17 Şubat 2010 Çarşamba

GELECEĞİN DÜNYASI

İnsanlar en fazla kendi ömürleri kadar bir süreyi düşünüyorlar, geçmiş geçtiği için, gelecekte de kendileri olmayacakları için geçmiş ve kendi ömürlerinin ötesi gelecek onları ilgilendirmiyor. Oysa tarihi, diyalektiği, evrimi kavramadan ne günümüzü anlayabiliriz ne geleceğe bakabiliriz. Geçmişe ve geleceğe bakmadan günümüzü anlayamayız, doğru çözümler üretemeyiz, kısacık yaşamımızı bilinçli bir şekilde değerlendiremeyiz, rastgele yaşarız ve hayvanlardan farkımız kalmaz. Gelecek planlarımızı değiştirse de değişebileceğini de göz önüne alarak kabaca bir plan yapmak, hiç plan yapmayıp günlük yaşamaktan iyidir. İnsanın ömrü için amaçları, hedefleri olmalı ki rastgele değil bilinçli yaşasın. Çocuklar bilinçli yaşamalı, ebeveynleri aşmalı, ömründen uzun idealleri olmalı ki gelişme gerçekleşsin ve hızlansın. Günümüzdeki kapitalist ve milli devletler evresinin sonsuza kadar süreceğini sanmak bu nedenlerden kaynaklanan bir aymazlıktır.


Diyalektik, doğal seçilim ve evrim ayrılmaz bir üçlüdür.

Diyalektik, karşıtların tez, antitez ve sentez yoluyla birliği ve savaşımıdır.
Doğal seçilim, uygun olanların hayatta kalması ve üremesidir.
Evrim, değişim ve gelişimdir.

Doğa, insan, toplum, düşünce, bilim ve teknoloji, dinler, ideolojiler vb. her şeyin evrimi, diyalektik ve doğal seçilim mekanizmalarıyla işler, gerçekleşir.

Canlıların evriminde değişimler diyalektik ve doğal seçilimle gerçekleşir. Önce çok az bireyde ortaya çıkar, zamanla bu uyumsal yeniliği kazanamayanlar elenir uyumsal yeniliği kazananlar yaşamaya devam ederek çoğalırlar. Tıpkı canlıların evriminde olduğu gibi toplumsal evrim de diyalektik ve doğal seçilimle gerçekleşir. Toplumda da doğru olan yenilikleri ve gerçekleri önce bir azınlık keşfeder, çoğunluk uzun bir süre bunu alaya alır, reddeder ve bildiklerini okumaya devam eder ama sonunda kabul edilmek zorunda kalınır ve topluma yayılır.

Örneğin din devletlerinin yanlışlığı çoktan anlaşılmış, birçok ülkede uygulamadan kalkmış olduğu halde ülkelerin daha büyük bir çoğunluğu bunu uygulamaya devam etmekte olduğu gibi devrimle uygulamadan kalkmış birçok ülkede ise din devletine geri dönülmeye çalışılmaktadır. Bugün Türkiye’de yaşanan da budur. Sovyetlerde de sosyalizme geçildiği halde kapitalizme geri dönülmüştür.


Tarihi Yönlendiren


Diyalektik materyalizmin, nicelik ve niteliğin birbirlerine dönüşümü, yadsımanın yadsınması, karşıtların birliği ve çatışması, insan bilincinden ve niyetlerinden bağımsız nesnel bir dış dünyanın ve toplumsal gelişmenin yasalarının varlığı ve bilinebilirliği, nedensellik, etki-tepki, rastlantı ve zorunluluk gibi yasa ve ilkeleri doğada olduğu kadar düşünce ve toplumda da geçerlidir.

Tarihsel materyalizmin toplumsal yapıların değişim, gelişim ve evrimi yasalarına göre insanları, toplumu ve tarihi yönlendiren, maddi ve manevi ihtiyaçlar, çıkarlar, üretim zorunluluğu, üretim biçimlerinin gelişimi ve sömürenlerle sömürülenler arasındaki sınıf savaşımlarıdır.

İnsanların düşünce ve davranışlarını ve tarihi yönlendiren en önemli etken önce beslenme, barınma gibi bedensel ihtiyaçlar sonra kendini gerçekleştirme ve kanıtlama ihtiyacı gibi zihinsel ihtiyaçlardır.

Tarih, zorunlu evrelere göre gelişir. Toplumun aşağı biçimlerden yukarı biçimlere doğru ilerlemesine, tarihsel ve toplumsal gelişme adı verilir ve bu gelişme kaçınılmazdır.

Tarihsel evreler insanlar aracılığıyla gerçekleşir. Kişiler bu zorunlu evreleri zamansal ve bölgesel olarak etkilerler, ancak genel olarak tarihsel evrelerin gerçekleşmesini ve insanlığın gelişimini engelleyemezler. Bu ilerleme, eski biçimlerin bu ilerlemenin önünde engel haline gelmeleri, tutucu ve gerici engellemeler nedeniyle duraklamalar, gerilemeler ve sapmalarla gerçekleşir. Fransız burjuva devriminden sonra krallığın ve feodalizmi yeniden kurma çabaları devrimi yavaşlatmıştır ama engelleyememiştir

Tarihsel materyalizme göre ekonomik ve siyasal toplum yapıları ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist, komünist toplum yapılarıdır.

Bu yasalara göre kapitalizmle birlikte oluşan milli devletler din devletlerinden sonra gelen evredir, daha sonra gelecek olanlar ise sosyalizm ve komünizmdir.

Sosyalist toplum evresi, kapitalist özellikleri sürdürdüğü gibi komünist özelliklerinde yerleşmeye başladığı, kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş evresidir.

Gelecekte insanlığın, ayrımcılıkların ortadan kalktığı sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz komünist dünya devletine ulaşması kaçınılmazdır ama bunu gerçekleştirecek olan insanlardır.

Komünist toplum dışındaki toplumlar, köleler ve köle sahipleri, serfler ve toprak sahipleri, işçiler ve kapitalistler olarak sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumlardır.

Sınıf savaşımı, maddi çıkarların karşıtlığından ortaya çıkar. Sınıf savaşımları ekonomik, siyasal ve ideolojik savaşım biçimlerine bürünürler. (Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol,Fikret Başkaya,s.262)

İdeologları aracılığıyla sınıflar, kendi politikalarını, yani amaç ve hedeflerini haklı gösterirler. Her politika önünde-sonunda, maddi çıkarlardan kaynaklanır, ama onun teorik doğrulanması, hukuksal, politik, dinsel, estetik, felsefi ideolojilere bırakılır. İdeoloji bir tür siyasal pusuladır.(s.264)

Batılıların beş yüz yıl boyunca yürüttüğü sömürgeci talanın sonucu elde edilen muazzam büyüklükteki sermaye birikimi, feodal soyluların dışında kalan bir tüccar ve zenginler topluluğu yarattı ve bilimsel ve teknolojik faaliyetleri finanse etti. Teknolojik icatlar sanayi devrimini ve üretimini yarattı.

Sanayi devrimi sonrası palazlanan burjuvazi yurtseverlik nidalarıyla feodal düzenin aşağılayıp ezdikleri işçileri ve köylüleri de yanına alarak feodalizme karşı harekete geçti ve çok uluslu monarşik din devletleri yerine tek uluslu laik, demokratik cumhuriyetle yönetilecek kapitalist milli devletleri kurdu.(s.36)

Birinci Emperyalist paylaşım savaşında kapitalist devletler burjuva hükümetleri aracılığıyla ileri sürdükleri ‘’vatan savunması’’ sloganı ile emekçiler arasında yurtseverlik bilincini geliştirerek hem savaşın maliyetini emekçilere yüklemek hem de dünya emekçilerini birbirlerine düşman edip güçlerini bölerek kendi kapitalist sistemlerini korumayı ve emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamayı planlamışlardı.(s.37)

Burjuvazi ‘’vatan savunması’’ adı altında yürüttüğü yurtseverlik kampanyalarıyla emekçilere güçlü ve zengin bir ulus vaat ediyor ve onların işlediği suçlara ortak anlamına gelecek olan desteğini istiyordu. Buldu da bu desteği, hem de başında Kautsky’nin bulunduğu Alman Sosyal Demokrat Partisi başta olmak üzere sosyal demokrat partilerin birçoğunun elinden.(s.38)

Bunun anlamı şuydu;’’Dünyanın bütün emekçileri barışta birleşin, savaşta birbirinizi boğazlayın’’(Rosa Lüxemburg)

Lenin, ‘’Enternasyonal ve Ulusal Savunma’’ başlıklı yazısında(12 Aralık 1914) ‘’ Oportünizm ve şovenizm

Birinci emperyalist paylaşım savaşı esnasında başlarında Lenin’in bulunduğu Bolşevikler, İkinci Enternasyonal partilerinin burjuva yurtsever tutumlarını dünya devrimine ihanet olarak kabul ve ilan edip, burjuvazinin kendi çıkarları için cepheye sürdüğü ve onlardan birbirlerini kırmalarını istediği işçilere; silahları sınıf kardeşlerine değil, onları kendi çıkarları için ölüme gönderen kendi ülkelerinin burjuvalarına çevirmelerini istediler. Cephede, hem emperyalist ülkelerin hem de çarlığın yenilgisi için dünya devriminin zaferi için çalıştılar.


Esasında burjuva milliyetçi bir kavram ve siyasal bir duruş olan yurtseverlik, sanki anti-emperyalist bir duruşmuş gibi Yurtsever Cephe’yi kuran TKP eliyle, Mustafa Suphi’lerin TKP’sinden bu yana zaten ulusalcı bir arka plan ve anlayışla lekelenmiş bu coğrafyanın devrimci hareketinin gündemine sokuldu.(s.34.) Türkiye’nin anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verdiğine inanılıyordu.(s.25) Bugün de aynı aymazlık geçerli.

O günden bugüne kapitalizm, her krizde ulusal çıkarları bahane ederek ezilen ve sömürülen kitleler arasında yurtseverlik bilincini diri tutmakta kendi sisteminden hoşnutsuzluğu engelleyen siyasi bir iksir olarak kullanmaktadır.

Kapitalizmin egemen sistem olarak inşası esnasında ezilen-sömürülenleri düzene entegre etmekte temel harç olarak kullanılan yurtseverlik, o gün olduğu gibi bugün de farklı uluslardan ezilen-sömürülenlerin çıkarlarını birbirinden ayrıştırmakta ve sınıfsız, eşit ve özgür bir gelecek hedefinde birleşebilmelerini engelleyen bir unsur olarak bölücü işlevini sürdürmektedir. Ve burjuva patentli bu kavram siyasal bir tutum olarak devrimci hareketin saflarında da kendisine yer bulmakta, devrimci çevreleri ve etki alanlarını ideolojik ve politik bakımdan devrimcilerin kendi eli ile zehirlemektedir.(s.37)

Kimi istisnai devrimci çevreler hariç, bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solu hemen tüm dünya tarihi süresince siyasal zemini bakımından hep ulusalcı bir karaktere, anlayışa ve buna denk gelen siyasal bir duruşa sahip olagelmiştir. Bunun nedeni, dünya soluna ikame edilen Stalinist resmi ideoloji ve resmi tarihin bu coğrafyanın ‘’devrimci’’ solunu ve onun aracılığıyla da bu coğrafyanın ezilen sömürülenlerini ve dernekleri aracılığıyla politik bakımdan çoğunlukla burjuva siyasete yedeklenmiş ve halen dahi yedeklenmektedir.(s.42)

Türkiye’deki solun başlıca zaaflarından biri de enternasyonalizmi özümseyememesi, milliyetçilik virüsünden kurtulamamasıdır. Enternasyonalist olmayan bir sol, sol değildir. Nitekim dünya sosyalist hareketinin yozlaşmasının başlıca nedenlerinden biri de enternasyonalizmden uzaklaşmasıdır…(s.26)

Halkın benimsediği değerlerle buluşmayı sağlayan milliyetçi çizgi, aynı zamanda burjuva milliyetçi hareketlerle ideolojik, siyasi yakınlaşmayı sağladı. Emperyalist sermayenin yeni saldırı biçimi sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ırkçılığı körüklerken, sosyalist partilerin de enternasyonal çizgiden uzaklaşmasını sağladı.(s.52)

Toplumun hemen her kesiminin, özellikle emekçilerin, cinayetlere duyarsız kalacak ölçüde milliyetçiliği benimsemesi, toplumsal bir paranoyanın yaşandığının belirtisidir.(s.52)
Emekçi yığınların bu toplumsal paranoyaya saplanması noktasında; halkın eğilimlerini ve toplumsal duruşunu halkın değeri olarak gören ve bu değerleri dokunulmaz ilan eden sosyalistler; emekçilerle aynı alanda buluşma gereksinimine de bağlı olarak; politik argümanlarında eskiden beri yerini alan milliyetçiliği, tali bir siyasi unsur olmaktan çıkararak, temel politik çizgi olarak parti programlarına yerleştirdiler.(s.52)

Resmi ideolojinin beyinlerde yaptığı tahribatlar sonucu tarihi anlamayı dahi olanaksız hale getirmiş resmi ideolojiden bağımsızlaşamamış sol, kapitalizme karşı olmadan anti emperyalist olunamayacağını öğrenememiş, anti emperyalistliği anti Amerikancılığa, anti AB’ciliğe ve anti küreselleşmeye indirgemiş durumdadır.(s.20,21)

Bu coğrafyanın solunun burjuva ulusalcılığı ABD ve AB karşıtlığı üzerinden ‘’antiemperyalizm’’maskesinin ardına saklanılarak şekilleniyor. Bunu sloganlarıyla ete kemiğe bürünen duruşlarında görmekteyiz. ‘’ABD defol bu memleket bizim’’, Ne ABD ne AB bağımsız Türkiye’’ vb. sloganları kullanan sol çevrelerin ortak paydaları; ideolojik olarak bu ulusalcı ve yurtsever temele sahip olmaları ve politik olarak bu temel üzerinden hareket etmeleridir.(s.43)

CHP, SHP ve DSP devletçi ve milliyetçi oldukları, Kürt sorunu ve azınlıklara yapılan asimilasyon ve baskılar konusunda tutarsız ve ikiyüzlü tavır aldıkları, emekten yana ve kapitalizme karşı olmadıkları için sol parti olarak adlandırılamayacakları gibi, kapitalist sistemin savunucusu, düzen içi burjuva partilerdir.(s.53)

Ulusalcı sol kendine rakip olarak dincilerle demokrasicilik oyunu oynayan liberal solu seçmiş görünüyor ve burjuva demokrasisi temel tartışma alanlarını oluşturuyor. Sol, demokrasi, laiklik gibi kavramları burjuva tanımlarıyla kullanıp tartışıyor.(s.17) Laikçi gericilik ile dinci gericilik arasındaki çatışma, düzen içi bir çatışmadır, bu çatışmaya taraf olmaya çalışmak sol aymazlığın göstergelerindendir. Ancak laiklik milli devletler, din gibi kurumların kapitalizmle birlikte sona ereceği kabulüyle birlikte ve tam anlamıyla uygulanmayan laikliği ilerletmek amacıyla savunulabilir.

Dikkat edilecek olursa bu örneklerin hemen hiçbiri komünist hareketin ilkeleri üzerinden ezen sınıfla ezilen sınıf arasındaki karşıtlıklar ve çatışmalar karşısında ezilen sınıftan yana taraf olmayı ifade eden politik tutumlar değildir. Egemenler arasındaki çatışmada yabancı egemene ve onun işbirlikçilerine karşı yerli egemenin yanında safını tutan ulusalcı burjuva bir tutumdur. Kaldı ki bugün çıkarları risk altında olan geleneksel elit daha düne kadar olduğu gibi bugün de çıkarları güvence altında olduğunda emperyalistlerle işbirliği içinde olacaktır, çünkü bu kapitalizmin doğasının ve kapitalistler arası işbirliğinin kaçınılmaz gereğidir.(s.41)

Kapitalizm koşullarında kalkınma ekonomik büyüme, ekonomik büyüme ise sermayenin büyümesinden, yeniden üretilmesinden, yani yeni sömürgecilikten başka bir şey değildir. Emperyalist sömürüye maruz ülkelerin, emperyalist ülkelerin refah düzeyini ve emperyalist düzeyini yakalamasıdır. Oysa sosyalizmin ereği sınıfsız, sömürüsüz topluma giden yolu açmaktır, yoksa emperyalistlere benzemek değil. Nitekim Sovyet sisteminin çökmesinin, çin halk Cumhuriyeti’nin kapitalizme teslim olmasının asıl nedeni kalkınmacılık virüsünden
kurtulamamalarıdır.(s.25)

Hiç kuşku yok ki, kapitalizmin küresel saldırısına karşı koymanın yolu emperyalist paylaşım savaşlarında olgunlaşan yurtseverlik retoriği değildir.(s.13)

Emperyalizme karşı ulusalcı duruş, toplumsal pratikte emeğin kurtuluşu perspektifinden kopuksa emekçilerin yararına olmayan aksine emekçileri kapitalist pazara daha bağımlı kılan ve teselli verici argüman olur. Burjuva milliyetçilik, anti-kapitalist bir nitelik kazanamayacağı anlamda ve dolayısıyla uzlaşmacı vasfı nedeniyle emperyalizmin değirmenine su taşır.(s.55)

İşte siyasal ve sınıfsal kökleri itibariyle burjuva kavramlar olan ulus devlet, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusal savunma-anayurdun savunulması, ulusal bağımsızlık gibi argümanların bu coğrafyanın solunun siyaset yöntemine ve diline pelesenk olması, onu burjuva siyasetin ve burjuva demokrasisinin ekseninde tutmakta, bu durum ise kapitalizme nefes aldıracak yeni refleksler kazanmasına hizmet etmektedir.(s.44)

Milliyetçilik ile olan bağı, emekten yana sosyalist partiler ile burjuva sol partiler arasındaki farkı belirleyen temel unsurdur. N.(s.55) Sosyalist bir parti milliyetçilikle olan bağını güçlendirdikçe burjuva sol zemine kayar, burjuvalaşır. Bunların egemen ve resmi ideoloji ile bir sorunları yoktur.

Milliyetçilik ne demekse ulusalcılık da odur.14. Ancak ulusalcılıkla yurtseverlik ikiz kardeştirler. Yurtseverler kendilerini tanımlarken daha fazla bir sol duruşa da azami özen göstermeye dikkat ederler ve resmi ideolojiyle doğrudan bir hesaplaşma konusunda da azami isteksizdirler.

Yurt, vatan denilen şey, egemenlerin sermaye birikimlerinden, kasalarından başka bir şey değildir. Yurt sevgisi ya da yurtseverlik denen şey, burjuvazinin bizleri diğer ulusların burjuvazisine göre daha rahat sömürdüğü ve bu sömürüsüne hukuki ve zor meşruiyeti kazandırdığı alana, ulusal sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasına duyduğumuz mistik, ilahi, uhrevi bir bağımlılıktan başka bir şey değildir… Ve çok kolay bir şekilde gösterileceği gibi yurtseverlik/vatanseverlik uğruna feda edeceğimiz herhangi bir şey ya da her şey egemenin/sermayenin kendisini yeniden üretmesinden ya da onun kasasının dolmasından başka bir işe yaramamaktadır. Yani amiyane bir tabirle, şehit ya da gazi olmaktan sen nasıl bir haz alırsın bilinmez ama ‘’onların’’ gözünde her zaman ‘’niyazi’’sindir(s.11)


Ulusalcılık sosyalizm için bir turnusol işlevi görür; ulusalcı/milliyetçi isen sosyalist olamazsın…(s.14 ) Ulusalcı diye niteleyeceğimiz hiçbir şey sol ya da sosyalist değildir, Türk, Kürt fark etmez…Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında sonuç itibariyle ideolojik bir fark yoktur. Her ikisi de bir burjuva hareketidir, her ikisi de sermaye, kapitalizm ve emperyalizmin sürdürülmesine hizmet etmektedir.
Kaynak: Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Fikret Başkaya


Tüm dünyada milli devletler, devrim yapılarak, egemen etnik kökenin yüceltilerek diğerlerinin gerektiğinde silahla sindirip, asimile edilmeleriyle kurulmuştur. Katliam, soykırım diye nitelenen olaylar, toprakları, egemenliği ve ülke yönetimini ele geçirmek, azınlıkları sindirmek, sindirmelere karşı koymak amaçlarıyla yapılmış etnik ve dinsel çatışmalar ve savaşlardır.

Bu devrimlerde devrim mahkemeleri kurularak devrime ve egemenliğe karşı gelenlerin çoğu öldürülmüştür. Bu arada elbette birçok haksız yere öldürülen de olmuştur. Bunlar bir devrimde kaçınılmaz olaylardır. Bu haksızlıkların hepsinden devrim lideri sorumlu olmayabilir.

Birinci Dünya savaşı ve Atatürk dönemi bu milli devletlerin kurulma, ekonomik alanlarını koruma, var olma, yeni ekonomik kaynaklar ve alanlar elde etme, diğerlerini sindirme, egemenlik altına alma ve dünyayı paylaşmaya çalışma dönemiydi.

Atatürk'ün önünde iki seçenek vardı; ya sırası gelmiş olan milli devlet ya da daha sonraki evre olan komünist devlet.
Atatürk, toplum yapılarının tarihsel sırasının ve toplumun feodal, eğitimsiz ve dinsel yapısı gereği milli kapitalist devleti seçmiştir.

Zaten Atatürk istese de sosyalime geçmek Türkiye’ çok zordu. Çünkü Türkler, Türkiye topraklarını ancak Kürtlerin ve Kürt bölgelerindeki toprak ağalarının şeyhlerin yardımıyla kurtarılabilmişti ve sosyalizme geçişin önkoşulu olan toprak ağalarının mülksüzleştirilmesi ve toprağın köylüye dağıtılarak köylülüğün özgürleştirilmesini içeren toprak reformu en azından bu bölgelerde yapılamazdı. Diğer bölgelerde de pek kolay olmazdı çünkü Osmanlı bir din devletiydi ve bir din devletinin en karanlık zamanını yaşıyordu ve çok aşırı bir dindarlık cahillik ve gerilik hakimdi. Bu halka ateizme dayanan sosyalizmi ve komünizmi benimsetmek mümkün değildi.

Osmanlı, zamanının emperyalistiydi

Yükselme döneminde dünyanın bir numaralı devleti ve emperyalisti olan
Osmanlı İmparatorluğu, Batı’nın, dinin egemenliğini ve baskısını kırmaya başladığı dönemde dinin egemenliğine ve baskısına girer. Batı bilim ve teknolojisini geliştirmekle uğraşırken onları fethetmekle uğraşan Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan, günümüzde gene Osmanlı özlemi içinde, yayılma, bölge devleti hayalleriyle emperyalist emeller besleyen Türkiye oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, ağırlıklı olarak Türklerin egemenliğinde ama Kürtlerin yardımıyla dışta emperyalistlere karşı içte başta Ermeniler olmak üzere diğer milliyetlerden olanlara ve Osmanlının ve halifeliğin devamından yana olan dincilere karşı bir savaşımla Türk milliyetçiliğine dayalı milli bir devlet olarak kuruldu.

Birinci dünya yağmalama, paylaşım ve milli devletler kurma savaşı sırasında tıpkı Osmanlı ya bağımlı diğer milliyetlerden devletler ve başka emperyalistlere bağımlı bir yığın milliyetler gibi Ermeni milliyetine dayalı bağımsız bir devlet kurmaya çalışan Ermenilere karşı Osmanlı tarafından uygulanan baskılama ve tasfiye Türk kurtuluş savaşı sırasında da sürdürüldü.
Milli devletler kurma çağında ve savaşımında milliyetlerin birbirlerini sürmeye, yok etmeye çalışmaları normaldir ve bu İngilizler, Amerikalılar, Almanlar gibi hemen her milliyet, her toplum tarafından yapılmış olan bir şeydir. Bu yüzden de bunu Ermeni soykırımı meselesi haline getirmek çok yersizdir.

Lenin

Lenin Türkiye’nin de sosyalist yolu seçip Sovyetler Birliğine katılmasını çok istedi. Türkiye’ye emperyalizme karşı savaşımında yardımcı oldu. Mustafa Kemal’inde ilk yardım istediği Sovyetlerdi. Çünkü düşmanları, çıkarları ortaktı ve ancak birbirlerine destek vererek ortak düşmanlarına karşı koyabilirlerdi. Daha Erzurum, Sivas kongrelerini yaparken Sovyetlere temsilciler göndermesinin yanı sıra Millet Meclisini kurmasının hemen ardından 26 Nisan 1920 de Lenin’e bir de mektup yazarak yardım istedi Lenin de yardım gönderdi ama Mustafa Kemal sonunda kapitalist yolu seçti.

Çünkü Atatürk’ün gönlü bütün iyi niyetiyle uygar ülkeler dediği kapitalist ülkelerden yanaydı. Sosyalizmin ve komünizmin sınıf savaşımları ve özel mülkiyetin şiddet yoluyla kaldırılması aklına yatmamıştı. Zaten toplum din kurallarına göre yönetim, bilim ve teknolojinin reddi nedeniyle çok geri bırakılmıştı. Kurtuluş savaşında da toprak sahipleri ve şeyhlerden yardım almak zorunda kalmıştı. Bu yüzden istese de bunu yapamazdı çünkü isyan ederlerdi ki birçok isyan da olmuş ve bastırılmıştır.

“Komünizm görüldüğü yerde başı ezilmelidir” sözü için her ne kadar yalan olduğu ispatlandı dense de demiş olabilir. Her ne kadar Atatürk’ün yaptırdığı kesin olmasa da Atatürk döneminde, Mustafa Suphi, Çerkez Ethem, Nazım Hikmet gibi sosyalizm yanlıları öldürüldü, hapse atıldı, sürüldü. Atatürk kendine rakip olabilecek ve milli devletin kurulmasını engelleyebilecek isyancı ve tehlikeli tüm dincileri, komünistleri, Kürtleri Ermenileri, aşırı milliyetçi Turancıları tasfiye etti. Çünkü bunlar milli devletler evresinin ve milli devlet kurabilmenin şartıydı. Lenin’den de bu toplumla sosyalizme geçilemeyeceği konusunda anlayış ve destek gördü.


Atatürk’ün hataları olmuş olabilir ama kimse mükemmel değildir, geçmişteki olay ve kişileri tarihsel yasaların zorunluluklarını da hesaba katarak olumlu ve olumsuz yönleriyle değerlendirmek, pireye kızıp yorganı yakmamak, geçmişteki olayları kan davası haline getirmemek gerekir.



Atatürk, zamanının gereğini kavrayıp yaparak bu toplumu din devletinden milli devlete, teokratik devletten laik devlete, otokratik devletten demokratik devlete, imparatorluktan cumhuriyete, ümmetten millete, kuldan bireye, tabadan hak ve söz sahibi vatandaşa geçirmiştir. Atatürk, egemenliği gökyüzünden yeryüzüne indirerek, dini devlet yönetiminden alıp bireyin vicdanına hapsetmiş, dini eğitimi kaldırmış, bu topluma doğaüstü inançları değil bilimi yol gösterici olarak göstermiş, ilerici, yenilikçi, değişimci, devrimci, çok zeki ve Bu toplum için zamanının gereğini yapan biri olarak büyük saygı duyulması bir liderdir.


Ama Atatürk'ü putlaştırmak, peygamberleştirmek, Atatürkçülüğü dinleştirmek, tabulaştırmak, dogmatikleştirmek Atatürk'ün ilerici, yenilikçi, gelişimci, devrimci felsefesine aykırıdır ve
Atatürk’, Atatürkçülüğe ve bu topluma yapılacak en büyük kötülüklerdendir.

Atatürk kalkıp gelse de Atatürk’ten çok Atatürkçü olanları görse ‘’bunlar Atatürkçüyse ben değilim’’ derdi.


Atatürk diyor ki:


“Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler bütünüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyine hakikat nurları yerleştirmek olanaksızdır.”(30 Ağustos 1925, s. 92)


“Hayata ve geçinmeye hakim olan hükümlerin, zamanla değişimi, gelişimi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşlarının, fennin harikalarının, dünyayı yenilikten yeniliğe ulaştırdığı bir devirde, yüzyıllık köhne zihniyetlerle, geçmişe hayranlıkla varlığı korumak mümkün değildir.(…)”(30 Ağustos 1924, s. 87)

"Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümlerin geldiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur."
Mustafa Kemal Atatürk

"Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır."
Mustafa Kemal Atatürk

Sovyetlerin dağılmasına bakıp da sosyalizmin komünizmin elendiğini sanmak çok büyük bir yanılgıdır. Sovyetler Birliğinin dağılması Komünizmin tarihin çöplüğüne atılması ve tarihin sonu demek değildir. Çünkü tarihin çöplüğüne atılan sosyalizm ve komünizm değil komünizme giden yolda eksiğiyle, yanlışıyla ilkel bir sosyalizm denemesiydi yalnızca.
Oysa komünizm daha çok gelişecek ve gelmesi yüzlerce, belki de binlerce yıl sürecektir ama gelmesi kaçınılmazdır, bu tanrının değil tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarının bir emridir.


Kapitalizm

Kapitalizm görünen başarısı sömürüye dayanır. Çünkü kapitalizm “büyük balık küçük balığı yutar”, “Altta kalanın canı çıksın”, “Düşene bir tekme de sen vur”, “Gemisini yürüten kaptan”, “Gelen ağam giden paşam” felsefesine dayanır.

Kapitalizmde temel olarak sömüren sömürülen şeklinde iki sınıf kabul edilse de bu iki sınıf keskin sınırlarla ayrılmaz. Bugün sömürülen yarın sömüren olabilir. Bugün sömüren yarın sömürülen olabilir. Bugün sömüren yarın sömürülen olabilir, Aslında herkes hem sömüren hem de sömürülendir. Kapitalizmde herkes sömürülme ve iflas etme riski taşır, herkes topun ağzındadır.

İnsanlık daha çok yeni olduğu için bilim, sanayi ve bunlara bağlı olarak gelişmiş olan kapitalizm de daha çok yeni. İlkel, köleci ve feodal toplumlar yüzlerce binlerce yıl sürmüştür. Bu yüzden kapitalizmin hemen yok olacağını düşünmek bir yanılsama olur. Sovyetler Birliğinin dağılması da bunun bir göstergesidir.


Küreselleşme

Günümüz dünyası küreselleşmeye ve bir dünya devletine doğru gitmektedir. Savaşların ayrımcılıkların ve sömürünün kalkması, ortak sorunların ortak çözümü için bir işbirliği yapılması için bu zorunludur. Ama geleceğin küreselleşmesi kapitalist değil komünist bir küreselleşme olacaktır. Yani sömürü için küreselleşme değil sömürüsüz işbirliğine dayalı bir küreselleşme olacaktır. İnsanların her türlü ihtiyaçları karşılanacak, ihtiyaç dışındaki her türlü özel mülkiyet ortadan kalktığı gibi para ve miras da ortadan kalkacaktır.


Komünizm

Din devletleri göreli doğruların içinden elenmiş sıra milli devletleri elemeye gelmiştir. Milli devletlerin de yanlış olduğu düşüncesi yayılmaya başlamıştır, sonunda o da kapitalizmle birlikte elenecektir. Geriye kalacak sosyalizm ve komünizm.

Sovyetlerin dağılmasına bakıp da sosyalizmin komünizmin elendiğini sanmak bir yanılgıdır, Sovyetler Birliğinin dağılması Komünizmin tarihin çöplüğüne atılması ve tarihin sonu demek değildir. Çünkü tarihin çöplüğüne atılan sosyalizm ve komünizm değil komünizme giden yolda eksiğiyle, yanlışıyla ilkel bir sosyalizm denemesiydi yalnızca.
Oysa komünizm daha çok gelişecek ve gelmesi yüzlerce, belki de binlerce yıl sürecektir ama gelmesi kaçınılmazdır, bu tanrının değil tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarının bir emridir.

Sovyetler Birliğinin dağılması komünizmin bir hayal olduğunun değil daha çok erken olduğunun bir göstergesidir. Komünizmin gelmesi kanlı mı olur kansız mı olur belli olmaz ama daha çok savaşlar olacağı ve komünizm için daha çok erken olduğu bellidir.

Bence bu iş devrimlerle özellikle de kanlı bir devrimle olacak bir iş değil. Çünkü dikkat edilirse Sovyetler Birliği sosyalist Ekim devriminde ve Kemalist burjuva devrimde olduğu gibi bugüne kadar yapılmış olan devrimlerden bir süre sonra hep geriye dönülmüştür. Bilimdeki devrimler de başlangıçta reddedilmiş ancak zamanla kabul edilmiştir. Bu yüzden büyük olasılıkla komünizme, belki büyük savaşlar sırasında ve sonrasında yapılan devrimlerle ama ancak bilim ve teknoloji ve insanlık kültürü komünizme geçiş için yeterince geliştikten sonra, halk tarihi, ateizmi, materyalizmi, diyalektiği, evrimi, sosyalizmi, komünizmi, diyalektik ve tarihsel materyalizmi yeterince anlayıp benimsedikten sonra geçilebilecektir.

Geleceğin dünyası din, mezhep, ırk, milliyet, cinsiyet ayrımı, kadınlar üzerine kurulu ahlak ve namus anlayışı, yolsuzluk, sömürü, haksız ve gereğinden fazla özel mülkiyet, para, miras gibi tüm çelişki ve çatışma yaratan kaynakların ortadan kalktığı komünist bir dünya olacaktır.

Geleceğin komünist dünyasının nasıl kurulacağını, nasıl olacağını tam olarak bilemeyiz ama tahminlerde bulunabiliriz. Geleceğin komünist dünyasında bugünün haksızlık, eşitsizlik, çatışma ve savaş yaratan tüm ayrımcılıkları ortadan kalkmış olacaktır. Bugün bütün bu ayrımcılıkların yapılmaması gerektiği, bunların hepsinin eşit olduğu, karşılıklı saygı, sevgi ve hoşgörü gösterilmesi gerektiği vb. söylenir, eşitlikten kardeşlikten bahsedilir ve tabii pek bir işe yaramaz. Bunlar yalnızca ağrı kesici görevi görebilir ama hastalığın kaynakları hala durur, biz de bunları eşitlemeye çalışır dururuz. Kökten çözüm, tüm bu ayrımcılıkları kökten kaldırılmasıdır.




Devletin dini olamaz

Dinler, bilimin, hukukun, evrensel insan haklarının olmadığı dönemlerde, ölüm, doğa olayları, bilinmeyenler, adaletsizliklerden korku, üzüntü, bunlara bir açıklama, avuntu ve topluma bir düzen getirme ihtiyacıyla, kendilerinden önceki doğaüstü inançlardan, efsanelerden, geleneklerden ve birbirlerinden etkilenerek ortaya çıkmışlar, evrimleşerek gelişmişlerdir. Doğa olaylarının nedenleri doğaüstüne bağlanmış, toplum, cehennemle korkutularak, cennetle avutularak ceza ve ödül yöntemiyle düzene sokulmaya çalışılmıştır.

Dinler, egemenlerin çıkarı doğrultusunda, korkutma ve uyuşturmayla da olsa birçok yanlış, haksızlık ve kötülükleri önleyebilmiş, topluma yeni bir düzen getirmiş, zamanlarında devrim yapmış olabilirler. Ama kendi zamanları için yapıldığından artık zamanımıza uymamaktadır. İlk çıktıklarında ilerici olan dinler zamanla tutucu, engelleyici ve gerici olmaya başlarlar. Dinlerin, kendi zamanlarında yararları olmuşsa da günümüzde yararlarından çok daha fazla zararları vardır.

Tanrı inancı, dinler ve cehennem korkusu insanların beyinlerini felç ederek, zihinlerini zehirleyerek, akıl ve mantıklarını durdurarak şimdiye kadar insan hak ve özgürlüklerini engellemiş, sayısız çatışmalar, savaşlar, akıl almaz katliamlar yaptırmış, doğadaki olay ve olguları doğaya değil, doğaüstüne bağlayarak bilimi engelleyip geciktirmiştir. Tüm bunlar halen devam etmektedir.

Ahlaklı olmak için dinlere gerek yoktur. Ahlakın kaynağı ve gerekçesi doğaüstü güçler ve dinler değil, insan doğası ve toplu yaşamın gerektirdiği insan hak ve özgürlükleri, akıl, mantık ve vicdandır.

Devlet yönetiminin dini bir inanca göre olması bu inancı başkalarına dayatmak, onları buna zorlamak demektir. Bir kişi bile olsa hiç kimse dini inançların kurallarına göre yaşamaya zorlanamaz. Dolayısıyla devlet yönetimi hiçbir dini inancın kurallarına göre yapılamaz, devletin dini olmaz, devlet dinsizdir. Devlet yönetimi bilime, insan hak ve özgürlüklerine, hukuka dayalı olmalıdır.

İslamiyet’in özünde bölücü, parçalayıcı düşünce ve hareketler yoktur, İslamiyet’te şiddet, öldürme yoktur, dinde zorlama yoktur demek gerçekleri saptırmaktır.
Gerçekleri saptırmak, örtbas etmek ancak gerçeklere doğrulara ulaşılmasını ve insanlığın gelişimini geciktirir ama gerçekler ve doğrular engellenemez er ya da geç ortaya çıkarlar.

Dinin kendisi bölücülüktür zaten. Çünkü dünyada tek din ve bunun tek yorumu yoktur ve dinler kendi dönem ve sorunlarıyla ilgili oldukları için tarihseldirler, tüm zamanları ve tüm insanları kapsayamazlar. Şartlar değiştikçe dinler şartlara uyamaz hale gelirler.
Bu yüzden dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte çeşitli yorumlar, mezhepler, bölünmeler de ortaya çıkar, herkes dini kendine göre yorumlar ve aynı dinin inananları ve çeşitli toplumların dinleri ve mezhepleri çatışmaya başlarlar ve hepsi de egemen olmak isterler.
Öte taraftan dinlerin Tanrı’dan geldiği kabul edildiği için sorgulanamaz değiştirilemez ve herkes kabul etmek ve uygulamak zorundadır, farklı yorumlar, düşünceler ve inançlar kabul edilmez. Bu da bir çatışma nedenidir.

Ayrıca İslamiyet, birlik ve beraberliği sağlayarak bir devlet kurmaya yönelik olarak ortaya çıkmıştır. İslamiyet’in doğuşunda ve uzun süre din ile devlet birdir. Din kurucusu ve onun ardılı aynı zamandan devlet yöneticisidir. İslamiyet’tin kutsal kitabı Kuran’da din Allah’ın oluncaya yani tüm insanlar Müslüman olana kadar cihat ve kabul etmeyenleri, karşı çıkanları öldürme emri vardır. Yani şiddet ve bölücülük dinin özünde vardır.

Tarihteki en kanlı olaylar dinler ve mezheplerle ilgilidir. Tarihte din ve mezhep çatışmaları hep olmuştur ve halen de devam etmektedir. Bu çatışmalar dinler ortadan kalkıncaya kadar da devam edecektir.

Dini inancın bir sınırı vardır. Bu sınırı bilime ve insan hak ve özgürlüklerine göre yapılmaya çalışılan yasalar ve hukuk koyar. Dini inancında çocuğunu kurban etmek, kız çocuğunu diri diri gömmek, kendisi ölünce eşinin de öldürülüp yanına gömülmesi ya da mahkemenin ortasında namaz vakti olduğu için namaz kılmam lazım diye tutturmak gibi insan hak ve özgürlüklerine, resmiyete aykırı inanış ve uygulamalar olan birine bu inancını uygulamasına izin verilemez. Dini inançlar bilime, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olamaz, başkalarına dayatılamaz, başkalarını zorlayamaz, rahatsız edemez.

Devlet yönetiminin dini bir inanca göre olması bu inancı başkalarına dayatmak, onları buna zorlamak demektir. Dolayısıyla devlet yönetimi hiçbir dini inancın kurallarına göre yapılamaz. Devletin dini olmaz. Devlet dinsizdir.


Felsefenin iki temel görüşü

İdealizm ve materyalizm iki karşıt varlık felsefesi ve dünya görüşüdür.

İdealizm doğanın nedenlerini doğaya değil doğaüstüne bağlamaktır.

Materyalizm ise doğanın nedenlerini doğaüstüne değil doğaya bağlamaktır.

Daha açıkçası idealizm tanrı vardır der materyalizm bunu reddeder.

Materyalizmin idealizme karşı üç temel çizgisi şunlardır:
1. Dünya maddi yapıdadır.
2. Madde ilk veridir, bilinç ikinci veridir, türevdir.
3. Dünya ve onun yasaları eksiksiz bilinebilir.

İlk insanlar, insanı, kendi emeğiyle, çalışmasıyla, maddeyi, doğayı değiştirdiğine bakarak, eylemiyle de kendi talihini iyileştirebileceğini sezinliyorlardı.

Bunun gibi, Nazi saldırısına karşı Ulusal Direniş hareketi sırasında, Katolikler, işgalcilere karşı çeşitli savaşım biçimlerine katılmaları gibi idealist felsefelerden yana olanların da yaşamda, materyalistçe davranmaları da genel bir olgudur.

Materyalizm, doğa görüngülerini ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın görüngülerini onlara yabancı hiçbir şey katmaksızın olduğu gibi ele almak, anlamak ve yorumlamaktan başka bir şey değildir.

Bilim de buna dayanarak bu anlayışla ortaya çıkmıştır ve yaptığı da budur.
Yani materyalist dünya görüşü, bilimin temelidir. Bu nedenle bilim materyalisttir, bilim adamları da çoğunlukla Tanrı’ya inanmazlar.
Evrim bilimsel bir gerçek olduğu, evrimi reddetmek bilimi reddetmek olduğu için de Materyalizm, bilim, evrim birbirleriyle uyumludurlar.

Bu iki farklı felsefenin pratikteki sonuçları da farklı olur. Birbirine karşıt iki dünya anlayışı, gerçekte pratikte birbirine karşıt iki tutuma komuta ederler. Bu teorik savaşımın büyük bir pratik önemi vardır.
Örneğin bir yıldırım tehlikesi, iki şekilde uzaklaştırılmaya çalışılır. Ya paratoner kurularak, ya da tanrıya yakarıp, mum yakarak.

Birinci yöntem, yıldırımın belirli maddi nedenleri olan maddi bir olay olduğu ve bunun sonuçlarından da, bilimsel bilginin ve tekniğin bize sağladığı yollarla sakınılabileceği fikrinden hareket eder.

İkinci yöntem, yıldırımın her şeyden önce doğaüstü bir nedeni olan, tanrısal öfkenin ve tanrı kudretinin bir işareti olduğu ve bundan ötürü de mum yakma ve dua gibi sihirli, büyülü çarelere başvurarak insan ruhunun tanrının ruhu üzerindeki etkisinin savuşturulmaya çalışılması fikrinden hareket eder.

Böylece gördüğümüz gibi, olayların nedenlerini anlayış tarzı, kaçınılmaz olarak, farklı pratik yollarla, birinci durumda materyalist ikinci durumda idealist yollara başvurmaya götürür — ve pratik sonuçları da farklı olur!

Teoriye muhalefetin daha başka pratik sonuçları da vardır: paratoner kullanımı yaygınlaştıkça daha az mum yakıldığını ve duadan da vazgeçildiğini anlamak güç bir şey değildir ve elbette ki, bunun sonucu olarak saygınlığının azaldığını gören kilise, bilimin ilerlemesine, insanların saflığının, kolay inanırlığının azalmasına kötü bir gözle bakıyordu.

İdealizmin pratik tehlikeleri burada kendini gösterir.

Genel olarak her ne pahasına olursa olsun, şeylerin, kendileri yararına olan durumunu sürdürmeye kararlı olan sömürücü sınıfların, bu durumun bir "yüce irade"nin cisimleşmesi olduğunu, ya da "evrensel akıl"ı temsil ettiğini vb. öğretmekte; yığınlara tevekkül telkin eden idealizmi yaymakta çıkarları vardır.

Görülüyor ki, her zaman idealist görüşleri tanıyabilmenin ve felsefi materyalizmi okuyup öğrenmenin dünyayı anlamada çok büyük önemi olduğu gibi pratikte de çok büyük bir önemi vardır.

Dinlerin Evrimi

Günümüzdeki dinler geçmişteki doğaüstü inançların evriminin en son halleridir. Dinleri evrimini kabaca Teizm, Deizm ve Ateizm şeklinde sıralayabiliriz.

Teizm, Tanrıya ve dine inanmadır.
Deizm, dinleri reddetmedir.
Ateizm, hem dinleri hem tanrıyı reddetmedir.

Bunların çok çeşitleri olmakla beraber temel olarak bu anlamdadırlar. Deizm ve ateizmin arasında bir de temel olarak tanrının olup olmadığının bilinemeyeceği inancı olan agnostisizm vardır. Agnostisizm, deizmle ateizm arasında bir geçiş evresidir.

Buna göre dinlerin evrimi hem tanrıya hem dinlere inanmayla başlar, her ikisini de reddetmekle sonuçlanır. Ateizm, doğaüstü ve dini inançların varacağı son noktadır.

Ateizm 19. Yüzyılda diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucuları Marks, Engels ve Tanrı’nın öldüğünü söyleyen Nietzsche gibi düşünürler tarafından başlatılmış, tıpkı biyolojik evrimde ve her yenilikte olduğu gibi çok küçük bir azınlıkta başlamış, çoğunluk tarafından şiddetle reddedilmiştir ve yeninin yanında eskiler devam etmektedir. Günümüzde ateizmin çoğunluk tarafından reddedilme evresi sürmektedir. Fakat zamanla bilimin de topluma yayılmasıyla yaygınlaşacak, toplumun tamamını kapsayacaktır. Asıl bilimsel düşünce ve bilim de o zaman başlayacaktır.


Teizm, köleci ve feodal topluma, deizm ve agnostisizm kapitalist ve demokratik milli devletler toplumuna, ateizm ise sosyalist ve komünist toplumlara denk gelen evrelerdir. Bu yüzden ateizm, materyalizm, sosyalizm, komünizmin genel olarak birlikte reddedilmesi bir tesadüf değildir. Çünkü ikisi de birbirine denk düşer, ikisi de geleceğe aittirler ve ikisi de tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarının emri ve kaçınılmaz sonucudur. Ateizm dini inancın son evresidir ancak komünizm ve toplum gelişmeye devam edecektir.

Teizm, deizm, panteizm, agnostisizm, ateizm gibi dinsel ideolojiler, köleci, feodal kapitalist, ırkçı, milliyetçi, sosyalist, komünist gibi toplumsal yapıları ve siyasal ideolojiler ve diyalektik, evrim gibi mekanizmaların farklı şekillerde sentezlerinden oluşan çok çeşitli görüşler ve ideolojiler vardır.

Teizm, deizm, idealizm, yaratılışçılık, kapitalizm, ırkçılık, milliyetçilik faşizm, cinsiyetçilik birbirleriyle uyumludur. Genelde bunlar birlikte bulunurlar. Yani tanrı inancı olan biri, ya teisttir ya deist, sonuçta yaratılışçıdır, evrimi reddeder, kapitalist zihniyetlidir, ırkçı ya da milliyetçidir, faşist zihniyetlidir, kadın erkek ayrımcılığı yapar.

Ateizm, materyalizm, bilim, evrim, sosyalizm, komünizm, enternasyonalizm de birbirleriyle uyumludur. Genelde ateist biri aynı zamanda, materyalisttir, bilimi esas alır, evrimi kabul eder, ırkçılığı, milliyetçiliği reddeder, kadın erkek ayrımcılığını reddeder, evrenselliği, insanı, insanlığı esas alır.

Ama bunların değişik sentezleri de mevcuttur.

Örneğin teizmle evrim çelişkili olduğu halde bir kişi hem teist olup hem de evrimi kabul edebilmekte. Teist yaratılışçılığa inanır, evrim ise kendiliğinden oluşum mekanizmasıdır.
Ancak hem teist olup hem de evrimi kabul etmek, teist olup evrimi kabul etmeme evresinden ateist olup evrimi kabul etme evresine geçişte zorunlu ve ileri bir ara evredir. İnsanlar evrimi genel olarak öncelikle tanrıyı reddetmeden kabul edecekler, daha sonra tanrıyı da reddederek tam olarak bilimsel ve tam anlamıyla kabul edeceklerdir.

Bunun gibi evrimi kabul edip materyalizmi kabul etmemek de evrimi materyalizmle birlikte kabul etmeye giden süreçte geçici bir evredir.

Gene ateist olup ırkçı ya da milliyetçi olanlar vardır. Böyle olanlar dinsel ideolojinin son noktasına gelebilmiş ama felsefi ve siyasal ideolojide geri kalmış demektir.

Ateist milliyetçiler, yaratılışçı evrimciler, milliyetçi sosyalistler, dinci komünistler gibi birbiriyle uyumsuz ve çelişik inanç ve düşünceleri olanlar çoğunluktadır.

Kapitalizmin milli devleti dinsizdir. Komünizmin dünya devleti de dinsizdir. Ama kapitalizmden farklı olarak komünizmin dünya devleti vatandaşları da dinsizdir. Komünizmde bilim öğrenmeyen, bilimsel düşünmeyen kalmayacağı için doğaüstü inançlar herkes tarafından reddedilecektir. Reddetmeyen kalsa bile dine ve doğaüstü inançlara dayalı siyaset yapamayacağı gibi bu tür düşüncelerini ve inançlarını çocuğuna söyleyemeyecektir. Çünkü doğaüstü inançlara dayalı eğitim yapmak yasak olacağı gibi çocuklara bunlardan bahsetmek bile yasak olacaktır.

Bugünkü toplum önceki ve başka toplumların tanrılarına neden inanmadıklarını anladığında ateistlerin ve gelecek nesillerin bugünkü toplumun tanrılarına neden inanmadıklarını anlayacaklardır.

Bu yüzden doğaüstü inançlar, dinler, başka din ve mezheplere inanma özgürlüğü, ibadet özgürlüğü ve bunlara saygı anlamında laiklik de tarihsel bir kavram olup o da kapitalizmle ve milli devletlerle birlikte yok olacaktır.


Dini inançlar bilime, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olamaz, başkalarına dayatılamaz, insanları zehirleyemez, rahatsız edemez.




Gelecekte Din



Gelecekte bu dini inanç uygulamaları yasakları çok daha fazla artacak, örneğin insanların kurban kesmeleri, gece yarısı ramazan davulu çalınmasına, sabaha karşı ezan okunması gibi uygulamalara izin verilmeyecektir. Bunların devamı olarak ailelerin çocuklarına dini eğitim verip onları zehirlemelerine izin verilmeyecek. Günümüzde çocukların ve kadınların aileleri tarafından dövülüp işkence edilmesinin yasak olması gibi gelecekte çocukların aileleri tarafından cehennem korkusu gibi doğaüstü inanışlarla zehirlenmelerine, hayatlarının karartılmasına izin verilmeyecek.

Gelecekte ölenler gömülmeyecek, toprakta boşuna yer işgal etmeyecek, ölenlerin organları, kadavraları boşuna çürüyüp heba olmayacak, gerektiğinde gerekli yerlerde kullanılacak, gerekmezse imha edilecek. Ötenazi gerekenlere ötenazi yapılacak.




Millet, Ulus, Halk, Milliyetçilik

Millet, ülke sınırları dışındakileri de kapsayan kan bağına, dile, kültüre dayanan toplumdur. Milliyet, bir milletten olma. Ulus ise Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi, bir milliyete dayalı olarak kurulmuş bir devletin egemen milliyetin dışındaki milliyetleri asimile etmeye çalıştığı, farklı milliyetlerden oluşan vatandaşlarının toplamıdır. Halk, milliyete bakılmaksızın bir devletin vatandaşlarının tümüdür. Bir ülkede halklar olmaz tek bir halk olur. Milliyetçilik, kendi milletinin üstünlüğünü savunma, egemenliğini isteme ve başkalarına dayatma ideolojisidir.

Osmanlı topraklarının mümkün olan en fazlasını kurtarma savaşımının esas unsuru Türklerdi. Türkler ağabey Kürtler kardeş olarak kardeş kardeş geçinecekleri düşünülmüştü ama kapitalizm koşullarında büyüklerin küçükleri ezdiği, büyük kardeşin, küçük kardeşi ezdiği düşünülmemişti.

Daha 1920 de Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”(Medeni Bilgiler, sf. 18 ve 351), “Ne mutlu Türk’üm diyene”, “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” “Türk, öğün, çalış, güven” gibi sözleri bu düşüncenin yani diğerlerini asimile ederek birlik ve beraberliği sağlama, birlik ve beraberliği milliyete dayandırma sonucu gerçekleşebileceği düşüncesinin sonucudur.

‘’Millet’’i tanımlarken “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” şeklinde tanımlamak milleti tam da etnik kökene göre tanımlamaktır.

Bunun böyle olduğu bu tanımdaki iki “Türkiye” bir de “Türk” olmak üzere üç kez Türklüğün vurgulanmasından da anlaşılmaktadır. Bir kere Yeni kurulan devletin adı neden “Türkiye Cumhuriyeti” de örneğin “Anadolu Cumhuriyeti” değil? Pek ala bu vb bir ad da konabilirdi. İkincisi bu devletin halkına neden “Türk milleti” densin ki? “millet zaten tek milliyetten oluşan topluluğa, halka denir ki ayrıca bir de önüne bu milletin “Türk milleti” olduğunu vurgulayan “Türk” eklenmiştir. Burada “Türk milleti” adı altında bir üst kimlik oluşturulması anlayışı ve çabası var ama neden bir üst kimlik gereksin ve bu üst kimlik neden belli bir etnik köken olsun ki?
.


Türk Milli eğitimi

“Milli Eğitim” her şeyde bir millilik ve Türklük vurgusu olduğu halde demokratlar buna uymak istemeyenleri demokrasiyi içlerine sindirememekle, karşı çıkmakla suçlarlar. Oysa yanlış buradadır. Belli bir milliyeti başkalarına dayatıp onları asimile etmeye çalışırken bunu demokrasi adına yapmak, bunun demokrasiye aykırı olduğunu fark etmemek ya da görmezlikten gelmek.
Örneğin şu önermeye bakalım; “Talim Terbiye Kurulunun özerk bir yapıya kavuşturulması, Türk Milli Eğitiminin, siyasal iktidarların tercihlerine göre sapmalar göstermesini önleyecektir.” (E. Kongar, 12 Eylül Kültürü, s 201)diyor. Bu önermeyi yapan buradaki yanlışı ya anlamıyor ya da anlamamazlıktan geliyor. Nedir buradaki yanlış? Buradaki yanlış, eğitimin “Türk” ve “Milli” olmasıdır. Eğitimin “Türk” ve “Milli” olması zaten siyasal bir tercihin ürünüdür. Yanlış olan siyasal bir tercih olması değil yanlış bir siyasal tercih olması, Türk olmayanlara Türklüğü ya da herhangi bir milliyeti başka milliyetten olanlara dayatmaktır yanlış olan.

Olayları doğru anlayıp yorumlayabilmek için olaylara kişisel ve duygusal değil, toplumsal gelişim yasaları ışığında tarihsel açıdan, tarihteki anlamı ve yeri açısından bakmak gerekir, etnik köken açısından, yöresel, kişisel, duygusal bakmamak gerekir.

Olaylara bu şekilde bakılırsa Kürtler ve Ermeniler Türkleri, Türkler de Kürtler ve Ermenileri anlayabilir, tarihteki olayların hesabını sorma ve günümüzde aynı şeyleri yapma olayları ortadan kalkar. Kürtler ve Ermeniler, Osmanlının dağılıp TC’inin kurulma evresinde istediklerini başarabilselerdi olurdu ama o zaman başarılamayanı hala başarmak için uğraşmak bir aymazlıktır. Artık ırkçılığın, milliyetçiliğin dolayısıyla TC’inden ayrılıp ayrı milli devlet kurmanın zamanı bu toplum için geçmiştir. Çözüm bu değildir. Çözüm karşılıklı ırkçılığı ve milliyetçiliği artık sona erdirmek, tüm kimliklerden arınıp günümüzdeki ırkçılık ve milliyetçiliklere karşı çıkılmak, birlikte emperyalizm ve kapitalizm için mücadele etmektir.

Tüm dünyada milli devletlere geçiş ise çoğunluktaki egemen milletin kendi etnik kökenini yücelterek diğerlerini gerektiğinde silah ve katliamlarla egemenliği altına alıp asimile etmesiyle olmuştur.

Atatürk'ün yaptığı da budur. O zamanlar bu ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur, ne mutlu Türk üm diyene’’ gibi Türklüğü yücelten sözleri çoğunluğu din dışında belli bir değerde birleştirip motive etmek ve peşinden sürükleyebilmek için ister istemez söylemesi gerekiyordu. Atatürk milli devletlerin kurulma evresine uygun olarak yapılması gerekeni yapmıştır.

Katliam denilen olaylar, milli devletlerin ve TC'nin kurulma evresinde Anadolu topraklarını belli bir etnik köken ya da kendilerini o kökenden hissedenler adına sahiplenme ve egemenlik kurma savaşımıdır.
Kürt'ler de doğu bölgelerini sahiplenmeye çalışmışlar ama çoğunluktaki etnik köken tarafından bastırılıp engellenmişlerdir.

Çoğunluktaki etnik köken Kürtler olsaydı aynı şeyi onlar Türk azınlığa yapacaklardı.

Ama artık milli devletler evresinin geçtiğini, bunların günümüz için yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü bunlar artık diğer etnik kimlikleri aşağılamak, dışlamak, ötekileştirmek, bölücülük ve kışkırtıcılıktır, etnik milliyetçiliklerin ve çatışmaların kaynağıdır ve artarak tepki görmektedir.




Devletin milliyeti olmaz

Aynı şekilde devletin dini olamayacağı gibi milliyeti de olamaz. Devletin bir milliyeti olması demek bu milliyeti başkalarına dayatması, onları bu kimliğe zorlaması demektir. Devletin hem bir milli kimliği olup hem de bunu başkalarına dayatmaması mümkün değildir. Çünkü bunu başkalarına dayatmayacak olan kişi ya da devletin bu kimliği kullanmasının hiçbir anlamı kalmadığı için kullanmasına gerek yoktur. Eğer Günümüz Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi milli kimlik kullanıyorsa bunu dayatmak amacıyla kullanıyor demektir.

Devlet vatandaşları arasında etnik kökenine göre ayrım yapamaz. Etnik kökenine bakılmaksızın vatandaşların tümü aynı vatandaşlık haklarına sahiptir. Etnik kökenine bakılmaksızın vatandaşların tümü halkı oluşturur. Devletin kendi milli kimliği olursa farklı milliyetlerden oluşan vatandaşları, halkı arasında ayrım yapıyor demektir. Dolayısıyla devletin ne dini olabilir ne de milliyeti. Devlet dinsiz ve milliyetsizdir.

Dolayısıyla din ve milliyet demokrasi, siyaset ve iktidar dışıdır. Yani din ve milliyet üzerinden siyaset yapmanın ve iktidara talip olmanın demokraside yeri ve bunların iktidar isteme hakları kalmamıştır artık, bunlar demokrasiden elenmiştir. Dincilik ve milliyetçilik yapmak artık suçtur terördür. Din devletleri imparatorluklar dönemiyle ortadan kalkmıştır, milli birçok ülke kabul etmiş ve uygulamadan kaldırmıştır ama Türkiye gibi birçokları da henüz bu düzeye gelememiştir.

Dil

Dil ayrımcılığı ne demek, o nasıl ortadan kalkacak, devletin bir dili demi olamaz? Elbette devletin bir dili olacak. Ama devletin herhangi bir milliyetin dilini seçmesi bir ayrımcılıktır. Dolayısıyla hiçbir milliyetin dilini seçmeyecek, gelecekte oluşacak olan dünya dilini kullanacak.

Gelecekte, ırk, dil, din, milliyet, cinsiyet gibi ayrımcılıkların ve bu ayrımcılıklardan kaynaklanan çatışma ve savaşların son bulabilmesi, anlaşma, uzlaşma, işbirliği, yardımlaşma, bilim-teknoloji, duygu ve düşünce alışverişi, haberleşme, olay ve olguları izleyebilmek için tek bir dünya devleti, tek bir hukuk ve tek bir dil olması zorunlu hale gelecektir.

Ama bu dil İngilizce olmayacağı gibi Türkçe ya da Kürtçe de olmayacaktır. Diller de canlı cansız her şey gibi doğar, yaşar ve ölürler. Bugünkü diller de ileride öleceklerdir, tıpkı eski dillerin de ölmüş olduğu gibi. Geleceğin dünya dili, çok çabuk konuşulabilen ve yazılabilen yepyeni bir dil olacaktır, adı 'İnsanca' olabilir. Gelecekte ‘’İnsanca’’ herkesin ana dili olacak, ‘’İnsanca’’ ile insanlar insanca konuşup anlaşabileceklerdir.


O zamana kadar anlaşmazlıkları, ayrımcılıkları, çatışmaları önlemesi ve kolaylık olması açısından çoğunluğun kullandığı dilin resmi dil olarak kullanılabilir. Gelecekte apayrı yeni bir dünya dili kurulacak; “Dünyaca”, ya da “İnsanca”. Yabancı dil öğrenmek, bunun için zaman ve para harcamak zorunda kalmamak, tüm dünya insanlarıyla iletişimimizi ve konuşmalarımızı anadilimizle yapmak, tüm dünya basınını ve yayınını, bilimi anadilimizle araştırmak, izlemek, diğer insanlarla insanca iletişim kurmak, anlaşmak istiyorsak yeni bir dünya dili oluşturmak, “İnsanca” konuşmak zorundayız.



Cumhuriyet ve Demokrasi

Halkın kendi kendini yönetimi demek olan cumhuriyet ve demokrasi yanlış bir yönetim şeklidir. Halkın temsilcilerinin yönetimi antik yunandan beri yanlış olduğunun farkına varılan ve çoktan değişmiş olması gereken eskimiş bir sistemdir.
Çünkü ilk olarak seçim, seçen kişilere taviz ve ayrıcalık demektir. İkinci olarak yönetim işi eğitimli kültürlü bu iş için özel eğitilmiş bir uzmanlar işidir. Seçilecek siyasi partilerin programları din, ırk, milliyet, kapitalizm, komünizm gibi kavramlar üzerinedir. Din, ırk, milliyet gibi kavramlara dayanan bir yönetim yanlış olduğundan siyasi partilerin programları da bunlara dayalı olmasına izin verilmemeli.

Ama günümüzde buna izin veriliyor ve hangisini istersin diye halka soruluyor. Çoğunluğu kitap okumayan yığınların oluşturduğu halk bilinçli, doğru bir seçim yapacak düzeyde değildir. Dolayısıyla zaten yanlış olan konular bir de yanlış kişilere sorulduğunda halkın bunların içinden en yanlışını seçme olasılığı büyüktür. Eğer halka sorulursa halk şeraiti bile seçebilir. Halka kapitalizm mi komünizm mi diye sorulduğunda kendilerine komünizmin dinsizlik olduğu söylenen bilinçsiz halk asla komünizmi seçmeyecektir.

Ama belki halkın zamanla bilinçlenmesiyle belki farkında bile olamayacağımız bir gelişmeyle, belki de savaşlar ve devrimlerle ama önünde sonunda komünizme geçilecektir. Kapitalizmle komünizm diyalektik bir ikilidir. Kapitalizmin doğru tarafları alınacak komünizmin yanlış tarafları atılacak ve bu savaşım komünizmin gelişmesiyle komünizm lehine bir sentezle sonuçlanacaktır. Kapitalizm- komünizm tartışması ve savaşımı da bir şekilde komünizmin lehine sonuçlandığında siyasi partilerin din, ırk, milliyet, kapitalizm, komünizm gibi kavramlar üzerine yapılmakta olan siyaset, seçim, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramlar ve yönetim biçimleri de ortadan kalkacak ve tarihe karışacaklardır.


Demokrasi

Demokrasinin azınlığın da çoğunluk hale gelebilme hak olanağının bulunduğu bir çoğunluk yönetimi olduğu söylenir.(E. Kongar, 12 Eylül Kültür,s17)
Seçilenler seçmenlere hizmet için seçilmiş ve her an vatandaşların denetimine tabi olduğu için demokrasinin en iyi rejim olduğu söylenir.
“Demokraside özgürlükler iktidarı istemeye yönelik oldukları zaman siyasal anlam kazanırlar” (age,s17)

Demokratlar farklılıkları koruyarak, zenginleştirerek siyasal bütünlüğü sağlamayı savunurlar, tek ve biricik doğru olduğunu kabul etmezler. Farklı ve çok kimliğin bir zenginlik olduğunu, bunları koruyup daha da zenginleştirmek gerektiğini, asıl sorunun demokrasiye inançsızlık, demokrasiyi içimize sindirememek olduğunu ileri sürerler. Din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmamayı, bunların eşit haklara sahip dolayısıyla eşit olduğunu, birlikte özgür ve kardeşçe yaşaması gerektiğini savunurlar. Postmodernistlerin çoğunluğu da bu mantığa dayanır.




Demokrasi, çoğunluğun azınlığı egemenlik altına aldığı, çoğulcu yani çokkimlikli bir rejimdir. Demokrasi bir çoğunluk-azınlık, iktidar-muhalefet savaşımıdır. Azınlıklar iktidarı demokrasiyi içine sindirememekle, karşı çıkmakla, engellemekle, despotlukla, diktatörlükle suçlarlar, iktidardakiler azınlığı hainlikle suçlarlar.

Demokrasi kapitalizmin serbest rekabetine uygun bir rejimdir. Demokraside din, milliyet, kapitalizm, komünizm gibi kavram ve kimliklerle ilgili düşünceler, fikirler rekabet eder ve siyaset yoluyla iktidara taşınmaya çalışılır. Siyaset bu kimlikler üzerine yapılır. Demokrasi bu kimliklerin iktidar yarışı demektir. Atatürk bu konuda şöyle diyor: “..kültür ve ekonomi her türlü siyasete yön veren temeldir.”(D. Perinçek, Atatürk-Din ve Laiklik Üzerine, s. 239)

Peki kimin için demokrasi, kimin için özgürlük? Demokrasi ve özgürlük herkes için geçerli mi? Her kimliği kapsar mı? Demokrasi kapsamının sınırı yok mudur? Herkes demokrasi ve özgürlüğü kendisi için istemiyor mu? Herkes demokrasi ve özgürlüğü başkaları için, karşıtları için de istiyor mu? “Düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini savunabilmen için canımı bile veririm” demiş Aydınlanma’nın ünlü düşünürlerinden Voltaire. Ama onun dediği uygulanıyor mu, uygulamak mümkün mü? “ Şeriat istiyoruz, din devleti kurmak istiyoruz” diyenlere “Demokrasi var, sizin düşünceniz de eşit hakka sahip, dediğinizi uygulamakta özgürsünüz” deyip haklarını savunacak mıyız? İktidar tüm düşüncelere açık mı? Hayır. Tüm düşünceler ve kimlikler demokrasi kapsamına giremez ve bu kapsam giderek daralmaktadır.

Ayrımcılıklar, kapitalizm ve sömürü kalktığında siyaset ve seçim de kalkacak.
Bunları anlayabilmek için ömründen uzun düşünebilmek, yüzlerce, binlerce yıl ötesine bakabilmek gerekir.




Dünya Devleti ve Şehir devletler

Gelecekte bir dünya devleti kurulacak, bu dünya devletinin tek bir dili, tek bir anayasası, tek bir kültürü olacak. Yerel diller ve kültürler zamanla yok olacak.
Günümüz devletleri değişikliklere uğrayarak bu dünya devletinin şehirleri haline gelecek. Nasıl şehirlerarası toprak ve sınır savaşımı, sınırı geçme sorunu olmuyorsa dünya devletinin şehirleri arasında da olmayacak. Dolayısıyla yurt olarak toprak sahipliği, bağımsızlık, yurtseverlik, yurt savunması gibi değerlerin de bir anlamı kalmayacak

Geleceğin insanlarının kimliklerinde din, mezhep ve milliyet bilgileri olmayacağı gibi bir soyadı da olmayacaktır. Din, mezhep, milliyet gibi tüm gereksiz ve çatışma yaratan kimlikler ortadan kalktığında ortaya insan çıkacak, insan, o zaman, yeniden doğacak.

Böylece geleceğin dünya devletinin şehirleri haline gelmiş devletleri, siyasi konular da kalmadığı için yalnızca idari işlere bakacaklar, tüm idari işleri uzmanlar ve bilgisayarlar yapacak. Her şey bilgisayarlarla idare edilecek ve denetlenecek, yolsuzluk da yapılamayacak.

Her devlet iç işlerinde özgür olamayacak, dünya devletinin anayasasına ve mahkemesine bağımlı olacak, insan hakları ihlalleri yapılan, dini ve milli baskı uygulanan her devlete müdahale edilecek. Başkalarının özgürlüklerini kısıtlayan tüm özgürlükler kalkacak

Dünya devletini Amerika gibi bir tek devlet yönetmeyecek, ortak bir yönetim olacak ve yöneticiler siyasetçiler değil, uzmanlar ve bilgisayarlar olacak.


Tek dünya devletinde devleti kim yönetecek sorunu olmayacak çünkü bu tüm dünya toplumlarının ortaklaşa bir yönetimi olacak ve dinsel ve etnik kimliklerin, toprakların özel mülkiyet olarak sahiplenilmesinin sona erdiği, sınırların, sömürünün ortadan kalktığı için iç ve dış savaşların da olmadığı, sadece bilime, bilimsel düşünceye, geliştirilmiş insan hak ve özgürlüklerine dayalı tek dünya hukukunu esas alan yasal ve bürokratik bir yönetim olacak. Bu bir ütopya, bir Polyannacılık ya da bir hayal değil, yüzyıllar belki de bin yıllar sonraki bir gelecekte gerçekleşmesi kesin olan bir şey çünkü akıl, mantık, bunu gerektiriyor, Toplumsal ve tarihsel gelişmenin yasalarının zorunlu sonucu bu. Aklın yolu birdir, doğrular tektir.


Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik

Demokrasi, laiklik, çokkimliklilik, milli devletler, toprağa dayalı devletler, devlet, yurtseverlik, anayurdu savunmak, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük kardeşlik sloganları kapitalizmin sloganlarıdır, tarihseldir, kapitalizmle birlikte eriyip yok olacaklardır.

Ama nasıl olur? Bu değerlerin yok olması ne demek? Bunlar aslında neyin değerleri? Bu değerler ne zaman ortaya çıkmıştı? Bunlar Rönesans’ın, Aydınlanma’nın, Modernizm’in değerleri ve sloganları değil mi?

Evet, ta kendileri. Ama bugünkü çıkmazlarımızın, çözümsüzlüklerimizin, yanlışların asıl kaynağı da bunlar. Yani asıl yanlış olan hep doğru bilip savunduğumuz aydınlanma ve modernizmin sonucu doğan kapitalizmin değerleri ve sloganları. Yanlışın kaynağı kapitalizme kapitalizmin değerleri ve sloganlarıyla karşı çıkmaya çalışmamız. Bizzat kapitalizmin değerlerinin neden olduğu çatışmaları gene kapitalizmin değerleriyle önlemeye çalışmamız. Bunların hiç değişmeyecek doğrular olduğunu, bunlara göre davranmadığımız için yanlışlara saptığımızı sanmamız. Oysa durum tam tersi. Bunlara göre davrandığımız için yanlış yapıyor ve bu yanlışlardan kurtulamıyoruz.. Rönesans ve Aydınlanma’nın değerleri aynı zamanda kapitalizmin değerleridir.Yanlış olan kapitalizmi, kapitalizmin değerlerini savunarak kapitalizmi aşmaya, yok etmeye çalışmak. Yani çözüm için aydınlanmanın sloganlarını savunmak değil bunları reddetmek gerekiyor



Bir kimlik taşımak bu kimliği iktidara taşıma çabasından ayrı düşünülemez. İktidar amacı olmayan bir kimliği taşımanın ve savunmanın anlamı yoktur. Dolayısıyla kendilerini öven, yücelten, karşısındakini yeren, aşağılayan birbirine karşıt, iktidar mücadelesi içinde rakip olan farklı kimliklerin birbirini sevmesi, çatışmaması mümkün değildir. İktidara gelmek için birbirlerini ezmeye çalışacaklar, iktidara gelen ezecek, gelemeyen ezilecektir.

Çok kimlik demek farklı değerler, farklı fikirler, farklı görüşler, farklı kimlikler ve birden çok doğru olması demektir. Dolayısıyla çok kimlik demek çatışma demektir. Bu yüzden bu kimliklerin teke inmesi gerekir. Doğru tek olduğu için farklı kimliklerin teke inmesi zorunludur. Herkes kendi kimliğini herkes için geçerli tek kimlik yapmak istiyor. Müslüman herkesin Müslüman olmasını istiyor, Sünni herkesin Sünni olmasını istiyor, Türk herkesin Türk olmasını istiyor, Kapitalist herkesin kapitalist olmasını istiyor, komünist herkesin komünist olmasını istiyor. Herkes kendi kimliği için demokrasi ve özgürlük istiyor.
Demokrasi’nin sorunu bu.


Demokraside azınlıkta olanların iktidara gelmesi mümkün olsa bile çok zor olduğundan azınlıkla çoğunluk eşit değildir. Yenilikleri, doğruları ilk önce fark edebilen, görebilen çoğunluk değil azınlık olduğu, önce küçük bir azınlık olarak ortaya çıktıkları için de bu yenilik ve doğruların çoğunluğa yayılması ve gelişme de çok zor ve yavaş olmaktadır. Bu nedenle farklı kimliklerin olduğu ve savunulduğu yerde bunlardan birinin diğerleri üzerinde egemenliği, baskısı olacağından bu kimlikler eşit olamaz, özgür olmaz, kardeşçe yaşayamaz. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sevgi sloganlarıyla çatışmalar önlenemez. Bugüne kadar da önlenememiştir.

Herkes için ortak kimliğin ne olduğunu insanlar düşünecek, uygulayacak, demokrasi aracılıyla doğru olan sonunda bulunacaktır.

Düşünelim öyleyse. Acaba herkes için geçerli ortak kimlik ne olabilir? Hangisi tüm insanların yararına olarak çatışma yaratmaksızın bir arada yaşamalarını sağlayabilir? Herkes Müslüman değildir, Müslümanlığı kabul etmek zorunda da değildir, herkes bir dine inanmak, tanrıya inanmak zorunda değildir. Zorunda denilirse dinde zorlama yapmak demektir. Zorla inandırmak olmaz, İnançlar zorla olmaz, ancak ikna ederek olabilir. Herkes Türk değildir, Herkes Türklüğü kabul etmek, onun değerlerine, kültürüne uymak zorunda da değildir. Şu halde ortak kimlik herhangi bir dinin ya da milliyetin dışında olmak zorundadır.

Herkesin kabul edebileceği ortak kimlik herkesin zaten sahip olduğu “insan” kimliğidir. Müslüman da insandır, Hıristiyan da, Sünni de alevi de, Türk de Kürt de Alman da. Kapitalist de komünist de. Ama yalnızca “insan” kimliğini savunup diğerlerini reddeden ya da kullanmayan yalnızca Komünizmdir. Kapitalizm çokkimlikliliği savunur.
“insan” kimliğini savunup diğerlerini reddedenin komünizm olması komünizmin doğru olduğunun ölçütü değildir elbette. Bu, kapitalizm aleyhine komünizm lehine tek bir durumdur yalnızca.


Aklın yolu birdir ve doğru tektir. Aynı zamanda, aynı koşullarda aynı sorun için birden çok doğru olmaz, ancak tek bir doğru olabilir. Doğrunun sana göresi bana göresi olmaz, yani doğrular göreli değildir. Doğrular ancak gerçek doğru bulunana kadar görelidir. Bütün çatışmalar, anlaşmazlıklar, uzlaşmazlıklar, çelişkiler gerçek doğruyu bulmak içindir. Pekiyi, doğru nasıl bulunacaktır? Tıpkı doğada olduğu gibi doğal seçilimle.Bizim yaptığımız yapay seçilimleri doğal seçilim eleyecek geriye doğrular kalacak doğrular seçilmiş olacaktır. Seçilimle göreli doğrular elenecek gerçek, nesnel doğrular yaşamaya devam edecektir.
Demokrasi işte bu seçilimi sağlamanın aracıdır. Göreli doğruların içinden nesnel doğruları bulabilmenin yolu zorunlu olarak demokrasiden, farklı fikir ve görüşlerin kendilerini ifade edebilmelerinden ve çokkimliklilikten geçmek zorundadır.

Ama bu sürecin sonunda geriye kalacak olan çokkimlikli toplum değil tekkimlikli toplumdur.

Çünkü çokkimlik demek çatışma demektir. Çünkü Müslüman’ım dersen Hıristiyan’ım der, sünniyim dersen aleviyim der, Türk’üm dersen Kürt’üm der, hele hele Kürt olana ben Türk’üm sen Türk olacaksın ya da Türk olana Kürt olacaksın, Alman olacaksın denirse kan çıkar. Çünkü kimliğini belirtmek, öne çıkarmak, onunla övünmek, onu savunmak ideoloji ve siyaset amacı taşır. Herkes kendi kimliğini iktidara taşımak ister, diğerlerini kötüler, baskılar, zorlar, ezer, asimile etmeye, yok etmeye çalışır, herkesin kendi gibi olmasını ister, kendi gibi yapmaya çalışır, ya da iktidara kendi gibi olanların gelmesini ister. Herkes demokrasiyi ve özgürlüğü kendi kimliği için, kendi kimliğine sahip kişiler için ve kendi kimliğine sahip bir yönetim için ister.


Tektipçilik

Peki çözüm nedir? Çözüm, çokkimliklerin içinden yanlışlarını eleyip doğrularını alıkoymak, ayrıca bunların dışında tek ortak bir kimlik bulmaktır. Demokrasinin sorunu bu olduğu gibi görevi de budur zaten. Demokrasi bu görevi yerine getirdikten sonra artık demokrasiye de gerek kalmayacaktır. Demokrasi de tarihseldir. En azından kimlik sorunu için demokrasiye gerek kalmayacaktır. Demokrasi yanlış olanları eleyip doğruları seçecektir. Ama demokrasi bunu kendisi yapmayacaktır elbette, insanların düşünceleri aracılığıyla yapacaktır.


Elbette dünya devleti tektipleşmeyi de beraberinde getirecek. Aslında çok kimlikliliği savunanlar bile hep tektipleştirme peşinde olmuşlardır. Dinciler kendi dinlerini ve mezheplerini, milliyetçiler kendi milliyetlerini, kapitalistler kapitalistliği, komünistler komünistliği tek kimlik olarak görmek istemişlerdir. Özellikle yöneticiler kendi düşüncelerinden farklı olanları yasaklayıp cezalandırma yoluna gitmişler, çoğulculuk olan demokraside tekilci bir politika izlemişlerdir. Aslında sorun tektipleşmede, tekkimlikleşmede değil bunlardan ya da bunlardan başka hangisinin tüm insanların yararına olarak çatışma yaratmaksızın birlikte yaşayabilmelerini sağlayan, alt ve üst kimlikleri birleştiren tekkimlik ve tektip olacağıdır.

Demokrasi işte bu sorunu çözmeye yarayan bir araç, geçici bir rejimdir.

Demokrasi, laiklik, çokkimliklilik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, milli devlet, toprağa dayalı devlet, devlet, bağımsızlık, yurtseverlik, anayurdun savunması, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapitalizmin değerleri ve sloganlarıdır.


Rönesans, Aydınlanma ve Modernizmin değerleri aynı zamanda kapitalizmin değerleridir.
Yanlış olan kapitalizmi, kapitalizmin değerlerini savunarak kapitalizmi aşmaya, yok etmeye çalışmak. Bunlar aslında kapitalizmin değerleri, sloganlarıdır ve tarihseldir, kapitalizmle birlikte eriyip yok olacaklardır.

Çokkimliklilik yalnızca tek kimlikliliğe geçene kadar gereklidir, doğrudur. tekkimliğe geçtikten sonra çokkimliklilik yok olacaktır.

Çocuk, Nüfus, Öjeni

Gelecekte her isteyen istediği kadar çocuk yapamayacak, çocuk sayısını devlet denetleyecek ve sosyal güvenliğinden sorumlu olacak.

Öjeni, Hitler zamanında olduğu gibi belli bir ırkın ve toplumun fiziksel ve zihinsel olarak iyileştirilmesi amaçlı değil tüm insanlığın daha iyiye gitmesi amaçlı olduğunda doğru bir uygulamadır.

Gelecekte bu amaçla hamile kalmadan ve kalındığında gerekli kontroller yapılarak sağlıksız çocuklara hamile kalınması önlenecek, gerektiğinde çocuk yapmaya izin verilmeyecek, çocukların bedenen ve zihnen sağlıklı doğması sağlanacak, böylece gelecek nesiller fiziksel ve zihinsel olarak çok daha sağlıklı olacak bugünkü insanlar geleceğin insanları yanında maymun gibi kalacaklardır.
Eğitim

Eğitim, din ve milliyet ortadan kalktığından bugünkü anlamda bir laik eğitim değil tüm din ve milliyet propagandalarından tamamen arındırılmış tamamen bilimsel ve tüm dünyada tek tip bir eğitim olacak. Öğrencilere hiçbir dinin, mezhebin ve milliyetin propagandası yapılmayacak, bunlar hakkında tamamen yansız olarak yalnızca tarihsel bilgi verilecek. Bu ilkenin dışına çıkmamak koşuluyla gerektiğinde yerel özelliklere uygun eğitim yapılabilecek. Ezberci eğitim ortadan kalkacak, sorgulamaya, eleştirmeye dayanan eğitim yapılacak. Öğrenciler kendilerine öğretilen bilgileri olduğu gibi kabul edip ezberlemeyecek, bunları sorgulayıp eleştirecek, yerlerine doğrularını koymaya çalışacak.


Eğitimin ve üniversitelerin özerk olması gerekir elbette ama bu özerklik dini ve milli eğitim yapmak için değil tam tersi dinden ve milliyetten bağımsız olmak, bunları ortadan kaldırmak amaçlı olmalı.


Bilim ve teknoloji


İnsanların yiyecek, barınma, sağlık, eğitim, iş, tatil gibi her türlü temel gereksinimleri karşılandığı için insanlar üretimin dışındaki bol olan boş vakitlerini bilim, sanat, edebiyat, spor gibi uğraşlarla ilgilenebilecek, yeteneklerini geliştirebilecekler.

Bilim ve teknoloji daha çok yeni. Asıl bilim, doğaüstü inançlar ortadan kalktığında, insanlar diyalektik materyalist anlayışa sahip olduklarında, çatışmalar bittiğinde başlayacak. Tüm bilim gelişmeler ve devrimlerle alt üst olacak ve tahmin edemeyeceğimiz kadar gelişecek.

Genetik bilimi, bedenin, beynin işleyişi ve evrimin işleyişi çok daha iyi anlaşılacak, insanlık kendi evrimini yönlendirebilecek, insan soyu geliştirilecek.
İnsanlar bedensel ve zihinsel olarak çok daha fazla gelişecekler.
Gelecekte insanların benliklerini oluşturan beyninin içindeki tüm biriktirdikleri kopyalanabilecek, klonlamayla elde edilmiş ya da yapay olarak yapılmış bedenlerin beyinlerine aktarılabilecek, böylelikle ölüme çare bulunmuş olacak. İnsanlar doğup doğmamayı, ne zaman doğacağını, bedenlerini hatta cinsiyetlerini doğmadan önce seçebilecekler.

Kadın Ahlak ve Aile


Namus sorununu da maddi çıkarların bir kılıfıdır. Günümüz kapitalist toplumunda namus, kadınla, aileyle ilgili bir durumdur. Aile de kapitalist sistemin bir kurumudur ve aile bireylerinin ekonomik olarak birbirlerine bağımlılığına ve ekonomik birliğe dayanır. Kadın para kazansa da ailenin ekonomik birliğine bağımlıdır. Aile bireylerinin anlaşmalarının bozulması bu ekonomik birliğin ve durumun bozulması demektir. Dolayısıyla namus çatışmaları da sonuçta ekonomiye dayanır.

Komünist sistemde özel mülkiyet, miras olmayacağından, ekonomik bağımlılık kalmayacağından, ailenin ekonomik olarak birlikte olma gibi bir zorunluluğu olmayacağından, kadınların cinsel özgürlüğü fahişelik olarak görülmeyeceğinden, dolayısıyla
dine, gelenek-görenek ve kadınlar ve cinsellik üzerine kurulu bir ahlak ve namus anlayışı olmayacağından, namus sorunu, evlenme zorunluluğu ve aile de kalmayacaktır,


Kadınların namusu üzerine kurulu dini ahlak anlayışının yerine insan haklarına, başkalarının haklarını çiğnememeye, kimseye baskı şiddet uygulamamaya, insanların haklarını kullanmalarına engel olmamaya dayalı, dini inanışlardan arındırılmış sekiler bir ahlak anlayışı geçecek. Tıpkı erkekler için olduğu gibi, kadınlar için de flört, sevgi, aşk, cinsellik, bir ayıp, bir günah, bir ahlaksızlık, bir fahişelik, bir iğrençlik olarak değil onların hava gibi su gibi en doğal gereksinimleri olarak görülecek.

Gelecekte kadınlar erkeklerin uygulamada sahip oldukları tüm haklara sahip olacakları gibi aile de ortadan kalkacak, çocuk, yaşlı ve hastaların bakımı devlet tarafından sağlanacak. Aile bireyleri zorunlu olarak değil karşılıklı istedikleri sürece beraber olacaklardır.

Kürt Sorunu

Şimdi, böyle bir gelecekten binlerce yıl geri gidelim ve gelelim Kürt sorununa. Yıllarca süren bir çatışma görüyoruz. Ne çatışması, neden çatışıyorlar, neyi paylaşamıyorlar? Karşılıklı milliyetçilik çatışması, aslında toprak kavgası. İnsanın yiyin birbirinizi diyesi geliyor. Ama diyemiyor. Orada insanlar ölüyor, daha da ölecek, gerçekte neden öldüklerini bilmeden, milliyetçilik tuzağına düşmüş olduklarını bilmeden. Bu topraklarda ve bu toplumda yaşıyoruz. Çocuklarımız torunlarımız askere gidecek, onlara ‘’öldür’’ diyecekler, ister istemez böyle çatışmalara katılacaklar. Yiyin birbirinizi diyemiyor insan, içi yanıyor.

Böyle bir gelecekten günümüze baktığımızda, birçok şey ne kadar saçma ve anlamsız geliyor. Zamanımızdaki, devlet içi, devletlerarası, gruplar arası ya da kişisel çatışmaların hemen hepsinin din, mezhep, milliyet, namus çatışmaları olduğunu görürüz. Kendi devletimize ve çevresine bakarsak, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Ortadoğu sorunu hepsi de ya milliyetçilik ve dincilik sorunları olduğunu görürüz.

Aslında din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, namus çatışmaları, maddi çıkarların birer kılıfı. Bu çatışmaların hepsinin de temeli ekonomik. Yurt topraklarını sahiplenme, yurt savunması, yurtseverlik, kapitalist sistemin özel mülkiyet anlayışı ve alışkanlığının bir sonucudur.

Etnik çatışmalar, etnik toplumların toprakları ve egemenliği ele geçirme, baskı kurma, asimile etme ya da baskıya, asimilasyona karşı çıkma, sömürme ya da sömürüye karşı çıkma çatışmalarıdır.

Kürtler, Ermeniler ve diğer azınlıklar bu ülkede özgürdür, İstanbul dada yaşayabilirler, ülkenin en zengini de olabilirler, milletvekili hatta cumhurbaşkanı da olabilirler. Ancak, tek şartla: Türk kimliğini kabul etmek.


Kürt sorunu, adı üstünde, bir milliyet sorunu, karşılıklı milliyetçilik yapmadan kaynaklanan bir sorundur. Öyleyse karşılıklı olarak milliyetçilik yapmayı bırakmak gerekir. Bunu öncelikle de devlet başlatması gerekir. Kürt kimliğini tanımak çözüm değildir. Çözüm ancak, başta Türk milliyetçiliği olmak üzere tüm milliyetçilikleri reddetmek, ortadan kaldırmakla olabilir. Devletin, Türkçülük yapmayı, Kürtlere ve diğer milliyetlerden olanlara karşı asimile ve baskı uygulamalarını bırakması gerekir ki bu hemen yapılabilecek bir şeydir. Örneğin hemen devletin adı değiştirilebilir. “Anadolu Cumhuriyeti” ya da benzeri milliyet içermeyen bir ad konabilir. Neden bunu dünyada ilk yapan, yani mili bir adı reddederek milliyet içermeyen bir ad koymak için kurulduktan sonra ad değiştiren biz olmayalım. Kimliklerden din ve milliyetle ilgili terimler kaldırılabilir. Yasalardan milliyetçilik içeren tüm ibareler kaldırılabilir. Resmiyette birçok dil kullanmak uygulamada mümkün olamayacağı için tek bir dil kullanmak ve bu dilin çoğunluğun kullandığı dil olması büyük bir kolaylık olacağı için resmi dil olarak yalnızca Türkçe kullanılabilir ama eğitimde Türkçenin yanında diğer dillerin de kullanılması esnekliği ve serbestliği getirilebilir. Ekonomik olarak Doğu bölgelerine üvey evlat muamelesi yapmaktan vazgeçilebilir. Bunlara benzer daha başka şeyler de yapılabilir.

Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı

Ulusların kaderlerini tayin hakkı var mıdır yok mudur, Kürtlerin ayrılmaya hakları var mıdır yok mudur sorununa gelince; komünizmde ulus, ulusal devletler, ulusçuluk yoktur. Dolayısıyla böyle bir sorun ya da hak söz konusu değildir. Bu sorunlar kapitalizmin sorunudur, ulusal devletler kapitalizmin tipik devlet şeklidir. Kapitalizmde ulusal baskı vardır ama ayrılma hakkı yoktur, çünkü tanınmaz, böyle bir hak istendiğinde kan çıkar. Kapitalizm koşullarında kansız ayrılma olmaz. Uluslar ancak savaş sırasında ya da devrim yaparak ayrılabilirler. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganı sosyalizmin bu ulusal baskılara tepkisidir.
Bu hakkı ancak sosyalizm tanır, sosyalizmde bu hak vardır ve kansız ayrılma gerçekleşebilir.


Bir ulusa yönelik bir baskı yani ulusal bir baskı varsa, o ulusun baskı yapan ulustan bağımsızlaşmaya yani ayrılmaya hakkı doğar. Ama eğer böyle bir şey yoksa yapılmıyorsa ya da yapmaktan vazgeçilmişse ayrılmak her iki ulus için de emperyalizme karşı tehlikeli olduğu için ayrılmanın gereği olmadığı gibi ayrılmaya hakları da yoktur. Çünkü birlikte kurulmuş olan bir devleti haksız yere ve hiç gereği yokken milliyetçilik yaparak bölmek yanlıştır.

Türklerin Kürtlere yönelik ulusal baskıları vardır, bu ulusal baskıdan vazgeçilmediği sürece onların da ayrılmaya hakları vardır.
Ama Kürt sorunu yalnızca Türk milliyetçiliğinden değil aynı zamanda Kürt milliyetçiliğinden de doğmaktadır. Kürtlerin de baskı olsa da olmasa da ayrılıp ayrı bir devlet kurma düşünce ve niyetleri vardır ki Kürtlerin eylemleri özellikle Ortadoğu karıştıktan sonra artmıştır ve karşılıklı çatışma bu karşılıklı milliyetçilikten doğmaktadır. Çözüm Türk tarafının acilen milliyetçilik yapmayı bırakmasıdır. Kürtler bu durumda ayrılmak istemeyeceklerdir.Ayrılmak isteyen ve buna aşırı tepki gösteren aşırı milliyetçiler olacaktır ama az oldukları için sorun olmayacak, kısa sürede onlar da direnmeyi bırakacaklardır.
Kürtlere Türkler tarafından yapılan baskı ortadan kalktığında, ulusal bir baskı yokken Türkiye Kürtlerinin, Türkiye’den ayrılıp Suriye ve Irak Kürtleriyle birleşerek bir devlet kurmaya hakları var mıdır? Ulusal bir baskı olmadığında ayrılmak istemeleri ve eylemlerde bulunmaları milliyetçilik yapmak olur. Geleceğin komünist dünyası düşünüldüğünde böyle bir şey yapmaya kalkışmaları yanlış olduğu için hakları yoktur, ama, bunu şiddetle bastırmaya, engellemeye kalkışmak çok daha büyük bir yanlış ve haksızlık olduğundan gene de esnek davranıp ayrı bir devlet kurma hakkı tanınabilir. Çünkü milli devletler kurma kapitalizme özgü, tarihsel, yani geçici bir durumdur ama henüz bitmemiştir. Onların da bu tarihsel hakkı kullanmalarını, bu yanılgıyı yaşamalarını izlemekten başka yapacak bir şey yoktur.


Geleceğin dünyası ne kadar ütopik gözükse de bunlar arasında hemen yapabileceğimiz çok şey var.
Örneğin öncelikle sorunlara geleceğe yönelik bakabilir, çözümleri geleceğe yönelik düşünebilir, kapitalist sistemi oluşturan kurumları ve uygulamalarını değiştirmek için her türlü fırsatı değerlendirebiliriz.


Ama hemen yapılabilecek bir şey sorunun en azından önemli bir kısmını çözecektir: Çözüm, başta Türk kimliği olmak üzere tüm dinsel ve etnik kimlikleri kimliklerimizden vazgeçmek ve tümünü resmiyetten ve siyasetten kaldırmak ve herkesin ortak kimliği olan 'insan' kimliğinde birleşmektir

Çatışma yaratmayacak ve herkese uyan küresel tek ortak kimlik “insan” dır. “İnsan” kimliği dışındaki tüm kimlikler çatışma yaratmaktan başka bir işe yaramadığı için tümü gelecekte zaten tarihin çöplüğüne atılacaktır.


Hemen ''Türkiye Cumhuriyet''i adının kaldırılıp mesela ''Anadolu Cumhuriyeti'' gibi etnik köken ve kimlik içermeyen başka bir ad konulabilir.

Bunları yapan neden Türkler ve Türkiye olmasın? Neden dünya devletlerinin yapmasını bekleyelim, bu bize bir şey kaybettirmeyeceği gibi çok şey kazandıracaktır, bu kadar basit bir şeyin terörün önlenmesine çok faydası olacaktır.


Birçok çatışmanın ve sorunun nedeni karşılıklı milliyetçiliktir, çözümü de acil olarak milliyetçiliği bırakmaktır. Bunu Türk tarafı başlatmalı ama görünürde, sözde değil, geçekten bırakmaktır. Aziz Nesin’in “Bulgaristan’da Türkler Türkiye’de Kürtler” şeklinde özetlediği gibi Bulgaristan’daki Türklerle Türkiye’deki Kürtlerin konumları aynıdır. Bulgaristan Türkleri için ne istemişsek Türkiye’deki Kürtlere de en azından o şekilde davranmalı çifte standart uygulamamalıyız.


Türk’üz dedikçe Ermeniy’iz Kürt’üz diyeceklerdir...Ve bu çatışma sürecektir...
Türk milliyetçiliği yapıyorsan Kürt ve Ermeni milliyetçiliği yapılmasına hak vermiş olursun...
Kimliklerimizden vazgeçmediğimiz sürece çatışmalar sürecektir.


Başka etnik kimliklere ve yaşadıkları topraklara üvey evlat ya da düşman muamelesi yapmaktan vazgeçmek de hemen yapılabilecek bir şeydir.


Türk milliyetçiliği karşısına Kürt milliyetçiliğine savrulup Kürt milliyetçiliğiyle çıkmak, yanlışa yanlışla gitmektir ve hiçbir zaman çözüm olmayacağı gibi çözümsüzlüğü sürdürmektir...
Hesap sormadan bahsederek, Kürt milliyetçiliği yaparak barış, anlaşma ve kardeşlik sağlanmaz, Tıpkı Türk Milliyetçiliği yaparak sağlanmayacağı gibi...


Bu yüzden şimdiki dincilik, dilcilik, ırkçılık, milliyetçilik ler, insanları ve toplumları birbirlerine düşmanlaştırmaktan, çatışma ve savaşların kaynağı olmaktan, geleceğin dünyasını engellemekten, geciktirmekten başka bir şey olmayan ilkelliklerdir.


NE MUTLU İNSANIM DİYENE

Hakikâte yalnız bir yoldan gidilir; fakat ondan uzaklaştıran yol, binlercedir. La Bruyere

Doğrular, gerçekler ne kadar engellense de er geç yollarını bulurlar.

İnsanın yalnız gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir.

Kapitalizm tarihsel bir evredir, er ya da geç çökecektir.

Filozoflar bugüne kadar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler oysa önemli olan onu değiştirmektir. Karl Marks

Sosyal gelişim bir zorunluluktur ancak bunu gerçekleştirecek olan insanlardır, emekçilerdir.

Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır.

Bişey yapmalı, bişey yapmalı, bişey yapmalı...

Bütün dünya yanlış, bir tek sen doğru olabilirsin...Sen yoksan çok eksiğiz...

Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.-Nazım Hikmet

Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir ama hak ve özgürlüklerine saygı göstermek zorundadır.

Dincilik dinciliği, milliyetçilik milliyetçiliği, insanlık insanlığı doğurur.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine!

Tüm milliyetçiliklere hayır...

NE MUTLU İNSANIM DİYENE!

DÜNYANIN TÜM EMEKÇİLERİ BİRLEŞİN, DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN!


Nilüfer Tekin