6 Temmuz 2014 Pazar

İslamiyet ve Bilim (Erdoğan Aydın) (ilk bölümü)






İslamiyet Bilimden Yana mıdır?

İslamcı yazarlarca iddia edildiği gibi İslamiyet, diğer dinlerden ayrımla, bilimden yana mıdır gerçekten?

Bu kitap boyunca ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, bu sorunun yanıtı bütünüyle olumsuzdur. Hep birlikte göreceğiz ki, genel olarak bilim ile din (bu özgülde İslamiyet) ve daha ötesi bilimsel verilerle Kuran’ın iddiaları arasında uzlaşmaz karşıtlıklar bulunmaktadır.

Buna karşılık Tabbara, İslam’ın bilime karşı olduğu iddiasını reddetmekte, “Kuran’ın talimlerinin ışığında, gerçek tarihin şahadetine dayanarak bu ithamın hakka düşmanlık ve tarihe iftira olduğunu ortaya” koyacağını, “hakikatte ilme savaş açanların İslam’ın dışındaki dinler (a.g.e,s.284) olduğunu ileri sürmektedir.

Tabii bu kesin karşı çıkışa rağmen, (Tabbara’nın) ortaya somut deliller koyacağını bekleyenler, her zamanki gibi düş kırıklığına uğrayacaklardır.

Üstelik “tarihin şahadeti” İslam’ın egemen olduğu toplumların bilim yolunda çok belirgin geri kalmışlıklarına işaret etmektedir. Bu yüzdendir ki, genel olarak bilim-din karşıtlığı gerçeğine İslam adına “tarihe iftira”, “hakka düşmanlık” gibi boş, ama ajitatif (ajitatif: Provoke ve tahrik edebilen, kışkırtan. davranış, konuşma, yazma.) yargılarla karşı çıkmak bilimin mantığı açısından bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü boş laflarla geçiştirilemeyecek kadar somut bir durum ile karşı karşıyayız. S.7

İslam toplumlarının bilim tarihinde ve günümüzdeki halleri ortada. Üstelik İslam coğrafyasında yaşamış bilginlerin en önemlilerinden sayına İbn-i Sina bile (çalışmalarının, din adamlarınca engellendiği ve özellikle Gazali tarafından kafirlikle suçlandığı gerçeği bir yana) gerçek hocasının kendinden 1400 küsur yıl önce ölmüş Yunanlı Hipokrat olduğunu belirtiyor; ki bu, onun hakkındaki gerçek yargının bile, onun eserlerindeki kendi buluşları ile Hipokrat’ınkileri birbirinden ayırmadan verilemeyeceğini ortaya koyar (Vehbi Belgil, Cumhuriyet, Bilim ve Teknik, Mart 1998).

Tabbara diğer İslam yorumcuları gibi din ile bilim arasındaki zıtlaşmayı, Kilisenin bilimi engelleme yolunda gösterdiği zulümle açıklar. Yani kilise eğer bilime hoşgörülü davransaydı bilim de dini inkar etmeyecekti! Oysa birbirine karşıt olan kilise ile bilim değil, genel olarak din felsefesi ile bilim felsefesidir. Çünkü, birincisi (din) sorgusuz mutlak inancı emreder, ikincisi (bilim) ise her şeyin sorgulanması ve iç çelişkilerince belirlenen hareketin yasalarının açığa çıkarılıp, ona hükmedilmesi mantığı üzerinde yükselmektedir.

Birincisi, her şeyi, basit açıklamalarla Tanrı’nın varlığına bağlar ve bundandır ki, yağmurda “Allah’ın rahmeti”ni, fırtınada, depremde, yıldırımda vb. “Allah’ın gazabı”nı, zenginlikde, fakirlikte, ölümde, hastalıkta, “Allah’ın iradesi”ni bulurken, bilim bunların tümünü sorgular ve sonuçta hiçbirinin doğaüstü bir iradece belirlenmediğini, kendi içlerinde belli nedenleri, koşulları olduğunu saptar, ve işte bu karşıt mantığının sonucudur ki bunlara müdahale edebilmeyi sağlar. Her şeyi Allah’a bağlayan yaklaşım ise eğer kendi içinde asgari tutarlılığa ve tabii dürüstlüğe sahipse, doğaldır ki, böylesi bir müdahaleyi Tanrı düşmanlığı olarak görecektir; çünkü yapılan Allah’ın iradesine karşı çıkmaktır. Örneğin, paratoner Allah’ın cezalandırmak amacıyla yolladığı yıldırımı engellediğinden günahtır. Oysa bilim açısından bu, insanlık yararına büyük bir buluştur.

Dinin mantığına göre zamanların ötesinde her şeyi bilen bir Allah vardır ve din kitapları insanların bilmesi gereken şeyleri zaten bildirmiştir. Nitekim din kitapları çalışmayı, şükrü, ibadetin gereğini ve ayrıntılarını, nelerin yapılıp nelerin yapılmamasını, toplumsal düzenin nasıl olması gerektiğini bıktırıcı tekrarlarla anlatıp durmuştur. Yani sınırlar çizilmiştir. Bunun ötesinde hayat, ayetlerde de belirtildiği gibi “boş”tur ve “öbür dünya”ya hazırlanılan bir sınav yeridir. Dolayısıyla iyi bir dindara düşen, dinin gereklerini yapmak ve dünyada rızkını artırmak için çalışmaktır. S.8-9

Dikkat edilirse Kur’an’da çalışma, rızkın artırılması ile sınırlanmış, bilimsel gelişmelere yönelik tek bir teşvikte bulunulmamıştır. Bilgiden kastedilen dinsel bilgilerin düzeyi ve bu çerçevede günlük sorunlara karşı yol gösterici olmaktır. Aksine bilim insanı, eğer ki bilgileriyle dinsel safsataları daha da pekiştiremiyorsa, ne kadar önemli buluşlar ortaya koyarsa koysun Allah indinde o bir “cahil”dir.

Bilimin konusu olan doğayı keşfetmek ve ona hükmetmek, dince bir araştırma konusu yapılmamış, aksine böyle şeyler Allah’ın tasarrufuna karışmak olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla, bilim  daha en baştan olarak ayrılmış konuları gündemine almakla, ona karşı “suç” işlemiş olmaktadır. Kaldı ki “zamanların ötesinde her şeyi bilen bir Allah” isteseydi, kitabında insanlara bilimi de öğretirdi. Öğretmeyip milyarlarca insanın hastalıktan, depremden, yıldırımdan vs. ölmesini engellemiyorsa, bu onun acizliğinden değil, aksine bunları işledikleri “suçlara” karşılık insanları cezalandırmak amacıyla kullanmasındandır! Kaldı ki Kur’an’ın kendisi de afet ve hastalıkların Allah’ın bilinçli eylemi sonucu olarak gerçekleştiğini çok net olarak tekrar tekrar belirtir. (bunların örneklerini ‘Peygamber Masalları’ ve diğer bölümlerde görmüştük). Dolayısıyla bilim, Allah’ın gücünü, varlığını, rahmet ve kızgınlığını göstermekte kullandığı araçları onun elinden almakla daha en baştan din felsefesinin zıttı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. S.9

Din ile bilim arasındaki bu çok açık ayrım ışığında özel olarak a kabul etmeliyiz ki, Kilise’nin yüzyıllar boyunca bilimle çarpışması, gerçekte Hristiyanlık tasarrufu değil, en genelde dinsel bir tasarruftur. Çünkü en basitinden paratoner, şükretmeyen kullarına karşı Allah’ın yıldırımla ceza vermesini engelleyen, Allah’ın insanlara karşı kullandığı silahını etkisizleştiren bir buluştur; cüzama çare bulmak ve diğerleri de öyle. Demek ki İslam yorumcuları suçu Kilise’nin üzerine atarak kendilerini temize çıkartmaya çalışmakla açık bir nankörlük yapmaktadır. Çünkü Kilise din kitaplarının mantığını çürüten ilk buluşlara karşı tavır alırken, gerçekte tüm dinlerin ortak allah’ını (ve mantığını N.T) savunuyordu. Dolayısıyla Kilise’nin bu karşı çıkış mantığı tüm dinler kadar İslamiyet’in de gerçeğidir. (alt not: Paratoner’in öyküsü) S.10


Tabbara’nın, Kuran’ın bilimden yana olup onu teşvik ettiğini ispatlamak için karşımıza çıkardığı ayetlere göz atmak, Kuran’ın gerçekte iddia edilen bu nitelikten uzak olduğunu ve Tabbara’nın onları demogojik (Demagoji (İnglizce:Demagogy) (Fransızca:Démagogie), akılcı ve mantıklı çıkarım ve tartışmalardan ziyade, halkın isteklerine, önyargılarına ve korkularına dayalı olarak yapılan siyaset ve destek arayışıdır. Çoğunlukla dindarlık, milliyetçilik ve ırkçılık gibi popüler kavramları kullanarak ve bunlara bağlılığı sömürerek yapılır) yorumlara tabii tutarak saptırdığını görmemiz açısından ilginç olacaktır. S.10

“İslam Müslümanları ilme teşvik etmiş, özellikle ilme değer vererek mensuplarına ilerleme ve tekamülü farz kılmıştır. (…)

(Sorularla İslamiyet
tekamül: Bazıları tekâmülü, evrim karşılığı olarak kullanırlar. Oysa, bu iki kelime kavram olarak birbirinden çok farklıdırlar. Evrimcilerin “tekâmül” derken kastettikleri mânâ, bir türün zaman içerisinde bir başka tür hâline gelmesidir. 

Halbuki, tekâmül, ilâhî terbiye ile kemâle ermek demektir. Daha açık bir ifade ile tekâmül, meselâ, bir kavun çekirdeğinin çeşitli safhalardan geçerek kavun hâline gelmesidir. Evrimci tekâmülü böyle anlamaz. Ona göre, söz konusu çekirdek çok uzun bir zaman sonra karpuz, kabak yahut bir başka meyve veya sebze hâline gelebilir. 

İlim, hikmet, rahmet gibi nice hakikatleri bize ders veren “terbiye” ve “tekâmülü”, “evrim” gibi, donuk ve ruhsuz, bir kelimeye sığıştırmak mümkün değil.)

Allah ilme teşvik konusunda: ‘De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür’ (Zümer-9) buyurmaktadır…Bu ayette ilmin şerefi belirtilip...”(Tabbara, ilmin Işığında İslamiyet, s. 285)

Yapılan alıntının gerçeğine uygun yorum yapmanın yazarlık ahlakının asgari gereği olduğu açıktır. Oysa Tabbara bu temel kuralı çiğnemektedir.

Ayetin bütünü şöyledir:
Zümer-8:
Diyanet İşleri
:
İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra kendi tarafından ona bir nimet verdiği zaman daha önce O’na yalvardığını unutur ve Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar. De ki: “Küfrünle az bir süre yaşayıp geçin! Şüphesiz sen cehennemliklerdensin.”

Zümer-9-10: “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu? De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. (devamla 10. ayet:) Ey inanan kullarım, rabbinize karşı gelmekten sakının, bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın yarattığı gökyüzü geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.” (Zümer-9-10)



Görüldüğü gibi Kur’an, Tabbara’nın ayet içinden cımbızla çekerek ve olmadık anlamlar yükleyerek yorumladığının aksine, inananlarını bilime teşvik etmemekte, bilimin şerefini vurgulamamakta hele hele bilimsel ilerleme ve olgunlaşmayı farz kılmamaktadır. Aksine Kur’an söz konusu ayet ve öncekilerde, “bilme” ve “bilmeme” ikilemini Rabbinden rahmet dileme veya inkarın ifadesi olarak kullanmakta, “akıl sahibi” olan kişinin hakkıyla düşüneceğini, yani allah’ın yolunda gideceğini, bilmenin ölçütünün Rabbine karşı gelmekten sakınmak, Allah’ın çizdiği kadere iman edip sabretmek olduğunu ve sabredenlere karşılıklarının ödeneceğini anlatmaktadır. Demek ki ayetin gerçeği ile Tabbara’nın ona yüklemeye çalıştığı anlam birbirinden tamamen farklıdır. S.11



Yine Tabbara, “And olsun ki, biz düşünen bir kavim için ayetlerimizi açıkladık (bir kavim için açıklamış, yani Muhammed’in kavmi! N.T) “, “düşünmez misiniz?” deyişlerinden, İslam’ın “her şeyde aklı hakem seçtiği, insanları akıllarını kullanmaya yönelttiğini,
Kur’an’da elli küsur yerde akıl ve akıl kökünden türemiş kelimeler zikredildiğini ve bunun da akılcılığın kanıtı olduğunu iddia eder. Mantık çok basit ve bir o kadar da bilimdışıdır. Ve tabii diğer şeyler gibi akılcılığın ölçütünü de daha en baştan parseller: Allah’a iman! Buna götürmeyen bir düşünce ve akıl, istediği kadar karşıtlarını ortaya koysun, Kur’an’a göre o, akıl ürünü değildir! Yani özetle çağın gerisinde, bilim yoksunu insanın hurafelere dayalı aklı, gerçek anlamda akıl gibi sunulmakta, yağmurun nasıl yağdığını bilmeyen insan, bunu mutlaka bir gücün yarattığı, demek ki Allah’ın olduğu sonucuna varması yönünde düşünmeye zorlamakta ve bundan da hiç sıkılmadan Kur’an’ın akla, düşünmeye, bilime nasıl önem verdiği sonucu çıkarılmaktadır. S.16

Yine Tabbara’yı dinleyelim:

“Bir başka ayette, alimlerin Allah katında dereceleri ve kendilerine has özellikleri belirtilir. Allah sizden iman edenlerle ilim verilenlerin derecelerini yükseltir (Mücadele-11)” (a.g.e., s.285)

Kur’an her yerde olduğu gibi burada da alimi, din adamı anlamında kullanmaktadır. Yani gerçek anlamdaki bilim insanı değil, onun en dar ifadesi olan din bilimcisi bile değil, doğrudan İslamiyet’in bileni, ideoloğu söz konusu edilmektedir. Nitekim Al-i İmran-18’de ilim sahipliği, Allah’ın varlığını teyit etmekte belirlenerek bu durum daha da açık ifadesini bulur.
Al-i İmran 18:
Diyanet İşleri
:
Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.


Bu bir yana burada “ilim verilenler” deyişinde de kendini gösteren ve bilimsel mantığa tamamen zıt olan dinsel mantık dikkate değerdir. Din felsefesi açısından bilim, her şeyi sorgulayacak bir mantığın ürünü olarak bulunan gerçeğin arayışı değil, tıpkı rızk gibi önceden saptanmış ve Allah’ın keyfiyetince dağıtılan bir “ihsan” kimi şanslı kullara verilen bir armağandır. Pysa bilimin gerçeği buna tamamen zıttır. Kaldı ki gerçek böyle olmuş olsaydı, bilimin Müslümanlara değil de özellikle kafir olanlara verilmesi sorunu, içinden çıkılmaz bir çelişki olurdu. S.12

Herkesi Müslümanlığa çağıran ve diğer dinlerin “batıl” olduğunu, doğru yolu göstermeyeceğini ileri süren bir tanrı, insanları etkileyecek, hayatı kolaylaştıracak, üstelik kendi katında da değerli olduğunu iddia edilen bilimi kendi ümmetine değil de kafir olanlara vermektedir. Bu durumda sormak gerekir; yoksa tanrının gerçek yolu kafirlik mi ki “ilim verilenler” de onlardan olmaktadır.

Kur’an’da Allah öyle sınırsız keyfiyet kullanan bir güç olarak tanımlanmaktadır ki, “Allah böylece bilgisizlerin kalbine mühür basar” (Rum 59) gibi nitelemelere sık sık rastlarız. Böylesi yaklaşımların bu dünyanın sınav dünyası olduğu ve Allah’ın bu sınav için sonsuz adil olduğu iddialarını inkar ettiği gerçeği bir yana, alt ve üstteki ayetlerle bütünlük içinde okunduğunda görülecektir ki, sözü edilen, bilimsel bilgi veya karşıtı gerçek cehalet değil, Allah’a inanç ve kulluk yükümlülükleridir. Yani söz konusu olan ayetler gerçekte, inananların, kafirlerin durumundan dolayı Allah’ın gücü ile uyuşturamadıkları açık bir çelişkinin Muhammed tarafından yapılan bir mantık oyunuyla giderilmesinden ibarettir. Allah her şeye kadirdir, onun yolu İslamiyet’tir. S.12 Buna rağmen kafirler var, çünkü Allah onların kalbini mühürlemiştir. Öbür dünyada, onlara sadece azap vardır.1…görüldüğü gibi, ilginç bir durumla karşı karşıyayız, ki bilimin de zenginliklerin de daha çok kafirlere “verildiği” gerçeğiyle bu durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor. S.13

Rum-30’daki deyiş ise doğrudan bilim karşıtı, klasik din felsefesinin ifadesidir.

Allah’ın yarattığı değiştirilemez:
Diyanet İşleri
:
Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Oysa ki bilim, Heraklit’in, “insan aynı suda iki kere yıkanamaz” deyişinde ifadesini bulduğu gibi, her  şeyin zaman içinde değişime uğradığı şeklindeki evrim anlayışına sahiptir. En hareketsiz  görünen, yüzyıllarca değişmeyen şeyler bile gerçekte kendi içinde ve birbirlerine karşı görece farklılıklar göstererek sürekli b ir değişim içindedirler. Yani bilimde hareket esastır, dinsel mantıkta ise hareketsizlik. S.14

Aynı şekilde, evrim gerçeğini diğer yanıyla da reddeden din mantığı, Yasin 82’de şöyle ifadesini buluyor: “O’nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol’ demektir, o da hemen oluverir”.
Diyanet İşleri
:
Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.



Oysa ki bilimsel yaklaşım, şeylerin oluşumunu, birbirine karşı görece bir farklılık içinde belli nicel birikimler sürecine bağlı olarak açıklar. Yani şeyler bir anda ve doğaüstü bir gücün göre keyfiyetine değil, iç ve dış koşullarınca belirlenen belli bir evrim içinde oluşur ve dönüşürler. Yoktan var olmadıkları, yani Tanrı’nın ‘ol’ deyişiyle yoktan var olmadıkları gibi vardan da yok olmazlar; kendi içlerinde sürekli bir hareketlilik gösterip belirli koşullara bağlı olarak ve nicel birikimlerle bir nitelikten diğer bir niteliğe dönüşürler. Dolayısıyla , “Allah’ın yarattığı değiştirilemez” deyişi ile Tanrı “istedi mi ona sadece ‘ol’ der, o hemen oluverir” deyişinde ifadesini bulan din mantığı bilimsel mantığın tam karşıtıdır. Kaldı ki “kader”in mutlak bir inanç olduğu bir felsefede, bilimsellik ve bilim yöneliminin söz konusu olması da zaten mümkün değildir. S.14


“Kur’an, öğrenmek istedikleri ulvi ve tabii hakikatler konusunda kesin söz sahibi olmaları için Müslümanları ilim öğrenmeye sevkeder: De ki, rabbim ilmimi artır. (Taha-114) ayeti bu gerçeği belirtir” (Tabbara, İlmin ışığında İslamiyet, s. 286).s.15


Tabbara, İslamcı ideologların genellikle yaptığı gibi Kuran’ı tahrif etmektedir. Taha-114’ün bütünü şöyledir:”Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur’an sana vahyedilirken, vahy bitmezden önce unutmamak için, tekrarda acele edip durma, rabbim ilmimi artır’ de”.

Demek ki ayette gerçeklerin öğrenilmesi için bilime yöneltme diye bir şey söz konusu değilmiş…s.15


Bu noktayı geçmeden Tabbara’nın materyalistlerle ahirete ilişkin tartışırkenki sözl”erini anımsatmadan edemeyeceğiz; çünkü tam bir zıtlık oluşturmaktadır. Tabbbara söz konusu yerde şu düşünceyi savunuyor: “Bugün bizim müptela olduğumuz akılcılık cereyanı insanlığımızı tamamen yok eden kuvvetli bir zehir gibidir. Bu öldürücü zehir, ruhlarımızda yüce, adil, büyük ne varsa hepsini uyuşturuyor” (a.g.e., s.134) s.16

Kuşku götürmez ki burada, az önceki bilimcilik, akılcılık lafazanlıklarının aksine tüm din felsefelerinin gerçek düşüncesi açıklanmaktadır. Öyle de olmak zorundadır. Çünkü bilim, Kur’an’ın en çok verdiği yağmur örneği başta olmak üzere Allah’a atfedilen her şeyin, gerçekte Allah’ın tamamen dışında olgular olduğunu ortaya koyarak dinin felsefi temelinde erozyon yaratmakta, dinin ayaklarını bastığı cehalet toprağını eritip bitirmektedir. S.17


Dikkat edilirse tarih boyunca her türden din ile bilim arasında hep uzlaşmaz çelişki olmuştur; ta ki bilimsel süreç artık önü alınamaz bir güç kazanıp da, din ideologlarını oportünistçe bir dönüşümle bilimle uzlaşmak zorunda bırakmasına kadar. Tabii bu uzlaşma için dini alenen yadsıyan yorumlardan kaçınmak ön koşul yapılmış ve bu uzlaşmayla birlikte din, siyasal ve toplumsal nüfuzunu bilimin önünde engel yapmaktan vazgeçmiş, buna karşılık bilim de kendi sürecinin felsefesini ortaya koymaktan (yani Tanrı konusuna girmekten, bu tür hayali varlıkların ve inançların bilime aykırı olduğunu ve bir Tanrı’nın olamayacağını bilim adına söylemekten N.T) olabildiğince uzak durmuştur. Bu uzlaşmayla birlikte bilim adamları toplumsal olarak ödüllendirilen, icatlarından dolayı cezalandırılmayan ve rahat çalışma olanakları bulan insanlar konumuna yükselmişlerdir. Ancak kapitalizmin gelişmesiyle bilim adamları arasında da ayrışma başlamış, özelde emekten veya burjuvaziden yana, genelde materyalist veya metafiziğe boyun eğenlerce belirlenen bir ayrım olmuştur. S.17


…dinin bilim karşısındaki tavrı açısından İslamiyet’in Kilise’den farklılığından söz edilemez. Bu noktada ilk elden akla gelen birkaç örneği anımsatalım:

Evliya Çelebi seyahatname’sinin birinci cildinde Hazerfen Ahmet Çelebi, önce Okmeydanı’nda minber üzerindeki, rüzgarlı havada kartal kanatları ile sekiz dokuz kere uçarak deneme yaptı. Sonra Sultan Murad (IV. Murad) Sarayburnu’ndaki Sinanpaşa Köşkün’den seyrederken Galata Kulesi’nin en üstünden lodos rüzgarı ile uçarak Üsküdar’da Doğancılar Meydanın’a indi. Sonra Murad Han kendisine bir kese altın vererek: “Bu adam çok korkulacak bir adamdır. Her ne isterse elinden geliyor. Böyle kimselerin yaşaması doğru değildir, diye kendisini Cezayir’e sürmüştür. Orada öldü”  demektedir. Bilindiği gibi Osmanlılar’da padişah aynı zamanda tüm İslam aleminin en büyük dini otoritesi, halifesidir. S.18

Yanı sıra Uluğ Bey, Ali Kuşçu gibi büyük astronomlar İslam toprağı üzerinde yetişmelerine rağmen özgürce araştırma, bilgi birikimi ve dışa açılma olanakları bulamamış, Allah’ın işine karıştıkları gerekçesiyle çalışmaları dini devlet otoritelerince  engellenmiş, nihayet 1580 yılında Şeyhülislam fetvasıyla kurulu tek rasathane de yıktırılarak astronomi alanındaki cılız çalışmalar da tümden boğazlanmıştır.

İbn-i Sina’nın, çalışmalarında otopsi yöntemine daha çok başvuramaması yüzünden olası tıbbi gelişmeleri gerçekleştiremediği bilinen gerçeklerdendir. Bu durum sonraki yüzyıllarda da sürmüş ve Batı’da bilim Kilise’yi gerileterek 1286’da resmi otopsi yapma olanağı elde etmesine karşın, İslam topraklarında  bu olanak sonraki yüzyıllar boyunca bulunamamıştır; nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyle sınırlı gerçekleşebilmişse de İslami inancın gereği olarak İslami topraklarda kadavra elde edilemediğinden, bu özgürlük bile fazla işe yaramamıştır. Kaldı ki, bilimsel gelişmeyi genelde engelleyen bu bağnazlık ortamında söz konusu özgürlüğün tek başına işlev görmesi de düşünülemezdi. Her ne kadar İbrahim Hakkı gibi reformist din alimlerinin, ortaya çıkaracağı gelişmeler bağlamında anatomi biliminin Allah kudretini bilmenin yolu olacağı yollu mantığı söz konusu olmuşsa da, gerek Kur’an, gerekse de dinsel otoriteler böylesi gelişmeler önünde engel olmaya devam etmişlerdir. Ne de olsa öldüren de hastalık veren de Allah’tı; dolayısıyla onlardaki nedenleri, olay ve olguları değiştirmeye yönelmek amacıyla araştırmak, kadere, Allah’ın iradesine karşı çıkmak olduğundan, kaçınılmaz yasaklamalarla karşılaşmıştır. Dolayısyla İslamiyet’te “kadavra ile eğitim yapmak, dinsel mantık çerçevesinde, kesinlikle günahtı”.

Birazdan da göreceğimiz gibi 1500 dolayındaki bilim dalının kuruluşunda, İslam egemenliği altındaki topraklardan ancak bir elin parmaklarınca sınırlı bir katkı gelebilmiştir. İslam aleminin dikkate değer katkısı, Kilise bağnazlığında yok olma tehlikesiyle karşılaşan Yunan biliminin alınıp diğer Doğu bilim birikimiyle birlikte daha da sistematize edilmiş halde Rönesansa aktarılmasına olanak sağlaması olmuştur. Ki bu da, İslam aleminin yükselişine denk düşen ve İslam’ın henüz bilim-felsefe karşısındaki konumunun hoşgörüyü içerdiği özgün dönemin ürünüdür. Yoksa onun da özsel tavrı Hıristiyan aleminin engizisyon döneminden farksızdır.

İslam aleminin 11. yüzyıl öncesi (9,10, 11. yüzyıllar) bu geçiş döneminde gelişme olanağı bulan o güne kadar ki dünya biliminin birikimleri, henüz doğru dürüst ürün verme aşamasına varamadan, İslam alemindeki yaşama koşullarını yitirmiş ve bir daha geri dönmemek üzere Avrupa’ya göç etmek durumunda kalmıştır. İslam aleminde dinsel gericilik tarafından (Gazali öncülüğünde N.T) boğazlanarak yaşama koşullarını yitirten bilim, Batı’da üretici güçlerin gelişiminin yardımıyla, bu birikimi de kendine temel yaparak, Rönesans ve sonrasında güçlü bir atılım içine girmiş ve Kilise’yi kendisiyle belli oranda uzlaşmak zorunda bırakmıştır. S.19


Burada şu noktayı da belirtmek gerekiyor: “İslam bilim adamları” diye bize sunulanlar sınırlı bir dönemde yaşayan sınırlı sayıdaki bir kesimi hariç (ki bunlar da takip eden bölümlerde göreceğimiz gibi İslamiyetin dogmaları dışına çıkmış kişilerdir) (zaten bu bilim ve felsefeye, dini dogmalarla çatıştığı, bu dogmaların dışına çıkarttığı için engel olunmuştur  ve halen de bu N.T) bilim tarihinde etkin bir işlev görecek buluşlar ortaya koyabilmiş değillerdir… s.20