalıcı bir ilerleme olduğunu ima ettirecek herhangi bir öğe içermiyor, değil mi?

Hayır, o teori de özellikle doğal çevreye uyum mekanizması üzerinde temellenmektedir. Bütün organizmalar kendi soylarından gelenlerde bir aşırılık üretirler ve bunlar da genetik olarak birbirlerinden ayrılırlar. Dışsal değişimlere tesadüfen daha iyi uyum sağlayanlar hayatta kalır. Bu durum herhangi bir ilerlemenin varlığına dair bir şey söylememektedir. Örneğin ev sahibinin bedeni içinde ya da üzerinde yaşayan ve gayet basit bir biçim almış olan bir parazit, çoğalan minicik bir doku da bu gezegen üzerinde yaşayan en karmaşık yaratık kadar çevresine uyumludur. Darwin bunu açıkça ifade etmiştir. Not defterlerinden birine şunu, biraz da kendine yönelik olarak yazmıştır: Yüksek ya da alçak organizmalardan asla söz etme, söz konusu olan tek şey bulunulan ortama uyum sağlamak. Ben Darwin’in kavramının, yani ilerleme olmadan, çeşitlenme yoluyla evrim kavramının genel olarak kültür tarafından asla gerçekten dikkate alınmadığı kanısındayım, çünkü insanlar burada mutlaka bir ilerleme görmek istiyorlar. Bu onları teskin ediyor: Böylelikle kendilerini daha baştan itibaren hedefi insan varlığı olan hesaplanabilir bir sürecin doruğunda hissedebiliyorlar. Ama biyologlar arasında, bu güne dek, doktriner görüş, evrimin yerel bir uyumlanmadan başka bir şey olmadığı yönündedir.

Bugünkü bilgi düzeyimizden bakıldığında, insan beyni yaklaşık yüz bin yıl içinde adım adım dönüşmüştür. Her şeye rağmen siz, bu kapasite genişlemesinin sonuçları hakkında “kültürel evrim” terimini kullanmaktan kaçınıyor ve “kültürel dönüşüm” terimini tercih ediyorsunuz.

“Kültürel evrim” deyimi benim hoşuma gitmiyor, çünkü kültürel dönüşüm ile biyolojik evrim arasındaki benzerlikler, farklılıklarından çok daha önemsiz. Farklılıklar terazide çok daha ağır basar; bu nedenle, kültürel süreci Darwin’in anladığı anlamda doğal sürece bağlama isteği yanılgıdır. Bunu iki örnekle açıklayacağım. Birincisi: Öğrendiğimiz her şeyi anında bir sonraki kuşağa öğretiyoruz, bizim öğrenmiş olduğumuz nitelik ve becerileri onlara aktarıyoruz. Buna karşılık, biyolojik evrimin bu türde hiçbir ilkesi yoktur: soydan gelen bireyler özellikle gen alırlar ve bu genler eğitsel deneyimlerden ve yararlı edimlerden kesinlikle etkilenmez. İkinci olarak: İnsanın yol açtığı kültürel dönüşüm farklı geleneklerin etkileşiminin sonucudur, örneğin tekerlek bir kültürden diğerine bu şekilde geçer. Biyolojik evrimde böyle bir şey yoktur; bir tür ayrıldığında, tuttuğu yönü daima korur. Başka türlerle ekolojik ilişkileri sonradan da elbette sürdürür, ama genetik kaynaşma yoktur.
Kültürel dönüşüme biyolojik bir denk ararsak, evrimden ziyade mikrop bulaştırmadan söz etmek gerekir.

Consilience adlı kitabında sıralı-genetik evrim terimini icat eden ve kültürel mutasyonlara insan tarihinin her döneminde genetik mirasın dönüşümünün yol açtığı ama kültürel mutasyonların da genetik mirası etkilendikleri olgusu üzerinde ısrar eden ve sonuç olarak doğal tarih ile kültür tarihinin birbirine bağlı olduğunu ileri süren sosyo-biyolog Edward O. Wilson’ın tezine karşı önemli bir itirazı zımnen yükseltiyorsunuz.

Bu bağ çok gevşektir! Bilincimizin genetikle koşullandığına hiç kuşku yok. Bu bilinç olmadan, kültürün ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz olamaz. Başka deyişle: Genetik evrim bizi belirli bir zihinsel işleyiş tarzı geliştirmeye yöneltmeseydi, kültür tarihi olmazdı. Ama aynı zamanda, kültür tarihinin insan beyni üzerinde geriye dönük en ufak bir etkisinin bile olmadığı kanısındayım. Benim bakış açımdan, bugünkü beynimiz, uygarlığa benzer hiçbir şeyin olmadığı binlerce yıl önceki insanların beyniyle tıpatıp aynı yapıdadır.

Kültürün başlangıcını hangi evreye götürüyorsunuz? İnsan varlığı ne zamandan beri çevreyi kendi fikirlerine göre şekillendiriyor ve böylelikle kültür tarihinden ve tinin tarihinden söz etmek mümkün oluyor?

Bu türden sorunlar bilimsel araştırmadan çok tanımlarla ilgilidir. Kimileri kültürel evrimin, alet kullanımına dair açık seçik kanıtlar olduğu yerde başladığını ileri sürmektedir. Tersine, dil olmadan böyle bir şeyin düşünülemeyeceğini ileri sürenler de vardır, ama dil çok daha geçtir. İnsan yaklaşık iki milyon yıldır alet imal edip kullanmaktadır ve ancak bunun sonucunda yaşam koşullarını dönüştürmüştür. Bunun bir kültür özelliği olarak görülüp görülmemesi kullanılan açıklama yöntemlerine bağlıdır.

Sonuçta, benlik bilincinin kökeninin karanlıkta kaldığı ve asla kesin olarak belirlenemeyeceği fikrini savunuyorsunuz.

Bilimsel düzlemde, insan varlığının atalarının bizim “bilinç” terimiyle belirttiğimiz entelektüel enerjiye sahip olmadıklarını saptayabiliriz. Bununla birlikte, ardından beyin daha da büyümüştür, dilin evrimine paralel giden bir özdüşünüm ve soyutlama kapasitesinin ortaya çıktığını gördük. Bu sürecin belirgin, son derece karmaşık, ayıklama teorisiyle uyumlu bir gerekçeyle gerçekleştiği kesindir. Ne var ki, bu gerekçeyi biz bilmiyoruz. Bütün bunların niçin olduğuna bilimin bir cevabı yok, hatta bunların muhtemel bir kozmik anlamı olup olmadığını da bilmiyoruz. Benim bakış açımdan, bu problem ve benzer düzeydeki diğer problemler çözümsüz kalıyor.

Örneğin Lascaux ya da Altamira’da bulunan çok erken tarihli resim temsillerine bakıldığında, varoluşumuzun merkezi motiflerinin taklit edilemez işaretlerden oluşan bir dile aktarılışındaki güç bizi etkiler. Sembol yaratma yeteneğinin insan varlığının temel özelliği olduğunu ileri süren Ernst Cassirer’i onaylamamız gerekmez mi?

Elbette, ama bu yetenek, hayat ya da Tanrı hakkında içinde barındırdığı düşüncelerin doğru ya da yanlış olduğunu bilmemizi sağlayacak türde hiçbir bilgi vermez, çünkü burada yalnızca insan ruhunun ifade biçimleri söz konusudur. İnsan ruhu kuşkusuz ki idealleştirebilecek ve dolayısıyla semboller üretebilecek ölçüdedir, ama bu durum, doğanın gerçekten de bu türden arketipler içerdiği anlamına gelmez.

Bununla birlikte, ölüm etkeniyle karşı karşıyayız. Hayvanın tersine, biz öleceğimizi biliyoruz. Bu bilginin kendisi, metafizik perspektiflere olan ilginin canlı tutulması ve hatta Georges Bataille’ın dediği gibi bu perspektiflerin dayatılması için yeterince ağırlık taşımaktadır.

Tamamen. Örneğin Freud’un tamamen benzer bir argümanı vardı. Beynimiz, kendi ölümümüzün bilincine varmamız gerektiği için değil, tamamen evrimden kaynaklı unsurlar temelinde büyümüş olsa da, bu ölümlülük bilinci yine de hiç yaşamadığımız kadar acı verici ve altüst edici bir şeydir ve buna yine de bir açıklama bulmamız gerekir. Freud dinin öncelikle bu kesinliğin sonuçlarına hakim olma teşebbüsü olduğu kanısındaydı ve bu noktada ona katılıyorum. Varoluşumuzun geçiciliği hakkında açık seçik fikirler edinerek gerçek insan doğasına yaklaşıyoruz.

Ama biraz önce, kutsallığın paradigmalarının doğanın değil kültürün tarihine içkin olduğunu ima ettiniz.

Teoloji ve kültürel dönüşüm ancak bir toplumun durumu ve hedefleriyle ilişkiye sokulurlarsa anlam taşır. Doğa ahlaki bir düzen olmadığından, teolojik kavramların burada nasıl bir yeri olabileceğini bilmiyorum.

Bununla birlikte kesin olan şey, çok eski zamanlardan bu yana insanın doğayı, tek başına düzeninin garantisi olan yüksek bir gücün yansısı olarak az çok kavramış olduğudur. Bu ölçü içerisinde, kutsalın temsili insanın bilincinin karakteristik bir özelliğiydi.

Evet ama bu durum maddi dayanağı olmayan maddiyatsız kendiliklerin gerçekten varolup olmadıklarını söylemez. Dinin sosyolojik yanları da antropolojik yanları da incelenebilir ve bütün kültürlerin az çok belirgin bir şekilde kutsal kavramına yöneldikleri keşfedilebilir; ancak bu yine de Tanrı’nın varlığını kanıtlamaz. İnsanın bir inanca bağlanma eğiliminden yola çıkarak, yöneldiği nesnenin var olduğu ya da saldırılamaz nitelikte olduğu sonucuna varmak ciddi bir hata olur. Unutmayalım: Ruhumuz son derece kusurlu bir alettir. Örneğin gerçeğe benzerlik teorisiyle rasyonel olarak yüzleşmek insan varlığı için güçtür; çoğu insanda, yedi mühürlü kitap etkisi yapar. Bu durum yine de bu teorinin kimi bilimsel sorunları çözmeye elverişli bir yöntem sunuyor olmasını asla değiştirmez.

Darwin’in evrim teorisinin Tanrı’nın varlığını bir çırpıda dışladığını söyleyebilir miyiz?

Hayır. Burada tek söz konusu olan şey, genel olarak bilim gibi evrim teorisinin de dinle ilgili sorunlarla ilgilenmemesidir, dolayısıyla buna cevap vermez. Aşırı güçlü bir kuvvetin evren üzerinde etkisi olsa da, bu, bilimin kapsadığı ve doldurduğu referans çerçevesinin dışında kalır. Ampirizme ve gerçekliğe dayanır; geri kalana dair açıklaması yoktur. Müminler şundan kuşku duymamalıdır: Onlar kendi bakış açılarını asla doğanın gerçek yapıları üzerinde temellendirmemişlerdir.

Bu, bilimin ve dinin birbirinden ayrı kaldığı anlamına mı gelir? Birbirlerinin itkilerinin içinden geçmelerine, karşılıklı olarak birbirlerini beslemeye ve böylece o zamana dek sahip oldukları hudutları aşmalarına katkıda bulunan bir diyaloğa giremeyecekler mi?

Her temel sorunun bir bilimsel boyutu, bir de dinsel ya da etik boyutu vardır. Karşılıklı yaklaşım ve yöntemleri gerçeklikten farklı alanları hedeflediğinden bunu birbirlerinin içinde eritemezler. Ama iki boyut eşit bir düzlemde birlikte varolur ve böylece bir yerde bilimsel cevaplar, başka bir yerde dinsel ya da etik cevaplar arayacak durumdayız. Bilim insanlarının teologlarla konuşabileceğine asla itiraz etmiyorum, tersine, karşılıklı olarak birbirlerini daha iyi anlamayı öğrenmelidirler.

Bugün biyoteknoloji alanında ister istemez buluşuyorlar. Bu müdahaleyi benimsiyor musunuz?

Her şey neye yaradığına bağlı! Büyük ölçekli bütün teknolojik dönüşümler gibi, biyoteknoloji de önemli bir potansiyele sahiptir ve bu potansiyel yararlı amaçlar için kullanılabileceği gibi zararlı amaçlar için de kullanılabilir. Dolayısıyla zararlı olabileceğini ileri sürerek bunu ne ihmal edebiliriz, ne küçümseyebiliriz. Geliştirdiği yöntemler sayesinde, örneğin, A vitamini içeren yeni bir tür pirince sahip olmamıza hiç itirazım yoktur. Bu vitaminin olmadığı doğal pirinç açısından önemli, hatta kurtarıcı bir evrimdir bu, çünkü beslenmelerinin temeli olarak bu pirinci kullanan yüz milyonlarca insan bu nedenle A vitamini eksikliği çekmektedir. Biyoteknoloji, eğer tarıma ve tıbbi pratiğe uygulanırsa daha sağlıklı olur.

Kültür tarihi incelendiğinde, insanın uzun süredir bitkilerde kendi ihtiyaçlarına daha iyi cevap versin diye soy arıtma teknikleri kullandığı görülüyor. Bu teşebbüslerin ve bunlarla kıyaslanabilir başka teşebbüslerin ardından, artık kendi isteğine göre bütünüyle dönüştürdüğü bir gezegende yaşıyor insan.

Beslenmemizin neredeyse bütün temel öğeleri –tahıllar, çavdar, arpa, darı, pirinç- yapay bir ayıklamanın ürünleridir: bunları biz yetiştirdik ve genetik dönüşüme uğrattık. Bunun ötesinde, ormanları kesiyoruz, doğal döngüleri kesintiye uğratıyoruz, bazı türlerin yok olmasına neden oluyoruz. Teknoloji yeni çevresel koşullar yaratıyor, bunun da evrim üzerinde etkisi var ve Darwincilikle kesin olarak örtüşüyor, çünkü organizmalar çevrelerindeki değişimlere uyum sağlarlar ve hayatta kalanlar en iyi uyum sağlayanlardır.

Bu son yüz elli yılın teknik altüst oluşlarını Darwin’in teorisiyle uyumlandırıp uyumlandıramayacağımız bir yana, biyoteknoloji etik olarak savunulabilir olan şeylerin sınırlarını da parçalamıyor mu? İnsan varlığının ve diğer canlı varlıkların evrimine yeni bir evre katmıyor mu? Başka deyişle: Teknoloji biyolojide bir devrime mi yol açıyor?

Bazı koşullarda, kendi genetik programımızı ve organizmaların programını daha güçlü bir şekilde dönüştürdüğümüzde, evet. Bu şekilde, kültürel dönüşümün evrim üzerinde geriye-dönük bir etkisi elbette olur. Yoksa, biyolojik açıdan bakıldığında pek dönüşüm geçirdiğimiz söylenemez.

Çok sayıda göstergeye bakılırsa, giderek rafineleşen teknolojiler –yalnızca biyoloji alanında değil, iletişim alanında da- gelecekte kültürel mutasyonu hızlandıracak gibi gözüküyor.

Evet, bu bize geniş bir iktidar sağlıyor. Evrim süreci, bu türden hızlı bir kültürel mutasyona etkide bulunamayacak kadar yavaş ilerliyor; velhasıl, insan varlığının beyni ve bedeni son elli bin yıldır tıpatıp aynı kaldı. Tözsel biyolojik dönüşümler ancak genetik mutasyonlarla sürdürülebilir ve zaman içerisinde, internet ya da siber-uzay sayesinde de muhtemelen böyle olacak. Ama bu durumda, söylediğim gibi, ritmini kendimizin hızlandırdığı teknik bir ilerlemenin ikincil bir etkisi söz konusudur.

Biyolojik hudutlar insan soyunun evrimine mi sabitlenmiştir? Eğer böyleyse, bunların nasıl bir düzeni vardır?

Bu hudutların yararsızlığı açıktır; örneğin boyumuz dört metre olamaz ve uyumadan, yemeden asla yaşayamayız. Ama etik olarak arzu edilebilir tutumlar geliştirebilecek kadar esnek olduğumuzu da düşünüyorum. Bu yönde yürümek bana gerçekten anlamlı geliyor. Savaşmamayı ve kendi kendimizi yok etmemeyi doğamız gereği öğrenemeyeceğimizi sanmıyorum. Kendimizi yetkinleştirebiliriz…

Kavrama kapasitesine sahip insanı, evrim mi böyle programlamıştır? Yeryüzünde ya da evrende bilincin doğuşunun baştan itibaren istenmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bir ayrım yapmamız, bir yandan insan varlığının öngörülebilirliğine, diğer yandan ise bilinçli yaşamın öngörülebilirliğine eğilmek gerekir. Böyle bir yaratığın, iki gözü, beş parmağı ve tüm özgül niteliklerimizle birlikte, biricik olduğuna aşağı yukarı emin olabiliriz, çünkü yeryüzündeki her tür, evrimin genellikle tesadüfi olan ve her biri bir başka seyir alabilecek yüz binlerce olayının sonucuydu. Dolayısıyla, iki gözü ve beş parmağı olan bilimkurgu yaratıkları aramak boşuna olur. Buna karşılık, uzayda bilince sahip başka yaşam biçimlerinin olup olmadığını söyleyemeyiz. Bilincin bir kez ve yalnızca burada geliştiğini biliyoruz. Ama bir türün, bir çeşidin ya da bir ailenin eriştiği karmaşa düzeyinin pek bir önemi yoktur: bunlardan herhangi birinin günün birinde yeryüzünden yok olmayacağının hiçbir güvencesi yoktur. Yaşamın tarihinde, kitlesel yokoluşların damgasını taşıyan dönemlere sürekli rastlanır. Örneğin dinozorlar nispeten iyi silahlanmış gibi gözüküyordu, ta ki büyük meteor yeryüzüne düşene dek. Topyekun denge durumu asla kalıcı olamaz ve evrimin zamansal ölçeğiyle ölçülür.

Bu durumda, antropolog Clifford Geertz’in sorduğu soru gibi, evrimin kendi seyrini insan varlığı olmadan sürdürmesi mümkün müdür?

Elbette, üç buçuk milyar yıl boyunca bizsiz gayet iyi idare etti zaten! Jeolojik olarak ancak bir dakikadır buradayız. Bunu derken, insanın yeterince zeki olduğu ve bütün zayıflıklarına rağmen, hayatta kalabilecek kadar yeterli ahlaki duyarlılığa sahip olduğu, hatta belki de uzun süredir buna sahip olduğu kanısındayım. Karamsar biri değilim, daha ziyade trajik bir iyimserim; çoğu zaman biraz fazla geç başladığımızı saptayarak bu durumu dert ediyorum kendime.


Kaynak: Bilgiler Kitabı – Constantin von Barloewen, Versus Kitap, 2008
Çeviri: Işık Ergüden


İlerleme Yok mu?

(Aklın İsyanı-Marksizm ve Darwincilik-İlerleme Yok mu?)

Gould’un argümanının temel dürtüsü kuşkusuz doğrudur. Asıl sorunlu olan nokta, evrimin içsel bir ilerleyiş üzerinden hareket etmediği düşüncesidir: Artan çeşitlilik ve çoklu geçişler, daha yüksek varlıklara yönelen kararlı ve karşı konulmaz bir ilerlemenin yansıması gibi görünebilir. Ancak fosil kayıtları böyle bir yorumu desteklemez. Organik tasarımın daha yüksek gelişiminde düzenli bir ilerleme yoktur. Bunun yerine, uzun süren değişmezlik ya da çok az değişme dönemleri, bir de bütün sistemi yaratan bir evrimsel patlama olmuştur. Yaşam tarihinin ilk üçte iki ilâ altıda beşlik kısmında, dünyada yalnızca moneralar yaşamıştır, ve “daha düşük” prokaryotlardan “daha yüksek” prokaryotlara giden hiçbir düzenli ilerleme kaydına rastlanmaz. Benzer şekilde, Kambriyen patlama biyosferimizi doldurduğundan bu yana, temel tasarımlara hiçbir ekleme olmamıştır (az sayıda tasarım içindeki –örneğin omurgalılar ve damarlı bitkiler gibi– sınırlı gelişmelerden bahsedebilsek bile). [6]
Gould, özellikle Harika Yaşam adlı kitabında, hayvan fila (temel vücut düzenleri) sayısının, “Kambriyen patlama”dan hemen sonra, günümüzdekinden daha çok olduğunu iddia eder. Çeşitliliğin artmadığını ve evrimde uzun dönemli eğilimler bulunmadığını, zeki yaşamın evriminin tesadüfi olduğunu söyler. Bu noktada Eric Lerner’in Gould’a yönelttiği eleştiri bize doğru görünüyor: Yalnızca, özel bir türün evrimine yol açan beklenmedik olaylar ile evrimde uzun dönemli bir eğilim –daha yetkin bir uyuma ya da zekâya doğru ilerleme eğilimi gibi– arasında muazzam bir farkın bulunması değil, Gould’un kendi davasını dayandırdığı olgular da böylesi bir eğilimin örneğinden başka bir şey değildir! Zamanla, evrim, gelişmenin özgül tarzları üzerinde giderek daha fazla yoğunlaşmaya yöneldi. Neredeyse tüm kimyasal elementler on milyar yıl ya da daha uzun bir süre önce varoldular. Yaşam açısından hayati önem taşıyan bileşik tipleri –DNA, RNA, proteinler vesaire– dört milyar yıl kadar önce yeryüzünde mevcuttular. Temel yaşam âlemleri iki milyar yıldır varlıklarını sürdürüyorlar; bu süre içinde tek bir yeni âleme bile rastlanmaz. Gould’un gösterdiği gibi, ana fila, altı yüz milyon yıldır ve ana sınıflar (daha düşük bir gruplaşma) dört yüz milyon yıldır mevcuttur.
Evrim hızlandıkça, giderek daha özgül hale geldi ve dünya tek bir türün, bizim türümüzün toplumsal evrimi tarafından dönüştürüldü. Evrimci teoriye büyük katkısına rağmen Gould’un ideolojik olarak kararlı bir şekilde gözardı ettiği uzun dönemli eğilim tipi tam da budur. Ama yine de, tıpkı zekâya doğru bir eğilimde olduğu gibi, böyle bir eğilim vardır.[7] Evrimin, daha aşağı organizmalardan daha yüksek olanlara doğru, en karmaşık görevleri yerine getirebilen büyük beyinli insan varlığına yol açarak, daha büyük bir karmaşıklıkla sonuçlanması, onun ilerici karakterinin kanıtıdır. Gould’un haklı olarak iddia ettiği gibi, bu, evrimin lineer şekilde yükselen bir çizgi üzerinde gerçekleştiği anlamına gelmez; evrimin genel ilerleyişi içerisinde, kopuşlar, gerilemeler ve duraklamalar vardır. Doğal seleksiyon, çevresel değişikliklere (yerel karakterde de olsa) yanıt olarak gerçekleşse bile, yine de daha büyük bir karmaşıklığa sahip yaşam formlarına yol açmıştır. Belli türler kendi çevrelerine uyum sağlamışlar ve bu biçimleriyle milyonlarca yıl varolagelmişlerdir. Diğer türlerse, daha gelişmiş örneklerle girdikleri rekabeti kaybetmiş ve soyları tükenmiştir. Geçen 3,5 milyar yıllık yaşamın evriminin kanıtıdır bu.
Evrimde ilerleme düşüncesini Gould’un ısrarlı bir biçimde reddetmesi, katı bilimsel nedenlerden çok, toplumsal ve politik nedenlerden ötürüdür. Gould bilmektedir ki, evrimci ilerleme ve “daha yüksek türler” düşüncesi, ırkçılık ve emperyalizmi haklı göstermek için geçmişte sistematik bir biçimde kötüye kullanılmıştır; beyaz adamın sözümona üstünlüğünün, Avrupa uluslarına, Afrika ve Asya’daki “kural tanımaz daha aşağı türlerin” topraklarına ve zenginliklerini ele geçirme hakkını verdiği varsayılıyordu. 1940’lar gibi geç bir tarihe kadar saygın bilim adamları hâlâ, beyaz adamın en üstte olduğu ve zenci ve diğer “ırkların” bundan ayrı ve daha aşağılardaki dallarda, goril ve şempanzelerin biraz üstünde yer aldığı “evrim ağaçları” yayınlıyorlardı. Evrimde ilerleme kavramını “zararlı” bularak reddetmesi konusunda kendisine soru sorulduğunda, Gould, haklılığını aşağıdaki şekilde kanıtlamaya çalışmıştı: “İlerleme içsel olarak ve mantıksal olarak zararlı değildir” diye yanıtladı. “Batının kültürel gelenekleri bağlamında zararlıdır.” On yedinci yüzyıla kadar uzanan kökleriyle, merkezi bir toplumsal etik olan ilerleme, sanayi devrimi ve Viktorya yayılmacılığıyla on dokuzuncu yüzyılda zirvesine ulaşmıştır, diye açıklıyor Steve. İster askeri cürümlerle olsun ister kirlilik nedeniyle olsun, son onyıllardaki kendi kendini yok etme korkusu, Viktorya ve Edward dönemlerinin ebedi iyimserliğini köreltmiştir. Bununla birlikte, bilimsel keşiflerin ve ekonomik büyümenin varsayılan amansız ilerleyişi, ilerlemenin tarihin iyi ve doğal bir parçası olduğu fikrini beslemeye devam ediyor. “İlerleme, tarihsel ardışıklığın açıklanışında egemen öğreti olmuştur” diyor ve sürdürüyor Steve, “ve evrim tüm bunların en görkemli tarihi olduğundan, ilerleme kavramı derhal ona naklediliyor. Bu yaklaşımın bazı sonuçlarının farkındasınız.”[8]
Böylesi cahil ve gerici saçmalıklara Gould’un gösterdiği tepkiye sempatiyle bakılabilir. “İlerleme” gibi terimlerin, evrime uygulandığında sağlam bir bilimsel bakış açısından ideal olmayabilecekleri de doğrudur. Teleolojik bir yaklaşımı içerme riski, yani doğanın bir Yaratıcı tarafından ayrıntılı olarak geliştirilen, önceden yapılmış bir plana göre işlediği anlayışına yol açma riski her zaman vardır. Ama alışıldığı üzere, gösterilen tepki öteki uca savrulmuştur. Eğer ilerleme sözcüğü yetersizse, yerine, örneğin karmaşıklık sözcüğü konulabilirdi. İlk tek hücreli hayvanlardan bugüne gelinceye dek, canlı organizmalarda gerçek bir gelişmenin olduğu yadsınabilir mi? Geçen 3,5 milyar yıllık evrimin yalnızca değişim değil, aynı zamanda, basit formlardan daha karmaşık canlı sistemlere geçen gerçek bir gelişim anlamına geldiğini kabul etmek için, insanı evrimin en yüksek noktası olarak gören eski tek yanlı bakış açısına geri dönmek gerekmiyor. Fosil kayıtları bunun tanığıdır. Örneğin, yaklaşık olarak 230 milyon yıl önce, memelilerin sürüngenlerden evrilmesiyle birlikte ortalama beyin boyutlarındaki dramatik artış. Aynı şekilde, insanların ortaya çıkmasıyla beyin boyutlarında nitel bir sıçrama olmuştur ve bu da düzgün bir nicel süreç olarak değil, bir dizi sıçrama olarak gerçekleşmiştir; Homo habilis, Homo erectus, Homo neanderthalensis ve nihayet, belirleyici dönüm noktasını temsil eden Homo sapiens.
Evrimin kendi sınırlarına ulaştığını ya da insanoğlunun daha fazla gelişme göstermeyeceğini kabul etmek için hiçbir sebep yoktur. Evrim süreci, mutlaka geçmiştekiyle aynı biçimlere bürünmek zorunda olmasa da, devam edecektir. Genetik mühendislik de dahil, toplumsal çevredeki esaslı değişiklikler, tarihte ilk kez insanoğluna kendi evrimini en azından belli ölçülerde belirleme olanağını sunarak, doğal seleksiyon sürecini değiştirebilir. Bu durum, insanın gelişiminde tümüyle yeni bir sayfa açacaktır, özellikle de piyasa güçlerinin kör dövüşünün ve hayatta kalmak için verilen hayvanca bir mücadelenin değil, insanların özgür ve bilinçli kararlarının kılavuzluk ettiği bir toplumda.

Kaynak: Aklın İsyanı-Marksizm ve Darwincilik-İlerleme Yok mu?


Evrimin Diyalektiği/Evrimde İlerleme Vardır!

Genel olarak hayatın ortaya çıkışı ve özel olarak da canlılığın çeşitlenip gelişerek insanlığın ortaya çıkışı hep bir merak konusu olarak varlığını sürdürmüştür. Ama bu merakı gidermeye dönük ileri sürülen görüşlerin çoğu, içinde bulunulan dönemin egemen sınıflarının çıkarlarına uygun nitelikte olmuştur. Her olağan döneme hâkim olan düşünceler o dönemin egemen sınıflarının düşünceleridir. Hâkim düşüncelere ters düşecek fikirler ya baskı altında tutulur ya da sessizlik fesadı ile geçiştirilir. Canlılığın gelişim sürecini materyalist bir tarzda ortaya koyan ve yaratılış efsanesini çöp tenekesine gönderen evrim teorisi ise her ikisinden de nasibini almıştır.

Evrim düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın başlarında yoğun olarak tartışılıyor; çoğunluk tarafından kabul edilmese de büyük doğa bilimcileri tarafından benimseniyordu. Ancak tam anlamıyla maddeci bir tarzda ele alınmıyordu. Hatta yaratılış düşüncesinin savunucuları bile canlıların sürekli gelişimini Tanrının bir kusursuzluğu olarak ele alıp evrim düşüncesini kabul edebiliyorlardı. Çünkü bu ilk dönem evrimci fikirlerin ortaya konuluş biçimi idealizme açık kapı bırakıyordu. Evrim düşüncesi, ancak Darwin’in çalışmaları sonucunda diyalektik materyalist anlayışın doğruluğunu kanıtlayan veriler sunar bir hale geldi. Darwin’in türlerin sabitliğine olan inancı Beagle gemisindeki beş yıllık gözlemlerinin ardından yıkıldı ve 1838’de canlı türlerinin değişimine dair evrimci fikirlerini oluşturmaya başladı. Ne var ki Darwin bu gözlemlerinin ve çalışmalarının sonucunu ancak 1859’da, yani aradan tam 21 yıl geçtikten sonra, benzer sonuçlara ulaşan A.R. Wallace kendisinden önce davranmasın diye, Türlerin Kökeni adlı eserinde yayınlayabildi. Darwin’in kuramını bu kadar geç yayınlamasının nedeni, sonuca ulaşabilmesi için bu kadar zamana ihtiyaç duyması değil, idealist düşüncelerin hâkim olduğu bilim dünyasından gelecek tepkilerden çekinmesiydi. Bu dönemde aklın, yani düşüncelerin beynin ürününden başka bir şey olmadığını söyleyen maddeci felsefeyi savunmak büyük cesaret gerektiriyordu.

Darwin’in teorisini geliştirmesinde esinlendiği kaynaklardan biri de, Malthus’un nüfus teorisidir. Malthus’a göre insan nüfusu geometrik olarak (katlanarak) artıyorken geçim araçları aritmetik oranda (toplanarak) artar: “Nüfus artışı, besin artışından daha fazla ve ekilebilir toprak alanları sınırlı olduğuna göre, nüfus artışı besin artışını geçecektir. Ancak; tabii engeller (açlık, afetler...) ile doğum kontrolü ve evlenme yaşının geciktirilmesi gibi durumlar gerçekleşirse, nüfus artışı besin artışının gerisinde kalır.” Darwin buradan hareketle, “canlılar hayatta kalabilecek yavru sayısından daha fazla sayıda yavru yapıyorsa bunlardan ancak bulundukları ortama daha iyi uyum sağlayanlar hayatta kalabilir” fikrinden, doğal seçilim fikrini türetti. Ancak onun Malthus’un sakatlıklar içeren düşüncesinden esinlenmiş olması, doğadaki yaşam savaşımının özünü değiştirmez. Nitekim Engels evrim teorisinin diyalektik yanını görmek istemeyen kesimleri eleştirir:

Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus’ta aramak gerektiğini söylemek, Darwin’in aklına bile gelmez. O yalnızca kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler.[1]

Marx ve Engels’in Evrim Teorisine Yaklaşımları

Marx ve Engels, Darwin’in evrim teorisini kendi diyalektik materyalizm düşüncelerine doğadan somut örnekler sunduğu için büyük bir heyecanla karşıladılar. Marksizmin kurucuları diyalektik materyalizmi toplumlara ve onların tarihlerine uygulamışken, Darwin de benzer şekilde çok bilinçlice olmasa da materyalizmi doğaya ve canlıların gelişimine uygulamıştı.

Marksizmden önce de insanların kafalarında yeni bir düzen, yeni bir toplum düşüncesi mevcuttu. Ama bu düşünce hiç kimse tarafından sağlam temellere oturtulamamıştı; ne Fourier, ne Saint Simon ne de Robert Owen! Sosyalist düşüncenin kafalardaki ussal bir düşünce olmaktan çıkıp maddi bir zemine oturtulabilmesi ve böylece bilimselliğe kavuşması şarttı. Marx ve Engels diyalektik yöntemle tarihsel gelişmeyi ve kapitalizmi inceleyip, aynı zamanda işçi sınıfı için yol gösterici bir kılavuz geliştirerek sosyalizmin gökteki ayaklarını yere indirdiler. Darwin’in evrim teorisi de her ne kadar egemen sınıfların ideolojisinin etkisinde de olsa diyalektik materyalizm için doğada somut kanıtlar sunuyordu. Darwin’in kuramı bir yaratıcının varlığına açık kapı bırakan mevcut idealist evrim teorisinden devrimci bir kopuşu ifade etmesine rağmen Darwin’in sağlam felsefi bir bakış açısının olmaması, kuramında sakat noktaların bulunmasına yol açıyordu. Bu yüzdendir ki Marx hiçbir şekilde Darwin’in kuramını eleştirmemezlik etmedi. Nitekim Marx, Manchester’da bulunan Engels’e 1862 yılında yazdığı mektubunda şunları dile getiriyordu:

Darwin’i yeniden gözden geçirdim; “malthusçu” kuramı bitkilerle hayvanlara da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor; sanki bay Malthus’ta –ve geometrik artış dizisinde– tüm sorun, kuramın bitkilerle hayvanlara değil de yalnızca insanlara uygulanmasıymış gibi… Darwin’in hayvanlarla bitkiler arasında, işbölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarlar açışıyla, “icatlarıyla” ve malthusçu “varolma savaşımıyla” kendi İngiliz toplumunu bulup görmesi çok dikkate değer bir şey.[2]

Darwin’in evrim kuramının en büyük açmazı, evrim sürecini tedrici bir süreç olarak, düz bir çizgi üzerinde ağır ve yavaş dönüşümlerden oluşan bir süreç olarak görmesiydi: Natura non facit saltum, yani doğada hiçbir zaman ani sıçramalar ortaya çıkmaz. Doğadaki değişiklikler; örneğin yeni bir türün ortaya çıkışı, dengeli bir şekilde yavaş yavaş gerçekleşen değişimlerin sonucuydu ona göre. Dahası, doğal seçilim, türlerin hayatta kalmalarını sağlamak için yeni özellikler kazanmasını açıklamasına karşın, yeni türlerin ortaya çıkışına bir cevap getiremiyordu.

Darwin’in teorisinde canlıların tek hücreliden insana kadar olan değişim sürecinde bazı noktalarda kopukluklar vardı. Darwin, bu kopuklukları, kuramının tedriciliğinden kaynaklı olarak yeterli fosil kanıtlarının henüz keşfedilmemiş olmasına bağlıyordu. Bu fosil kayıtları ortaya çıktığında evrimin tedriciliği kanıtlanmış olacaktı! Hatta bazı bilim insanları bunun için birçok zorlamaya başvurmuştur. Canlıların önemli bir kısmının çok kısa bir zaman diliminde yeryüzünde belirdiği Kambriyen patlama dönemi evrim teorisinin zayıf karnını oluşturuyordu. Evrim teorisi bu patlamayı açıklayamıyordu. Darwin bu durumun teorinin açık bir yanı olduğunu dürüstlükle kabul ediyordu, ancak bunu Prekambriyen döneme ait fosil kayıtlarının eksikliğine bağlıyordu.

Oysa sorun fosil kanıtlarının eksikliğinden değil, doğayı ve toplumu kavrayış yöntemindeki yanlışlıktan kaynaklanıyordu. Tedrici evrim anlayışı tamamıyla diyalektik dışı bir yaklaşımdır. Milyonlarca yıl içerisinde gerçekleşen niceliksel değişiklikler on binlerce yıl gibi kısa bir süre içinde niteliksel bir değişime dönüşürler. On binlerce yıl mutlak olarak bizim için çok uzun bir süreymiş gibi gelebilir, ama milyonlarca yılın yanında bir an gibi kalır.

Darwin’in evrim teorisinin diyalektik olmayan bu yönünü eleştiren Stephen Jay Gould, Niles Eldredge ile birlikte tedrici evrim kuramına karşı kesintili denge kuramını ortaya attı. Bu kurama göre Darwin’in evrim teorisinin temel yanlışlığı onun tedrici yaklaşımındadır. Böylesi tedrici bir gelişimin kanıtı olacak fosiller, Darwin’in düşündüğü gibi henüz bulunmadığı için değil, gerçekte olmadıkları için asla bulunamayacaktı. Çünkü türlerin değişimi, küçük niceliksel özelliklerin birikmesinden ibaret değildi. Bu niceliksel değişimler niteliksel sıçramalara yol açıyordu. Yani doğa bal gibi de sıçramalarla ilerliyordu. Gerçekten de belli dönemlerde çok hızlı bir şekilde yeni türler ortaya çıkmıştır. Örneğin Kambriyen dönemde birkaç milyon yıl gibi jeolojik bakımdan anlık bir sürede bugünkü hayvanların tüm ataları ortaya çıkmıştır. Tıpkı ısıtılan suyun bir süre sonra fokur fokur kaynaması gibi.

Evrimde İlerleme Yok mudur?

Kesintili denge teorisi evrimin diyalektik temelini çok daha sağlamlaştırmıştır. Nitekim bu teorinin mimarlarından Stephen Jay Gould, Marx ve Hegel’in diyalektiğini bilen ve bunu bilimsel çalışmalarında da kullanan; ayrıca gerici düşüncelere karşı olan solcu bir bilim insanıydı. Gould, sık sık grevlerde ve gösterilerde de boy gösterdi. 1960’ların başlarında İngiltere’de Leeds Üniversitesinde zencilerin okuldan atılmalarına karşı haftalık gösteriler örgütledi. Yine Vietnam savaşında muhalif bir tutum takındı. Yardımcı profesörlük görevini yürütürken dahi öğrencilerin savaşı protesto etmek için yaptıkları işgal eylemini destekledi. Gould’un politik düşünceleri doğal olarak bilimsel çalışmalarına da yansıdı. Bilimsel ırkçılık, yaratılışçılık, biyolojik belirlenimcilik ve “sosyobiyoloji” hipotezleriyle, statüko ve eşitsizliğe bilimsel temel oluşturmaya çalışan düşüncelere karşı amansız bir mücadele yürüttü.

Kesintili denge kuramı, aslında diyalektiğin evrim teorisine uygulanmasının sonucuydu. Gould, Darwin’in kuramının üç ana bileşenini şöyle tespit etmişti: 1) evrimin ana etmenleri olarak bireyler üzerinde durması, 2) uyumun düzeneği olarak doğal seçilimi göstermiş olması ve 3) evrimsel değişimin yavaş ve tedrici olduğuna inanması. Gould özellikle Darwin’in evrim kuramının bu sonuncu yönünü eleştirerek diyalektiği evrim teorisine uyguladı ve kesintili denge kuramını ileri sürdü. Ne var ki, Darwin’in görüşlerine eleştirisi ve katkısı yalnızca bununla sınırlı değildi. Gould, evrimin ana etmeni olarak bireylerin alınmasının yetersiz ve o ölçüde yanlış bir yaklaşım olduğunu ve yine evrimin tek mekanizmasının doğal seçilim olmadığını savunuyordu.

Kesintili denge kuramının özü, doğanın düz bir çizgi üzerinde ilerlemediği, görece daha uzun sakin dönemlerin çok hızlı başlangıç ve bitişlerle kesintiye uğradığı gerçeğine dayanır. Gerçekten de, tedrici evrim savunucularının sabırla bekledikleri yeni fosil kayıtları, evrimin tedriciliğine değil ama tersine kesintili oluşuna kanıt sunuyor. Yeni bulunan Pre-Kambriyen (Kambriyen öncesi) dönemine ait fosiller henüz çok basit yaşam formlarının varlığını gösteriyordu. Oysaki bundan çok kısa bir süre sonra aniden bir patlama gerçekleşiyor ve gelişmiş canlılar ortaya çıkıyordu. Ayrıca Gould, araştırmaları sonucunda, yeryüzünde iki buçuk milyar yıl boyunca sadece basit hücreler olan prokaryotların (çekirdeksiz hücre) var olduğunu ortaya koymuştur. Daha sonra 700 milyon yıllık süre boyunca ökaryotlar (çekirdekli hücre) var oldu; hemen ardından 100 milyon yıl gibi iki buçuk milyar yıla göre çok kısa bir süre içinde karmaşık çok hücreli organizmalar sahneye çıktı. Bu canlıların ortaya çıkmasıyla birlikte eski yaşam formlarının temeli olan stromatolitler de yine çok hızlı bir şekilde kitlesel şekilde yok olmuşlardır. Tüm bunlar kesintili denge kuramının doğruluğunu açıkça gösteriyor.

Ancak Gould, kesintili denge kuramıyla evrime diyalektik bir bakış sergilemesine karşın, evrimin şu ya da bu anlamda bir ilerleme anlamına gelmediğini savundu. Ona göre doğal seçilim yalnızca değişen yerel koşullara uyumu ifade eden bir kuramdır, ilerlemeci bir gelişmeye tekabül etmez: “…çünkü bir amip kendi çevresine, bizim kendi çevremize sağladığımız kadar iyi uyum sağlamışsa, daha üstün yaratıklar olduğumuzu kim söyleyebilir?”[3]

Oysaki canlılığın başlangıcı olan tek hücreli canlılardan memelilere kadar gelen sürece baktığımızda bir ilerleme olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Tabiî ki doğa inişli çıkışlı bir seyir göstermektedir. Gould’un haklı olarak iddia ettiği gibi, evrim süreci, nihai sonucu önceden belli bir planın adım adım gerçekleşmesi demek değildir. Yine Gould’un çok haklı olarak ortaya koyduğu gibi, evrim süreci, merdiven şeklinde bir gelişim demek değildir. Yani, evrim doğrusal şekilde yükselen bir çizgi üzerinde gerçekleşmez; evrim süreci içerisinde, kopuşlar, gerilemeler ve duraklamalar vardır. Ama bu, inorganik maddeden organik canlıya doğru, daha basit canlılardan daha karmaşık canlılara doğru, genel anlamda bir ilerleme olmadığı sonucunu doğurmaz. Nitekim insanın ortaya çıkışı tüm bu süreç içerisinde müthiş bir ilerlemedir.

Üstelik milyonlarca yıldır süren evrimin sadece bir değişime değil, aynı zamanda bir gelişmeye de yol açtığını kabul etmek için evrimin insanın gelişimiyle birlikte son noktasına ulaştığını kabul eden tek yanlı bakış açısına dönmek de gerekmiyor. Aynı şekilde, evrimsel süreç içerisinde yalnızca bir değişimin değil, gelişimin de olduğunu söylemek, evrimin önceden tasarlanmış nihai bir amaca doğru ilerleyen bir süreç olduğunu iddia etmek değildir.

Gould, Kambriyen dönemde çeşitliliğin daha fazla olduğunu, evrimde uzun dönemli eğilimler bulunmadığını ve yaşamın bu denli karmaşıklaşmasının, yani zeki yaşamın, evrimin tesadüfî bir sonucu olduğunu öne sürer. Ne var ki, Marx ve Engels’in diyalektik yaklaşımından haberdar olan ve bu yaklaşımı uygulamaya çalışan Gould bu noktada çubuğu fazla büker. Oysa çok doğru bir tespitle, “evrim, tesadüf ve zorunluluğun bir bileşimidir –değişiklik düzeyinde tesadüf, seçilimin işleyişinde zorunluluk” diyen de yine Gould’dur.

İnsanın ortaya çıkışı, evrimin ilginç oyunlarından biridir gerçekten de. Nitekim bugün gerek evrimsel biyologlar, gerekse de fosilbilimciler, canlıların özellikle de insanın evrim sürecinde, yalnızca biyolojik evrimin değil, onun topluluk yapısının, kültürel evriminin de ne denli önemli etkilerde bulunduğunu göstermiş bulunuyorlar. Gerçekten de canlıların evriminde Darwin bireylerden yola çıkmıştı. Ona göre, bireylerin tek tek sahip oldukları özelliklerin, ortama uyum açısından elverişli ya da elverişsiz olması belirleyici önemdeydi. Avantajlı olanlar çoğalır ve bu avantajlı özellikleri gelecek nesillere aktarırken, o ortamda avantajsız olanlar elenip giderlerdi.

Ne var ki, memelilere ve özellikle insana geldiğimizde işler değişiyor. Grup halinde yaşayan memelilerde, avantajlı olmak artık yalnızca bireysel özelliklere indirgenemez bir boyut kazanıyor. Dayanışma, yardımlaşma, “işbölümü”, grup içi ilişkiler gibi etkenler, belli bir grubu, içinde yaşadığı ortama çok daha uyumlu hale getirip, bu grubun bireylerinin de yalnızca kendi bireysel avantajlarından değil topluluğun kolektif avantajından yararlanması sonucunu doğuruyor. İnsana geldiğimizde durum daha da çarpıcı hale geliyor.

Diğer tüm canlılardan farklı olarak, insan, denebilirse, kendini var etmiştir: Emekle. İnsan, daha başından itibaren içinde bulunduğu doğal koşullara kölece bağlı kalmaya karşı amansız bir savaşım içerisine girmiştir. İnsanın bilinçli üretim faaliyeti, artık onun içinde bulunduğu doğal ortamı değiştirebilir bir nitelik kazanmıştır. Bugün insanoğlu, doğanın ya da genlerinin kölesi olmaktan kurtulma yolunda nesnel olanaklar bakımından muazzam bir gelişme kaydetmiş durumdadır. İnsanlık gerek doğal, gerek kültürel ve gerekse de toplumsal evrimiyle, bugün artık doğanın kölesi değil efendisi olma noktasına nesnel bakımdan son derece yaklaşmış durumdadır. Hatta bunun dehşet verici göstergeleri de mevcuttur. Açgözlü sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü kapitalist toplum, bıraktık doğanın tek taraflı belirlemesine tâbi olmayı, bugün doğayı mahvedecek güçleri de kendi ellerinde (maalesef) biriktirmiş ve kendisi de dahil tüm canlıların yaşamını tehdit eder bir hale gelmiştir. Ne var ki, bilimsel gelişmeler, kapitalist toplumun aşılmasıyla birlikte, bal gibi de evrim sürecinin biçare figüranları olmaktan kurtulabileceğimizi göstermektedir. Tıpkı Marx’ın 150 yıl önce dile getirdiği gibi: İnsanlığın gerçek tarihi, yani bilinçli insanlık komünizmle başlayacaktır. Ve bugün bunun nesnel temelleri gün geçtikçe daha da hazır hale geliyor. Tüm bunlardan sonra, gerçekten de bir amip ile bir insanı aynı gelişkinlik düzeyine koymak mümkün mü?

Peki Gould neden evrimin aynı zamanda bir gelişme-ilerleme demek olmadığını savunmaktadır? Bunun nedeninin, Gould’un, evrim teorisini dini, gerici ya da ırkçı düşüncelerine temel haline getirmek isteyen gericilere karşı yürüttüğü haklı ve onurlu mücadelede çubuğu tam ters tarafa bükmesinde yattığını söylemeliyiz. Gould, evrimsel ilerleme fikrinin nasıl kötüye kullanıldığından hareketle, bu fikrin kötüye kullanılışını değil, fikrin kendisini yok etmeye girişir. Pire için yorgan yakar.

Ne var ki meslekten olmayanların çoğu evrimi hâlâ ilerlemeyle özdeşleştiriyor ve insan evrimini yalnızca değişiklik olarak değil, artan zekâ ya da uzayan boy gibi varsayımsal gelişmişlik ölçüleriyle tanımlamayı sürdürüyor. (…)

Organik evrimle ilerleme arasında kurulan bu hatalı denklem talihsiz sonuçlar üretmeyi sürdürüyor. Tarihsel olarak, (Darwin’in kendisinin bile büyük kuşkuyla karşıladığı) toplumsal Darwinciliğin kötüye kullanılmasına neden olmuştur. Bu utanç verici kuram insan gruplarını ve kültürlerini, sözde evrimsel gelişmişlik düzeylerine göre, (hiç de şaşırtıcı olmayan bir sıralamayla) beyaz Avrupalıları en üste, onların sömürgelerinde yaşayanları ise en alta yerleştirerek sınıflara ayırmıştır. Bu denklem bugün de, küresel kendini beğenmişliğimizin yani gezegenimizde yaşayan bir milyondan fazla tür ile kader birliği içinde değil de onlardan üstün olduğumuz inancının ana bileşenlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor.[4]

Demek ki, Gould’un evrimde ilerleyişin olmadığını savunmasının asıl amacı, ırkçı, statükocu, dinci düşüncelerin bilimsel bir temelle açıklanmasına engel olmak istemesiydi. Çünkü evrimle ilerleme arasında bir bağlantı kurulması “sosyal Darvinizm”i besliyordu: “Sömürgelerde yaşayan insanlar evrimsel olarak daha geri bir türü oluşturuyor; biz onlardan daha üstün ırklar olduğumuz için onları birer köle olarak kullanmak bizim suçumuz değil!” yollu sonuçlara mahal vermemek için Gould evrimin ilerleme olduğunu reddederek çubuğu öbür tarafa büküyordu. Irkçılığa karşı ömrü boyunca mücadele eden saygıdeğer bir bilim insanının çabasıdır aslında söz konusu olan.

Benzer şekilde insanların genetik biyolojilerinin onların bilinçlerini belirlediği şeklindeki gerici görüşe karşı da savaş vermişti Gould. Aşağıdaki satırlar Gould’un dünyaya bakışı hakkında önemli ipuçları vermektedir:

Biyolojik belirlenimcilik yandaşları bilimin, bir boş inanç ve duygusallık ağını yararak bize gerçek doğamızı gösterebileceğini iddia eder. Ancak iddialarının temel etkisi çoğu zaman farklı olmuştur: Sınıf ayrımlaşmasının var olduğu toplumların liderleri bu iddiaları kullanarak, geçerli toplumsal düzenin sürmesi gerektiğini, çünkü bunun doğanın yasası olduğunu ileri sürmüşlerdir.[5]

Gould’un evrimin ilerlemeye tekabül ettiği görüşüne karşı olmasının bir başka nedeni de yine egemen sınıfın varlığını sürdürme araçlarından biri olan dine temel sağlayan teolojik yaklaşıma karşı olmasıydı. İlerleme kavramının evrimde kabul görmesinin teolojik yaklaşıma; yani doğanın ve doğada yaşayan tüm canlıların üstün bir yaratıcı güç tarafından ayrıntılı bir şekilde tasarlanmış olduğu, doğanın önceden yapılmış bir plan çerçevesinde işlediği anlayışına yol açma olasılığı vardır. Gould bu olasılığı bertaraf edip, teolojik yaklaşıma mahal vermemek adına var olan bir gerçekliği yadsımıştır.

Şurası açık ki, gerek dini yorumlar gerekse de ırkçı yorumlar, belli gerçeklerin üstü örtülerek bertaraf edilemez. Bu tür sağ ve gerici düşünceler, kendi gerçek köklerini bilimsel görüşlerden değil, kapitalist toplumdan alırlar. Dolayısıyla onları yok etmenin tek yolu da insanlığın başına belâ olan kapitalist toplumu ortadan kaldırmaktır. Bu sistem işçi sınıfı tarafından yerle bir edildiğinde, Gould gibi, kapitalist bir bataklığın içerisinde bile pırıl pırıl parlayan ender bilim insanları, insanlık tarihi içerisinde hak ettikleri yerleri alacaklardır.

İsmail Karagil


[1] Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.142

[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay, Kasım 1995, s.147

[3] Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Mayıs 2000, s.21

[4] Stephen Jay Gould, age, s.23

[5] Stephen Jay Gould, age, s.239

Kaynak:
Kaynak: Marksist Tutum-Bilim/Kültür
http://marksist.com/ismail_karagil/evrimin_diyalektigi.htm