İslamiyet Bilimden Yana mıdır?
İslamcı yazarlarca iddia edildiği gibi İslamiyet, diğer
dinlerden ayrımla, bilimden yana mıdır gerçekten?
Bu kitap boyunca ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, bu
sorunun yanıtı bütünüyle olumsuzdur. Hep birlikte göreceğiz ki, genel olarak
bilim ile din (bu özgülde İslamiyet) ve daha ötesi bilimsel verilerle Kuran’ın
iddiaları arasında uzlaşmaz karşıtlıklar bulunmaktadır.
Buna karşılık Tabbara, İslam’ın bilime karşı olduğu
iddiasını reddetmekte, “Kuran’ın talimlerinin ışığında, gerçek tarihin
şahadetine dayanarak bu ithamın hakka düşmanlık ve tarihe iftira olduğunu
ortaya” koyacağını, “hakikatte ilme savaş açanların İslam’ın dışındaki dinler
(a.g.e,s.284) olduğunu ileri sürmektedir.
Tabii bu kesin karşı çıkışa rağmen, (Tabbara’nın) ortaya
somut deliller koyacağını bekleyenler, her zamanki gibi düş kırıklığına
uğrayacaklardır.
Üstelik “tarihin şahadeti” İslam’ın egemen olduğu
toplumların bilim yolunda çok belirgin geri kalmışlıklarına işaret etmektedir.
Bu yüzdendir ki, genel olarak bilim-din karşıtlığı gerçeğine İslam adına
“tarihe iftira”, “hakka düşmanlık” gibi boş, ama ajitatif (ajitatif: Provoke ve tahrik
edebilen, kışkırtan. davranış, konuşma, yazma.) yargılarla karşı çıkmak
bilimin mantığı açısından bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü boş laflarla
geçiştirilemeyecek kadar somut bir durum ile karşı karşıyayız. S.7
İslam toplumlarının bilim tarihinde ve günümüzdeki halleri
ortada. Üstelik İslam coğrafyasında yaşamış bilginlerin en önemlilerinden
sayına İbn-i Sina bile (çalışmalarının, din adamlarınca engellendiği ve
özellikle Gazali tarafından kafirlikle suçlandığı gerçeği bir yana) gerçek
hocasının kendinden 1400 küsur yıl önce ölmüş Yunanlı Hipokrat olduğunu
belirtiyor; ki bu, onun hakkındaki gerçek yargının bile, onun eserlerindeki
kendi buluşları ile Hipokrat’ınkileri birbirinden ayırmadan verilemeyeceğini
ortaya koyar (Vehbi Belgil, Cumhuriyet, Bilim ve Teknik, Mart 1998).
Tabbara diğer İslam yorumcuları gibi din ile bilim arasındaki
zıtlaşmayı, Kilisenin bilimi engelleme yolunda gösterdiği zulümle açıklar. Yani
kilise eğer bilime hoşgörülü davransaydı bilim de dini inkar etmeyecekti! Oysa
birbirine karşıt olan kilise ile bilim değil, genel olarak din felsefesi ile
bilim felsefesidir. Çünkü, birincisi (din) sorgusuz mutlak inancı emreder,
ikincisi (bilim) ise her şeyin sorgulanması ve iç çelişkilerince belirlenen
hareketin yasalarının açığa çıkarılıp, ona hükmedilmesi mantığı üzerinde
yükselmektedir.
Birincisi, her şeyi, basit açıklamalarla Tanrı’nın varlığına
bağlar ve bundandır ki, yağmurda “Allah’ın rahmeti”ni, fırtınada, depremde,
yıldırımda vb. “Allah’ın gazabı”nı, zenginlikde, fakirlikte, ölümde,
hastalıkta, “Allah’ın iradesi”ni bulurken, bilim bunların tümünü sorgular ve
sonuçta hiçbirinin doğaüstü bir iradece belirlenmediğini, kendi içlerinde belli
nedenleri, koşulları olduğunu saptar, ve işte bu karşıt mantığının sonucudur ki
bunlara müdahale edebilmeyi sağlar. Her şeyi Allah’a bağlayan yaklaşım ise eğer
kendi içinde asgari tutarlılığa ve tabii dürüstlüğe sahipse, doğaldır ki,
böylesi bir müdahaleyi Tanrı düşmanlığı olarak görecektir; çünkü yapılan
Allah’ın iradesine karşı çıkmaktır. Örneğin, paratoner Allah’ın cezalandırmak
amacıyla yolladığı yıldırımı engellediğinden günahtır. Oysa bilim açısından bu,
insanlık yararına büyük bir buluştur.
Dinin mantığına göre zamanların ötesinde her şeyi bilen bir
Allah vardır ve din kitapları insanların bilmesi gereken şeyleri zaten
bildirmiştir. Nitekim din kitapları çalışmayı, şükrü, ibadetin gereğini ve
ayrıntılarını, nelerin yapılıp nelerin yapılmamasını, toplumsal düzenin nasıl
olması gerektiğini bıktırıcı tekrarlarla anlatıp durmuştur. Yani sınırlar
çizilmiştir. Bunun ötesinde hayat, ayetlerde de belirtildiği gibi “boş”tur ve
“öbür dünya”ya hazırlanılan bir sınav yeridir. Dolayısıyla iyi bir dindara
düşen, dinin gereklerini yapmak ve dünyada rızkını artırmak için çalışmaktır.
S.8-9
Dikkat edilirse Kur’an’da çalışma, rızkın artırılması ile
sınırlanmış, bilimsel gelişmelere yönelik tek bir teşvikte bulunulmamıştır.
Bilgiden kastedilen dinsel bilgilerin düzeyi ve bu çerçevede günlük sorunlara
karşı yol gösterici olmaktır. Aksine bilim insanı, eğer ki bilgileriyle dinsel
safsataları daha da pekiştiremiyorsa, ne kadar önemli buluşlar ortaya koyarsa
koysun Allah indinde o bir “cahil”dir.
Bilimin konusu olan doğayı keşfetmek ve ona hükmetmek, dince
bir araştırma konusu yapılmamış, aksine böyle şeyler Allah’ın tasarrufuna
karışmak olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla, bilim daha en baştan olarak ayrılmış konuları
gündemine almakla, ona karşı “suç” işlemiş olmaktadır. Kaldı ki “zamanların
ötesinde her şeyi bilen bir Allah” isteseydi, kitabında insanlara bilimi de
öğretirdi. Öğretmeyip milyarlarca insanın hastalıktan, depremden, yıldırımdan
vs. ölmesini engellemiyorsa, bu onun acizliğinden değil, aksine bunları
işledikleri “suçlara” karşılık insanları cezalandırmak amacıyla
kullanmasındandır! Kaldı ki Kur’an’ın kendisi de afet ve hastalıkların Allah’ın
bilinçli eylemi sonucu olarak gerçekleştiğini çok net olarak tekrar tekrar
belirtir. (bunların örneklerini ‘Peygamber Masalları’ ve diğer bölümlerde
görmüştük). Dolayısıyla bilim, Allah’ın gücünü, varlığını, rahmet ve
kızgınlığını göstermekte kullandığı araçları onun elinden almakla daha en
baştan din felsefesinin zıttı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. S.9
Din ile bilim arasındaki bu çok açık ayrım ışığında özel
olarak a kabul etmeliyiz ki, Kilise’nin yüzyıllar boyunca bilimle çarpışması,
gerçekte Hristiyanlık tasarrufu değil, en genelde dinsel bir tasarruftur. Çünkü
en basitinden paratoner, şükretmeyen kullarına karşı Allah’ın yıldırımla ceza
vermesini engelleyen, Allah’ın insanlara karşı kullandığı silahını
etkisizleştiren bir buluştur; cüzama çare bulmak ve diğerleri de öyle. Demek ki
İslam yorumcuları suçu Kilise’nin üzerine atarak kendilerini temize çıkartmaya
çalışmakla açık bir nankörlük yapmaktadır. Çünkü Kilise din kitaplarının
mantığını çürüten ilk buluşlara karşı tavır alırken, gerçekte tüm dinlerin
ortak allah’ını (ve mantığını N.T) savunuyordu. Dolayısıyla Kilise’nin bu karşı
çıkış mantığı tüm dinler kadar İslamiyet’in de gerçeğidir. (alt not:
Paratoner’in öyküsü) S.10
Tabbara’nın, Kuran’ın bilimden yana olup onu teşvik ettiğini
ispatlamak için karşımıza çıkardığı ayetlere göz atmak, Kuran’ın gerçekte iddia
edilen bu nitelikten uzak olduğunu ve Tabbara’nın onları demogojik (Demagoji (İnglizce:Demagogy)
(Fransızca:Démagogie), akılcı ve mantıklı çıkarım ve tartışmalardan ziyade,
halkın isteklerine, önyargılarına ve korkularına dayalı olarak yapılan siyaset
ve destek arayışıdır. Çoğunlukla
dindarlık, milliyetçilik ve ırkçılık gibi
popüler kavramları kullanarak ve bunlara bağlılığı sömürerek yapılır) yorumlara
tabii tutarak saptırdığını görmemiz açısından ilginç olacaktır. S.10
“İslam Müslümanları ilme teşvik etmiş, özellikle ilme değer
vererek mensuplarına ilerleme ve tekamülü farz kılmıştır. (…)
(Sorularla İslamiyet
(Sorularla İslamiyet
tekamül: Bazıları tekâmülü, evrim karşılığı olarak
kullanırlar. Oysa, bu iki kelime kavram olarak birbirinden çok farklıdırlar.
Evrimcilerin “tekâmül” derken kastettikleri mânâ, bir türün zaman içerisinde
bir başka tür hâline gelmesidir.
Halbuki, tekâmül, ilâhî terbiye ile kemâle ermek demektir. Daha açık bir ifade ile tekâmül, meselâ, bir kavun çekirdeğinin çeşitli safhalardan geçerek kavun hâline gelmesidir. Evrimci tekâmülü böyle anlamaz. Ona göre, söz konusu çekirdek çok uzun bir zaman sonra karpuz, kabak yahut bir başka meyve veya sebze hâline gelebilir.
İlim, hikmet, rahmet gibi nice hakikatleri bize ders veren “terbiye” ve “tekâmülü”, “evrim” gibi, donuk ve ruhsuz, bir kelimeye sığıştırmak mümkün değil.)
Halbuki, tekâmül, ilâhî terbiye ile kemâle ermek demektir. Daha açık bir ifade ile tekâmül, meselâ, bir kavun çekirdeğinin çeşitli safhalardan geçerek kavun hâline gelmesidir. Evrimci tekâmülü böyle anlamaz. Ona göre, söz konusu çekirdek çok uzun bir zaman sonra karpuz, kabak yahut bir başka meyve veya sebze hâline gelebilir.
İlim, hikmet, rahmet gibi nice hakikatleri bize ders veren “terbiye” ve “tekâmülü”, “evrim” gibi, donuk ve ruhsuz, bir kelimeye sığıştırmak mümkün değil.)
Allah ilme teşvik konusunda: ‘De ki; hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür’ (Zümer-9)
buyurmaktadır…Bu ayette ilmin şerefi belirtilip...”(Tabbara, ilmin Işığında
İslamiyet, s. 285)
Yapılan alıntının gerçeğine uygun yorum yapmanın yazarlık ahlakının
asgari gereği olduğu açıktır. Oysa Tabbara bu temel kuralı çiğnemektedir.
Ayetin bütünü şöyledir:
Zümer-8:
Diyanet
İşleri
|
:
|
İnsana
bir zarar dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra kendi
tarafından ona bir nimet verdiği zaman daha önce O’na yalvardığını unutur ve
Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar. De ki: “Küfrünle az bir
süre yaşayıp geçin! Şüphesiz sen cehennemliklerdensin.”
|
Zümer-9-10: “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun
büken, ahretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi
olur mu? De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl
sahipleri öğüt alırlar. (devamla 10. ayet:) Ey inanan kullarım, rabbinize karşı
gelmekten sakının, bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın
yarattığı gökyüzü geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri sonsuz olarak
ödenecektir.” (Zümer-9-10)
Görüldüğü gibi Kur’an, Tabbara’nın ayet içinden cımbızla
çekerek ve olmadık anlamlar yükleyerek yorumladığının aksine, inananlarını
bilime teşvik etmemekte, bilimin şerefini vurgulamamakta hele hele bilimsel
ilerleme ve olgunlaşmayı farz kılmamaktadır. Aksine Kur’an söz konusu ayet ve
öncekilerde, “bilme” ve “bilmeme” ikilemini Rabbinden rahmet dileme veya
inkarın ifadesi olarak kullanmakta, “akıl sahibi” olan kişinin hakkıyla
düşüneceğini, yani allah’ın yolunda gideceğini, bilmenin ölçütünün Rabbine
karşı gelmekten sakınmak, Allah’ın çizdiği kadere iman edip sabretmek olduğunu
ve sabredenlere karşılıklarının ödeneceğini anlatmaktadır. Demek ki ayetin
gerçeği ile Tabbara’nın ona yüklemeye çalıştığı anlam birbirinden tamamen
farklıdır. S.11
Yine Tabbara, “And olsun ki, biz düşünen bir kavim için
ayetlerimizi açıkladık (bir kavim için açıklamış, yani Muhammed’in kavmi! N.T)
“, “düşünmez misiniz?” deyişlerinden, İslam’ın “her şeyde aklı hakem seçtiği,
insanları akıllarını kullanmaya yönelttiğini,
Kur’an’da elli küsur yerde akıl ve akıl kökünden türemiş
kelimeler zikredildiğini ve bunun da akılcılığın kanıtı olduğunu iddia eder.
Mantık çok basit ve bir o kadar da bilimdışıdır. Ve tabii diğer şeyler gibi
akılcılığın ölçütünü de daha en baştan parseller: Allah’a iman! Buna götürmeyen
bir düşünce ve akıl, istediği kadar karşıtlarını ortaya koysun, Kur’an’a göre
o, akıl ürünü değildir! Yani özetle çağın gerisinde, bilim yoksunu insanın
hurafelere dayalı aklı, gerçek anlamda akıl gibi sunulmakta, yağmurun nasıl
yağdığını bilmeyen insan, bunu mutlaka bir gücün yarattığı, demek ki Allah’ın
olduğu sonucuna varması yönünde düşünmeye zorlamakta ve bundan da hiç
sıkılmadan Kur’an’ın akla, düşünmeye, bilime nasıl önem verdiği sonucu
çıkarılmaktadır. S.16
Yine Tabbara’yı dinleyelim:
“Bir başka ayette, alimlerin Allah katında dereceleri ve
kendilerine has özellikleri belirtilir. Allah sizden iman edenlerle ilim
verilenlerin derecelerini yükseltir (Mücadele-11)” (a.g.e., s.285)
Kur’an her yerde olduğu gibi burada da alimi, din adamı
anlamında kullanmaktadır. Yani gerçek anlamdaki bilim insanı değil, onun en dar
ifadesi olan din bilimcisi bile değil, doğrudan İslamiyet’in bileni, ideoloğu
söz konusu edilmektedir. Nitekim Al-i İmran-18’de ilim sahipliği, Allah’ın
varlığını teyit etmekte belirlenerek bu durum daha da açık ifadesini bulur.
Al-i İmran 18:
Diyanet
İşleri
|
:
|
Allah,
melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik
ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
|
Bu bir yana burada “ilim verilenler” deyişinde de kendini
gösteren ve bilimsel mantığa tamamen zıt olan dinsel mantık dikkate değerdir.
Din felsefesi açısından bilim, her şeyi sorgulayacak bir mantığın ürünü olarak
bulunan gerçeğin arayışı değil, tıpkı rızk gibi önceden saptanmış ve Allah’ın
keyfiyetince dağıtılan bir “ihsan” kimi şanslı kullara verilen bir armağandır.
Pysa bilimin gerçeği buna tamamen zıttır. Kaldı ki gerçek böyle olmuş olsaydı,
bilimin Müslümanlara değil de özellikle kafir olanlara verilmesi sorunu,
içinden çıkılmaz bir çelişki olurdu. S.12
Herkesi Müslümanlığa çağıran ve diğer dinlerin “batıl”
olduğunu, doğru yolu göstermeyeceğini ileri süren bir tanrı, insanları
etkileyecek, hayatı kolaylaştıracak, üstelik kendi katında da değerli olduğunu
iddia edilen bilimi kendi ümmetine değil de kafir olanlara vermektedir. Bu
durumda sormak gerekir; yoksa tanrının gerçek yolu kafirlik mi ki “ilim
verilenler” de onlardan olmaktadır.
Kur’an’da Allah öyle sınırsız keyfiyet kullanan bir güç
olarak tanımlanmaktadır ki, “Allah böylece bilgisizlerin kalbine mühür basar”
(Rum 59) gibi nitelemelere sık sık rastlarız. Böylesi yaklaşımların bu dünyanın
sınav dünyası olduğu ve Allah’ın bu sınav için sonsuz adil olduğu iddialarını
inkar ettiği gerçeği bir yana, alt ve üstteki ayetlerle bütünlük içinde
okunduğunda görülecektir ki, sözü edilen, bilimsel bilgi veya karşıtı gerçek
cehalet değil, Allah’a inanç ve kulluk yükümlülükleridir. Yani söz konusu olan
ayetler gerçekte, inananların, kafirlerin durumundan dolayı Allah’ın gücü ile
uyuşturamadıkları açık bir çelişkinin Muhammed tarafından yapılan bir mantık
oyunuyla giderilmesinden ibarettir. Allah her şeye kadirdir, onun yolu
İslamiyet’tir. S.12 Buna rağmen kafirler var, çünkü Allah onların kalbini
mühürlemiştir. Öbür dünyada, onlara sadece azap vardır.1…görüldüğü gibi, ilginç
bir durumla karşı karşıyayız, ki bilimin de zenginliklerin de daha çok
kafirlere “verildiği” gerçeğiyle bu durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.
S.13
Rum-30’daki deyiş ise doğrudan bilim karşıtı, klasik din
felsefesinin ifadesidir.
Allah’ın yarattığı değiştirilemez:
Diyanet
İşleri
|
:
|
Hakka
yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde
yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme
yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Oysa ki bilim, Heraklit’in, “insan aynı suda iki kere
yıkanamaz” deyişinde ifadesini bulduğu gibi, her şeyin zaman içinde değişime uğradığı
şeklindeki evrim anlayışına sahiptir. En hareketsiz görünen, yüzyıllarca değişmeyen şeyler bile
gerçekte kendi içinde ve birbirlerine karşı görece farklılıklar göstererek
sürekli b ir değişim içindedirler. Yani bilimde hareket esastır, dinsel
mantıkta ise hareketsizlik. S.14
Aynı şekilde, evrim gerçeğini diğer yanıyla da reddeden din
mantığı, Yasin 82’de şöyle ifadesini buluyor: “O’nun işi, bir şeyin olmasını
istedi mi ona sadece ‘ol’ demektir, o da hemen oluverir”.
Diyanet
İşleri
|
:
|
Bir
şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen
oluverir.
|
Oysa ki bilimsel yaklaşım, şeylerin oluşumunu, birbirine
karşı görece bir farklılık içinde belli nicel birikimler sürecine bağlı olarak
açıklar. Yani şeyler bir anda ve doğaüstü bir gücün göre keyfiyetine değil, iç
ve dış koşullarınca belirlenen belli bir evrim içinde oluşur ve dönüşürler.
Yoktan var olmadıkları, yani Tanrı’nın ‘ol’ deyişiyle yoktan var olmadıkları
gibi vardan da yok olmazlar; kendi içlerinde sürekli bir hareketlilik gösterip
belirli koşullara bağlı olarak ve nicel birikimlerle bir nitelikten diğer bir
niteliğe dönüşürler. Dolayısıyla , “Allah’ın yarattığı değiştirilemez” deyişi
ile Tanrı “istedi mi ona sadece ‘ol’ der, o hemen oluverir” deyişinde ifadesini
bulan din mantığı bilimsel mantığın tam karşıtıdır. Kaldı ki “kader”in mutlak
bir inanç olduğu bir felsefede, bilimsellik ve bilim yöneliminin söz konusu
olması da zaten mümkün değildir. S.14
“Kur’an, öğrenmek istedikleri ulvi ve tabii hakikatler
konusunda kesin söz sahibi olmaları için Müslümanları ilim öğrenmeye sevkeder:
De ki, rabbim ilmimi artır. (Taha-114) ayeti bu gerçeği belirtir” (Tabbara,
İlmin ışığında İslamiyet, s. 286).s.15
Tabbara, İslamcı ideologların genellikle yaptığı gibi
Kuran’ı tahrif etmektedir. Taha-114’ün bütünü şöyledir:”Gerçek hükümdar olan
Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur’an sana vahyedilirken, vahy bitmezden önce
unutmamak için, tekrarda acele edip durma, rabbim ilmimi artır’ de”.
Demek ki ayette gerçeklerin öğrenilmesi için bilime yöneltme
diye bir şey söz konusu değilmiş…s.15
Bu noktayı geçmeden Tabbara’nın materyalistlerle ahirete
ilişkin tartışırkenki sözl”erini anımsatmadan edemeyeceğiz; çünkü tam bir
zıtlık oluşturmaktadır. Tabbbara söz konusu yerde şu düşünceyi savunuyor:
“Bugün bizim müptela olduğumuz akılcılık cereyanı insanlığımızı tamamen yok
eden kuvvetli bir zehir gibidir. Bu öldürücü zehir, ruhlarımızda yüce, adil,
büyük ne varsa hepsini uyuşturuyor” (a.g.e., s.134) s.16
Kuşku götürmez ki burada, az önceki bilimcilik, akılcılık
lafazanlıklarının aksine tüm din felsefelerinin gerçek düşüncesi
açıklanmaktadır. Öyle de olmak zorundadır. Çünkü bilim, Kur’an’ın en çok
verdiği yağmur örneği başta olmak üzere Allah’a atfedilen her şeyin, gerçekte
Allah’ın tamamen dışında olgular olduğunu ortaya koyarak dinin felsefi
temelinde erozyon yaratmakta, dinin ayaklarını bastığı cehalet toprağını eritip
bitirmektedir. S.17
Dikkat edilirse tarih boyunca her türden din ile bilim
arasında hep uzlaşmaz çelişki olmuştur; ta ki bilimsel süreç artık önü alınamaz
bir güç kazanıp da, din ideologlarını oportünistçe bir dönüşümle bilimle
uzlaşmak zorunda bırakmasına kadar. Tabii bu uzlaşma için dini alenen yadsıyan
yorumlardan kaçınmak ön koşul yapılmış ve bu uzlaşmayla birlikte din, siyasal
ve toplumsal nüfuzunu bilimin önünde engel yapmaktan vazgeçmiş, buna karşılık
bilim de kendi sürecinin felsefesini ortaya koymaktan (yani Tanrı konusuna
girmekten, bu tür hayali varlıkların ve inançların bilime aykırı olduğunu ve
bir Tanrı’nın olamayacağını bilim adına söylemekten N.T) olabildiğince uzak
durmuştur. Bu uzlaşmayla birlikte bilim adamları toplumsal olarak
ödüllendirilen, icatlarından dolayı cezalandırılmayan ve rahat çalışma
olanakları bulan insanlar konumuna yükselmişlerdir. Ancak kapitalizmin
gelişmesiyle bilim adamları arasında da ayrışma başlamış, özelde emekten veya
burjuvaziden yana, genelde materyalist veya metafiziğe boyun eğenlerce
belirlenen bir ayrım olmuştur. S.17
…dinin bilim karşısındaki tavrı açısından İslamiyet’in
Kilise’den farklılığından söz edilemez. Bu noktada ilk elden akla gelen birkaç
örneği anımsatalım:
Evliya Çelebi seyahatname’sinin birinci cildinde Hazerfen
Ahmet Çelebi, önce Okmeydanı’nda minber üzerindeki, rüzgarlı havada kartal
kanatları ile sekiz dokuz kere uçarak deneme yaptı. Sonra Sultan Murad (IV.
Murad) Sarayburnu’ndaki Sinanpaşa Köşkün’den seyrederken Galata Kulesi’nin en
üstünden lodos rüzgarı ile uçarak Üsküdar’da Doğancılar Meydanın’a indi. Sonra
Murad Han kendisine bir kese altın vererek: “Bu adam çok korkulacak bir
adamdır. Her ne isterse elinden geliyor. Böyle kimselerin yaşaması doğru
değildir, diye kendisini Cezayir’e sürmüştür. Orada öldü” demektedir. Bilindiği gibi Osmanlılar’da
padişah aynı zamanda tüm İslam aleminin en büyük dini otoritesi, halifesidir.
S.18
Yanı sıra Uluğ Bey, Ali Kuşçu gibi büyük astronomlar İslam
toprağı üzerinde yetişmelerine rağmen özgürce araştırma, bilgi birikimi ve dışa
açılma olanakları bulamamış, Allah’ın işine karıştıkları gerekçesiyle
çalışmaları dini devlet otoritelerince
engellenmiş, nihayet 1580 yılında Şeyhülislam fetvasıyla kurulu tek
rasathane de yıktırılarak astronomi alanındaki cılız çalışmalar da tümden
boğazlanmıştır.
İbn-i Sina’nın, çalışmalarında otopsi yöntemine daha çok
başvuramaması yüzünden olası tıbbi gelişmeleri gerçekleştiremediği bilinen
gerçeklerdendir. Bu durum sonraki yüzyıllarda da sürmüş ve Batı’da bilim
Kilise’yi gerileterek 1286’da resmi otopsi yapma olanağı elde etmesine karşın,
İslam topraklarında bu olanak sonraki
yüzyıllar boyunca bulunamamıştır; nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyle
sınırlı gerçekleşebilmişse de İslami inancın gereği olarak İslami topraklarda
kadavra elde edilemediğinden, bu özgürlük bile fazla işe yaramamıştır. Kaldı
ki, bilimsel gelişmeyi genelde engelleyen bu bağnazlık ortamında söz konusu
özgürlüğün tek başına işlev görmesi de düşünülemezdi. Her ne kadar İbrahim
Hakkı gibi reformist din alimlerinin, ortaya çıkaracağı gelişmeler bağlamında
anatomi biliminin Allah kudretini bilmenin yolu olacağı yollu mantığı söz
konusu olmuşsa da, gerek Kur’an, gerekse de dinsel otoriteler böylesi
gelişmeler önünde engel olmaya devam etmişlerdir. Ne de olsa öldüren de
hastalık veren de Allah’tı; dolayısıyla onlardaki nedenleri, olay ve olguları
değiştirmeye yönelmek amacıyla araştırmak, kadere, Allah’ın iradesine karşı
çıkmak olduğundan, kaçınılmaz yasaklamalarla karşılaşmıştır. Dolayısyla
İslamiyet’te “kadavra ile eğitim yapmak, dinsel mantık çerçevesinde, kesinlikle
günahtı”.
Birazdan da göreceğimiz gibi 1500 dolayındaki bilim dalının
kuruluşunda, İslam egemenliği altındaki topraklardan ancak bir elin
parmaklarınca sınırlı bir katkı gelebilmiştir. İslam aleminin dikkate değer
katkısı, Kilise bağnazlığında yok olma tehlikesiyle karşılaşan Yunan biliminin
alınıp diğer Doğu bilim birikimiyle birlikte daha da sistematize edilmiş halde
Rönesansa aktarılmasına olanak sağlaması olmuştur. Ki bu da, İslam aleminin
yükselişine denk düşen ve İslam’ın henüz bilim-felsefe karşısındaki konumunun
hoşgörüyü içerdiği özgün dönemin ürünüdür. Yoksa onun da özsel tavrı Hıristiyan
aleminin engizisyon döneminden farksızdır.
İslam aleminin 11. yüzyıl öncesi (9,10, 11. yüzyıllar) bu
geçiş döneminde gelişme olanağı bulan o güne kadar ki dünya biliminin
birikimleri, henüz doğru dürüst ürün verme aşamasına varamadan, İslam alemindeki
yaşama koşullarını yitirmiş ve bir daha geri dönmemek üzere Avrupa’ya göç etmek
durumunda kalmıştır. İslam aleminde dinsel gericilik tarafından (Gazali
öncülüğünde N.T) boğazlanarak yaşama koşullarını yitirten bilim, Batı’da
üretici güçlerin gelişiminin yardımıyla, bu birikimi de kendine temel yaparak,
Rönesans ve sonrasında güçlü bir atılım içine girmiş ve Kilise’yi kendisiyle
belli oranda uzlaşmak zorunda bırakmıştır. S.19
Burada şu noktayı da belirtmek gerekiyor: “İslam bilim
adamları” diye bize sunulanlar sınırlı bir dönemde yaşayan sınırlı sayıdaki bir
kesimi hariç (ki bunlar da takip eden bölümlerde göreceğimiz gibi İslamiyetin
dogmaları dışına çıkmış kişilerdir) (zaten bu bilim ve felsefeye, dini dogmalarla
çatıştığı, bu dogmaların dışına çıkarttığı için engel olunmuştur ve halen de bu N.T) bilim tarihinde etkin bir
işlev görecek buluşlar ortaya koyabilmiş değillerdir… s.20
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder